Che
Latin Amerika’da devrimin olacağına, bunun dikenli yollarına
ve geleceğine; sosyalizmin yaratacağı yeni insana yürekten inanıyordu. Bu
konularda konuşurken insan kanının kaynadığı izlenimine kapılıyordu, ancak ben
not olmaya başladığımda hemen coşkusunu gemliyordu. O zaman bakışları kağıdın
üzerinde gidip tükenmezime takılıyor ve o iki, üç duman bulutu arasında
gülümseyerek dile getirdiği sert, kurnazca yorumlar yapmayı yeğliyordu.
Böyle anlarda gazeteci olduğuma yeriniyordum, uykusuz geçen
pek çok gecenin ve parıltılı, baş döndürücü günlerin ardından oturup bir
şeyleri kağıda geçirmek zorunda olduğundan ya da bu sarıda sinirlerin
gerilmesinden değil, asıl kendiliğinden doğan canlı düşünce alışverişinin
gazetecilik mesleğinin pratik zorunluluklarıyla kesintiye uğraması yüzden.
‘Burada birbirimizle Kübalı ve Uruguaylı olarak konuşuyoruz’ yalanını kıvırdı
Che Guevara, olası boşboğaz bir sorudan kaçınmak için. Ancak her şey onu
tümüyle kavramış olan tutkunun başkalarının Latin Amerika için uydurmuş olduğu
sınırları yıktığı izlenimini veriyordur ve o elbette ki bu sınırlara
inanmıyordu. Böyle konuşurken bu adamın ancak Latin Amerikaya’yı boydan boya
geçen uzun bir yolun sonunda Küba’ya gelmiş olduğu düşüncesi yakamı
bırakmıyordu, o başlamakta olan Bolivya devriminin kargaşasına ve Guatemala
devriminin son hareketlerine katılmıştı, elbette ki turist olarak değil;
geçimini sağlamak için Orta Amerika’da muz taşımış ve Mexico kentinin
meydanlarında fotoğrafçılık yapmıştı; sonra da Granma serüvenine atılmış ve
yaşamını ortaya koymuştu.
Küba’da onun –Fidel gibi- hiç uyumadığı söylentisi
dolaşıyordu. Çözmesi gereken karmaşık sorunlar ve özellikle ülkenin
endüstrileşmesi yolunda harekete geçirmesi gereken zorlu süreçler ona gündüz ve
gece soluk aldırmıyordu. Günlük çalışmanın sonunda, ki bu günlük çalışma bir
haftayı kapsıyordu, Pazar günleri de gönüllü olarak şekerkamışı kesmeye
gidiyordu; okumak, konuşmalarını yazmak ve tartışmalar için hala zamanı
kalmasına akıl sır erecek gibi değil; üstelik bu arada gerillalık döneminde de
peşini bırakmayan amansız astımıyla da uğraşması gerekiyordu. ‘Yola çıkma emri
ansızın geldi’, diye anlatıyor bize, ‘ve Meksika’dan o anda olduğumuz gibi yola
çıkmamız gerekiyordu, iki-üç kişilik gruplar halinde. Aramızda bir hain vardı
ve Fidel hainin polise haber vermesini önlemek için emir gelir gelmez hazırlık
yapmaksızın yola çıkmamız direktifini vermişti. Bugün hala bu hainin kim
olduğunu bilmiyoruz. Böylece ben yanıma insyon aygıtımı almaksızın yola çıkmak
zorunda kaldım ve yolda korkunç bir astım nöbetine tutuldum. Bu işin üstesinden
gelemeyeceğimi sandım’.
Güç bir görev olan Küba’da sosyalizmi kurma işinde
–gerektiği gibi- tüm alanlara angaje olmuştu. Tüm devrim liderleri arasında
özveriye yatkınlığıyla ilk Hristiyanlara en çok benzeyen, en katısı o idi.
Harekete geçmiş olan sosyalizmin saygınlığının ve halkın doğmakta olan yeni bir
dünyaya inancının gelişmesi için itici güç olması gerektiği görüşüne tutkuyla
bağlandığından, maddi özendirme ve paylaştırma sistemlerine aşırı
başvurulmasına karşıydı, çünkü bunlar bireylerde günün birinde ‘bir Rockefeller
olma’ umudu doğurabilirdi. Reddettiği genel değer yasasına sığınılarak Küba
için böylesi önemli bir dönemde kapitalist topluma bir geri dönüş olasılığını
düşünmek bile onu çileden çıkarıyordu. Bu konuda son derece dikkafalı ve
katıydı. O beyler diyordu öfkeyle ve bu sözle devrimin ekonomik sürecine
kendisinden farklı bir yön veriyordu öfkeyle ve bu sözle devrimin ekonomik
sürecine kendisinden farklı bir yön vermek isteyenleri kastediyordu. Charles
Bettelheim’e ünlü yanıt yazısı şu sözlerle bitiyordu: ‘Merkezi ekonomik
planlama savunucuları için şu atasözü geçerlidir; Dostlarımızdan bizi tanrı
korusun, çünkü düşmanlarımızla ben kendim baş ederim’.
Bazı ekonomistlerin –kendi bakış açılarından belki de haklı
olarak – süreci ‘idealleştirmek’le suçladıkları Che Guevara’nın zekice polemiğe
girme yeteneği hep Küba sorunlarını aydınlatmakla sınırlı kalıyor ve
bazılarının yanlış olarak sandıkları gibi Çin-Sovyet tartışmasına aldırmıyordu.
‘Bu işe karışmıyoruz’ diyordu.
Che Guevara, en yakın arkadaşlarından biri şehit olduğunda.
Üç Kıta Konferansı’na yazdığı mektup, ‘yeniden savaş ve zafer çığlıkları’
duyulduğundan ortaya çıkan ölüme selamla bitmektedir. Pek çok kişi ölmenin
pekala mümkün, ancak önemsiz olduğunu söylemiştir. Sanırım bu onun için bildik
bir şeydi: Bir keresinde daha önce kaç kez ölüp yeniden dirildiğinden söz
ederken yedi canlı olduğuna güvence vermişti. Yedinci yaşamı onun
kararlaştırıldığı gibi sona erdi. O izin istemeksizin ve kaçamaklara
başvurmaksızın ölüme atıldı; Yuro’nun tozlu dağlarında adamlarının başında
onları kıstırmış olan orduya karşı koydu; bir makineli ateşi bacaklarını
taradı; hedefini iyi bilen bir makineli salvosuyla M-1 elinden fırlayana dek
daha bir süre oturarak savaşmayı sürdürdü. Üstün durumdaki askerler onu henüz
sağken ele geçirdiler. Az sayıdaki gerilla akşam üzerinden gecenin ilk
saatlerine kadar yaralıyı koruyacak yürekliliği gösterdi. Che’nin arkadaşları
adam adama dövüştüler. Sonradan onun yanında halka gösterileceklerdir. Kafatasları
dipçiklerle parçalanmış ve bedenleri süngülerle delik deşik…
Çağımızın bu kahramanın yaşam ve ölümünü, böylesine
sürükleyici ve gizemli bir yaşam ve ölümü, sayısız efsane kuşatmıştır.
Bunlardan birkaçı akbabalar gibi ölü Che’nin anısına saldıran kimi alçakların
taşkın karalama eğilimlerinin ürünüdür; büyük çoğunlukta olan diğerlerini ise
halkın şehit düşenin ölümsüzlüğünü Latin Amerika’nın sayısız, görünmez
mihraplarında kutlayan büyük düş gücü yaratmıştır.
O kendine devrimin ilk ateş hattında bir yer seçti ve bu
yeri kendine kararsızlığa düşme fırsatı ve geri dönme hakkı tanımaksızın sonuna
dek seçti. Bu, bir yenisinde başı çekmek için daha önce bir avuç çılgınla
birlikte gerçekleştirilmiş olduğu bir devrimi terk eden bir adamın akıl almaz
olgusudur. O zafer için değil, mücadele için, hiç sonu gelmeyen bir savaş için
yaşıyordu. O ardında yaktığı köprülerin görkemli ateşini izlemek için geri
dönüp bakma sevincini bile kendinden esirgiyordu: Che’nin boşa harcanacak
zamanı yoktu.
(EDUARDO GALANEO - Söz Mezbahası, ‘Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler’
kitabından kısaltılmıştır)
Gerçekçi ol imkânsızı iste!
Çocukluğunda astımla birlikte yaşamak zorunda kalan Che
Guevara, evde geçirmek zorunda kaldığı uzun zamanlarda okuduğu pek çok kitapdan
Jose Hernandez’in Martin Fierro’sundan derinden etkilenir. Bir gazeteci olan ancak
uzun yıllar köyde yaşayarak sosyalist hareketin gelişimi için mücadele eden
j.Hernandez’in Martin Fierro’su(Demir Martin) elinde gitarı, başında şapkası
ile köy köy dolaşarak doğaçlama şiirler söyleyen bir halk kahramanıdır.
Che, Sierra Maestra’nın uzun yürüyüşlerinde ve sessiz
gecelerinde çocukluğunda ezberlediği bu şiirleri okur. Gençlik yılarından
itibaren, tıpkı Martin Fierro gibi, Latin Amerika’yı gezerek halkın acılarına
tanıklık eder. Gördüklerini değiştirme arzusu Che’yi giderek sarsarken, artık
gerçek bir mücadeleye atılma zamanı geldiğini ailesine bildirdikten kısa sure
sonra yolu Küba’nın asi devrimcileriyle kesişir. Fidel’le ilk kez bir araya
geldiği akşamda, Küba ve Latin Amerika halkları için yola çıkmaya karar verir.
Che’nin bunun için tek bir şartı vardır, Küba’da devrimin zaferinden sonra
özgür olmak!
Küba’da devrimin zaferinin ardından, hayatın ve ülkenin
yeniden kurulması için girişilen yeni savaşta da yerini alır. Sartre’nın, Küba
batarsa elektrik parasından olacaktır, dediği geceler boyunca dur durak
bilmeden çalışır. 6 günlük çalışmanın ardından, Pazar günleri için ‘gönüllü
çalışma’ başlatarak, Pazar sabahını çocuklarına ayırdıktan sonra öğleden sonra
Küba halkının tarlada, fabrikadaki çalışmalarına katılarak yeni insan ve yeni
toplum fikrini somutlaştırır. Küba halkı için verebileceği her şeyi verdiğine
inandığı gün, Fidel’e artık ayrılık vaktinin geldiğini söyler. Çünkü, Che için
Küba devrimi Latin Amerika halklarının kurtuluş yolu olan kıtasal devrimin bir
parçasıydı. ‘Başka ülkelerin onun mütevazi çabalarına olan ihtiyacı’, aynı
zamanda O’nun düşüydü. Comandante ve Küba Ekonomi Bakanı Che Guevara, bütün
görevlerini geride bırakarak Bolivya dağlarında Ramon olarak inandıklarının ve
düşlerinin yolundan ilerliyordu. 9 Ekim’de, Bolivya’da katledildiğinde,
katledenler de yürüyüşün burada bitmeyeceğini biliyordu.
Che bugün de gerçekçi ol imkansızı iste çağrısıyla yürüyor!
(Birgün Pazar)
Ernesto Guevara’dan “Che”ye giden yol
Dünya onu “Che” olarak tanıdı. Oysa bu bir isim bile değil,
Kübalı yoldaşlarının ona takılmak için kullandıkları bir seslenişti. Zira
Ernesto Guevara, La Plata çevresinde doğan tüm Arjantinliler gibi “dost”
anlamına gelen “che” seslenişini sık sık kullanırdı. Sesin kökeni Apache,
Tehuelche, Mapuche, Picunche benzeri Amerikan yerli adlarında “halk-kişi”
anlamında görülür. La Plata nehri çevresindeki en büyük halk olan Guarani
dilinde “ben, benim” gibi anlamlara gelen bu sesleniş Arjantin’de günlük dile
yerleşmiştir. Ama Karayiplerde bu biçimde konuşmak komik kaçmaktadır. Başlarda
yoldaşlarının onunla dalga geçmek için kullandıkları bu sesleniş halkın onu
“Che” olarak benimsemesiyle bir isme dönüştü.
Babası şöyle diyordu bir röportajında: “Oğlumun nasıl
‘komutan Che’ olduğunu anlamak için aile tarihimize bakmanız gerekir. Oğlumun
damarlarındaki kan İrlanda isyancılarının, İspanyol fetihçilerinin ve Arjantin
vatanseverlerinin kanıdır. Bu açıdan Che bizim huzursuz ve yurtsuz geçmişimizin
izlerinin mirasçısıdır…”
Tüm kahramanlar bir rüyayı gerçekleştiren çocuklardır. Daima
bir su kenarında doğarlar. Su adeta onların gelişini müjdeler. 1928 Mayısında
dev Parana Nehrinin kıyısında kurulu Rosario’ya birkaç hafta önce gelen bir
çift burada bir müjdeyi beklemekteydi.
Resmi kayıtlara göre Ernesto Guevara 14 Haziran 1928
tarihinde doğmuştu. Fakat bir tanıklığa göre Ernesto bir ay önce 14 Mayıs’ta
dünyaya gelmiştir. Kayıtlara geç girme sebebi annesi Celia’nın Ernesto’ya üç
aylık hamileyken babasıyla (onunda adı Ernesto Guevara’ydı) nikah kıymış
olmasıdır. O günün koşullarında aristokrat kökenli birinin evlilik öncesi
hamile kalması kötü sonuçlar doğurabileceğinden çift, ülkenin kuzeyine gitmeye
karar vermişti. Misiones eyaletinde mate çayı üreticiliği yapmayı deneyen aile,
neredeyse köle olarak çalışan kır işçilerine iyi ücret ve haklar tanıyınca
otoritelerle karşı karşıya gelmişti. Bu nedenle Rosario’ya gelmişlerdi.
Ernesto’nun doğduğu bu kentte ailenin oturum kayıtları olmadığından gerekli
kâğıtları getirmek zaman almış, sonunda bir doktor arkadaşın imzaladığı
belgeyle doğum kâğıdı alınmıştı.
Astım sorunu henüz iki yaşındayken Parana Nehri kıyısında
ortaya çıktı. Güneşli ama serin bir esintinin olduğu gün annesi yüzdüğü sırada
Ernesto öksürük krizine tutuldu. Hastaneye kaldırıldığında astım teşhisi kondu.
Hızla sahip oldukları çay tarlasını sattılar ve havası güzel, Cordoba kenti
yakınında, iki bin rakımdaki Alta Gracia’dan bir ev aldılar.
Aile kökleri
Annesi Celia de la Serna, sıradışı bir ailenin çocuğuydu.
Peru’daki son İspanyol valisiyle uzaktan akrabaydı. Babası Juan Martín , Hukuk
Fakütesi’nde profesör ve politikacıydı. Arjantin’in ilk politik kitle partisi
olan “Union Civica Radical”in kurucularındandı. Fakat ne yazık ki Celia henüz
iki yaşındayken babası intihar etti. Annesini ise 13 yaşındayken kaybetti.
Hamilelikten üç ay sonra evlenmesinin bir nedeni de ailesinden kalan önemli
mirası almaktı. Zira mirasa kavuşması için kanuna göre 21 yaşında ve evli
olmaması gerekiyordu. Diğer nedeni Celia’nın yüzyılın başında gelişen feminist
hareketin bir parçası olmasıydı. Celia kadınların oy hakkı için mücadelede
eder, saçlarını erkek gibi kestirir ve sokakta içerdi. Arjantin’de araba süren
ilk kadınlardan biriydi.
“Che”nin babası Ernesto Guevara Lynch büyük toprak sahibi
bir aileden geliyordu. Bu sayede iyi bir okulda eğitim görme imkânına sahipti.
Fakat bir gün sıra arkadaşı, sonradan büyük bir edebiyatçı olacak Jorge Luis
Borges’i dövdüğü için okuldan atıldı. Mimarlık okuduysa da Celia’yla
evlendikten sonra bu mesleği de bıraktı.
“Che”, büyükbaba
tarafını temsil eden Guevara, büyükanne tarafından Lynch olmak üzere iki soyadı
taşır. Guevara ailesi yirmi kuşaktan uzun süredir Arjantin topraklarındadır.
Bağımsızlık sırasında Kurtarıcı San Martin’in en kilit harekat merkezi olan
Mendoza’da büyük topraklara sahiptiler. Şili ve Peru’daki İspanyol valilik
merkezlerine yapılan harekatları desteklediler. Fakat bağımsızlık sonrası iç
savaşta güçlerini yitirdiler. Guevaralar iç savaşta topraklarını yitiren başka
bir aile olan Lynchlerle Şili’de buluştu. Lynch ailesi İrlanda kökenliydi ve
İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesinde bu topraklara sürgün olmuşlardı.
Francisco Lynch, Macellan Kanalını geçip Güney Amerika etrafında tur atmış
sayılı kişilerdendi. Bir gün Lynch ve Guevara kardeşler, gelecekte Arjantin
tarihinin en önemli başkanlarından biri olacak Domingo Faustino Sarmiento’yla
sohbet ederken California’da “Altına Hücum” haberini okurlar. Köklerinde
fetihçilik olan bu insanlar altının çağrısıyla yola çıkarlar. Valparaiso
limanından San Francisco’ya haftalarca süren yolculuk sonunda varırlar. Lynch’in
şansı tutar ve gerçekten aradığı altını bulur. “California Zevkleri” adlı bir
kulüp açar ve “Che”nin babaannesi Ana orada doğar. Guevara’ların şansı ise
altından yana yaver gitmez ama önemli bir İspanyol soylusuyla ortaklık
kurarlar. Colorado Büyük Kanyon’un da dahil olduğu çok geniş topraklara sahip
bu adamın hayvancılık üretiminin başına geçerler. “Che”nin büyük dedesi Juan
Antonio bu soylu ortağın kızıyla evlenir. Bu ilişkiden “Che”nin dedesi Roberto
dünyaya gelir. Kaderin bir oyunu; Guevara ailesi buradaki sınırsız toprakları
ABD federal hükümetinin el koymasıyla kaybeder.
Guevaralarla Lynchlerin yolu tanıştıktan 26 yıl sonra yine
kesişir. Roberto’yla Ana, evlenerek Arjantin’e dönerler. Bugün bile Arjantin
oligarşisinin en güçlü temsil edildiği örgüt olan “Sociedad Rural Argentina”nın
(Arjantin Kır Derneği) ilk kurucuları arasında “Che”nin dedesi de vardır.
Roberto, ayrıca Arjantin’in tüm kuzey bölgelerinin topografyasını yapan ilk
jeologdur. Aile bu unutulmuş ve sonsuz yerli topraklarında yeni bir vatan
bulur. “Che”, babaannesi Ana Lynch’in anlattığı mistik yerli öyküleriyle
büyüyecektir.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemi
Cordoba’da yaşadıkları uzun dönemde anne Celia, küçük
Ernesto ve kardeşlerini ata ve eşeğe binmeyi öğretti. Bu belki de Latin
Amerika’da bir kurtarıcının ilk öğrenmesi gereken şeydi: Libertador San Martin,
And Dağlarını bir katır sırtında aşmamış mıydı? “Che” de savaştığı topraklarda
ya bir atın ya da bir katırın sırtında yol alacaktı. Henüz beş yaşındayken
babasıyla beraber silahla atış yapmaya başlayan Ernesto için savaş o kadar da
uzak bir şey değildi.
Ernesto astım krizleri sebebiyle zor bir çocukluk geçirdi.
Okula gidemediği için okuma-yazmayı annesinden öğrendi. Sekiz yaşına geldiğinde
ancak okula başlayabilmişti. Annesi onda okuma ve araştırma duygusunu ateşledi.
Geceleri beraber ansiklopedi ve şiir okudular. Küçük Ernesto’nun kütüphanesinde
Jules Vernes, Jack London, Horacio Quiroga, Emilio Salgari vardı. Rus ve
Fransız klasiklerini çocuk yaşta okudu. Şiir ve okuma tutkusu ömür boyu sürdü.
Muharebe alanında bile okumayı sürdürdü.
Geceleri annesi ona Baudelaire’i Fransızca okurdu. Bu dil
Arjantin aristokrasisi için yüksek kültürü ifade ediyordu. “Che”nin Fransızcası
ve edinmiş olduğu bu Avrupalı kültür ileride Küba Devrimi’nin prestiji
açısından küçümsenmeyecek bir önem ifade edecekti. Che, akıcı Fransızcasıyla 68
hareketinin ayak seslerinin duyulduğu Fransız sokaklarını etkileyecekti.
Televizyonlarda Che’nin Sartre ve Beauvoir’la tartışmaları yayınlanacaktı.
Ernesto’nun burjuva kültürü sayesinde Latin Amerika Devrimi de evrensel bir
nitelik kazanacaktı.
Ernesto, bazen oksijen maskesiyle kardeşlerine baktı. Astım
sorunu onun çocuklukta okul, oyun, yüzme gibi birçok aktiviteden geri kalmasına
yol açtı. Bu çoğu zaman onda öfke uyandırıyordu. Aynı hastalık onu daha
dirençli, inatçı ve mücadeleci yaptı. On yaşından itibaren kendi kendine
adrenalin iğnesi yapacak kadar cesur bir adam oldu.
10 yaşındayken teyzesinin kocası komünist gazeteci Cordova
Iturburu’nun İspanyol İç Savaşı cephesinden gönderdiği mektupları okuyup
resimlere bakıyordu. Böylece 20. yy’ın bu önemli siyasal olayında faşist Franco
güçleriyle Cumhuriyetçilerin savaşına doğrudan tanıklık etme olanağı buldu. O
yaşta Lorca’yı ve Antonio Machado’yu okudu. Kuşkusuz “Che”nin ileride edineceği
siyasal karakterindeki “enternasyonalcilik”in kökleri, İspanyol Savaşı’ndan
kalma çocukluk hatıralarında yatmaktaydı.
Ernestito’nun (ya da ailesinin sevecenlikle ifade ettiği
başka bir biçimde “Teté”nin) ayakları üzerinde duran bir adam olması, 1940’ta
kolej eğitimi için 30 kilometre ötede bir okula başlamasına denk düşer. Orada
en iyi arkadaşlıklarını edinir. Astım krizlerini tetiklemesine rağmen rugby
oynamaya başlar. Kavgacı ve mücadeleci bir delikanlı olur. Arkadaşları onu lise
yıllarında “tehlike karşısında korkusuz, kendine güvenen ve düşüncesini
bağımsızca ifade eden” bir kişi olarak tanımlıyorlardı. Ayrıca pek temiz olduğu
söylenemezdi. Ernesto bir hafta aynı elbiseyle dolaştığından arkadaşları ona
domuz anlamına gelen “Chancho” adını takmışlardı. Giydiği gömlek ise
“haftalık”tı. “Che”nin bu özelliği o kadar ünlüdür ki bugün bile Buenos
Aires’te bazı aileler çocuklarını saçı sakalı karışmış halde görünce “Guevara
gibisin” derler.
Ernesto’nun ilk gençliğinde elde ettiği özgürlük, çocukluğun
sınırlı bir alanda geçmesinin de etkisiyle gerçek anlamda bir açlık uyandırdı.
Okul dışında sayısız aktivite ve spor yapıyor, deli gibi yemek yiyordu. Babası
anılarında onun “ölçmesi imkansız bir şekilde vahşice yediğini” ve “her gün,
her fırsatta içtiğini” söylüyor. Sonra da tuhaf bir şekilde yemeyi içmeyi kesip
bir tür arınma gerçekleştiriyordu. “Che” hayatı boyunca sürecek bu yeme
rejimini “önce depoluyor, sonra veriyorum” diye açıklıyordu. Tanıklara göre
“Che”nin bu yeme düzeni Bolivya seferinde önemli bir sorun yaratmıştı.
Küba’daki hazırlık eğitimleri sırasında yine çok fazla yemek yiyen “Che” kilo
almış ve fazlalıklarını kısa sürede veremediği için Bolivya’daki askeri
hareketi sırasında ciddi sıkıntılar yaşamıştı.
Neden ülkesinde kalıp mücadele etmedi?
1940’larda nüfusunun önemli kısmı yüzyılın başında gelen
göçlerden beslenen Arjantin’de, orta sınıf Borges’in deyişiyle “sürgünde bir
Avrupalı” gibiydi. Kuşkusuz bu kökleri onu Latin Amerika’nın en zengin ve
eğitimli nüfusuna sahip kıldı. Bununla beraber Güney Amerika’da bağımsızlığını
kazanan ilk ülke olması sebebiyle ulusal karakterini kıtanın zengin sosyal
bileşiminde aradı. “Che”nin Latin Amerika turları da, bu arayışın bir parçası
olarak, ulusal bilinci kıtadaki köklerinden alma ihtiyacından
kaynaklanmaktaydı.
Peki, genç Ernesto ülkesindeki siyasal harekete katılıp
mücadele etmek yerine neden Orta Amerika, Meksika ve hatta daha uzaklara,
Arjantin kültürüyle hiçbir bağı olmayan Küba’ya gitmeyi tercih etti? Bunun
cevabını ailesinin liberal köklerinde buluyoruz. Yüzyılın başında modernleşen
aristokrasinin bir kısmı çocuklarını seküler eğitim veren okullarda
yetiştirmeye başlamıştı. Tamamen bilimsel olma ve her türlü dogmatizmden kopma
iddiasında olan bu sistem, ütopik bir burjuva entelektüalizmine dayanıyordu.
Saf liberalizm olarak adlandırabileceğimiz bu ekolün öğrencileri burjuva
hümanizminin bir gereği olarak milliyetçiliğin her türlüsüne uzak duruyordu.
Oysa İkinci Dünya Savaşı’na doğru artan emperyalist saldırganlık, tüm dünyada
olduğu gibi Latin Amerika’da da ulusal temelli siyasal hareketleri iktidar
mücadelesinin başat unsuru haline getiriyordu. Üstelik bunun ilk ve en güçlü
örneği tam da “Che”nin vatanında General Juan Domingo Perón’un liderliğinde
ortaya çıkmıştı. 1943’de milliyetçi bir cuntanın içinde bakan olarak siyasete
giren Perón kısa sürede geniş emekçi kitlelerin desteğini sağlayarak başkanlığa
kadar yükselecekti. Aynı yıllarda küçük Ernesto babasıyla birlikte Nazi karşıtı
anti-faşist “Arjantin Eylemi” adlı bir organizasyona üyeydi. Bu organizasyon
asıl olarak ülkedeki Nazi faaliyetlerine karşı konumlanmıştı. Oysa Perón,
kendisine yedeklediği güçlü bir emekçi hareketle iktidara yürüyordu. Perón’un
korporatist milliyetçiliği hem ABD hem de Sovyetler tarafından tehdit olarak
görülüyordu. Perónist hareket elitlerin nefretini çektikçe emekçi,
emperyalizmin hedefi haline geldikçe ise anti-emperyalist bir nitelik
kazanıyordu. Genç Ernesto ve ailesi bu yeni politik muhtevayı anlayabilmekten
çok uzaktı. Zira Perónizmle bir çıkar bağları yoktu ve liberal kökleri onları
milliyetçi bir harekete mesafeli durmaya zorluyordu. Buna rağmen Guevara
ailesi, Komünist Parti’den ABD Büyükelçisine kadar uzanan geniş anti-Perónist
cepheye dahil olmamıştır. Sonuçta genç Ernesto, kimliğini bulmak için çıktığı
yolculukta önce Bolivya maden işçileri hareketinde, Peru’da Victor Haya de La
Torre liderliğinde APRA’da, Guatemala’da Arbenz deneyiminde ve son olarak
Meksika’da katıldığı Fidel liderliğindeki 26 Temmuz Hareketi’nde hızla liberal
köklerinden kopacak, kendisine başlıca şiar olarak “Vatan yahut Ölüm”ü
seçecekti.
1946’da tam da Perón’un iktidara geldiği yıl askere
çağrıldı. Ernesto ikinci çağrıda muayeneye gitmeden önce soğuk bir duş alarak
astım krizini tetikledi. Askere gitmekten böyle kurtulan “Che”i 1955’ten
ölümüne dek üniformayı sırtından çıkarmayacaktır.
Son olarak yaşadıkları Cordoba’daki inşaat şirketinin de
batmasıyla Guevara ailesi Buenos Aires’e geri dönme kararı aldı. Bu sırada
küçük Ernesto liseyi henüz bitirmişti ve Cordoba’da kalarak mühendislik okumayı
planlıyordu. Ancak çok sevdiği babaannesi Buenos Aires’te hastalanınca onun
yanına gitti ve ölümüne dek burada kaldı. Bu arada annesi Celia’da meme kanseri
ortaya çıkmıştı. 1965’de hayata gözlerini yumana dek birkaç ameliyat
geçirecekti.
Fotoğraf tutkusu
Çocukluğundan beri karşısına çıkan bu hastalık olgusuyla
mücadele etmek için Buenos Aires’te kalarak tıp doktoru olmaya karar verdi.
Siyasetle ilgili değildi. Kendini neredeyse üniversite kütüphanesine
kapatmıştı. Romanlar, teorik eserler ve psikiyatri arasında kadavra
incelemelerine katılıyordu. Garip bir şekilde ondan bize miras kalmış
fotoğraflarından biri de kadavra çekilmiş olanıdır. 1948’de çekilen bu
fotoğrafta Ernesto otuz öğrenci arasında, orta üst sırada gülerken
görünmektedir. Bu Rembrandt tablolarından çıkmış sahnede “Che”, gelecekte
Vallegrande’de sergilenecek olan kendi cesedine ironik bir selam göndermektedir
sanki.
Eğer kahramanlar bir rüyayı gerçekleştiren çocuklarsa, genç
Ernesto o rüyayı -muhtemelen- Araóz sokağı 2100 numaralı evin balkonunda
görmeye başlamıştı. Tıp fakültesine 300 metre mesafedeki evin balkonunda boylu
boyunca uzanan Ernesto, ellerini başının arasına almış düşünüyordu. Daha sonra
oğluna da geçecek olan fotoğraf tutkusuyla “Che”nin babası deklanşöre bastı. 1949
sonunda çekilen bu karede belki de çıkacağı yolculuğu düşünüyordu. Bu ev Buenos
Aires’ten kesin biçimde ayrıldığı 1953 Temmuzuna kadar yaşadığı son yer
olacaktı.
“Che” babasının fotoğraf tutkusunu üniversitede devraldı.
Kamerasını her yere yanında taşıdı. Latin Amerika gezilerinden kalan önemli bir
arşiv yaptı. Bu sayede Meksika’da turist fotoğrafçısı ve gazeteci bile oldu.
Küba’da dağlardayken veya devrimden sonra tarlalarda çalışırken bile fotoğraf
çekmeyi ihmal etmedi. Tüm diplomatik ve gizli gezilerinde fotoğraf çekmeyi
sürdürdü. Kongo’da gizli gerilla savaşından bile kalan resimleri vardır.
Bolivya’da da tab edemeden öldürüldüğü birkaç makara filmi bugüne kadar
ulaşmıştır.
Kadınlar ve “Che”nin uzun yürüyüşü
Buenos Aires’teki yaşamı olağanüstü aktifti. Üniversite ve
kitaplar arasında futbol, rugby oynuyor, satranç turnuvalarına katılıyor, her
gün yüzüyordu. Aslında o dönemde hemen tüm muhafazakâr aile çocukları böyle
yaşıyordu. Ülke Perónizm ve anti Perónizm arasında kutuplaşmıştı. Ailelerinin
karşı olduğu Perónist harekete katılmıyorlardı; zira bu onlara fazlasıyla “tek
tip” geliyordu. Geriye, kaçmak ve uzun yolculuklara çıkmak kalıyordu.
İlk gezisinde dergilere haber olmayı başardı. Çünkü bir
bisiklete eklediği küçük bir motorla, Cordoba’yı kapsayan, dört bin
kilometreden uzun yolculuk yapmıştı. Yola çıkmadan önce arkadaşlarına
gönderdiği ilk mektubu “Yolların Kralından” diye imzalayacaktır. Bu yıllardan
başlayarak kısa mektuplar, kartlar yazma tutkusu gelişti. “Che” hayatının
sonuna dek sayısız kişiyle mektuplaştı. Bunların içinde kuşkusuz en önemlisi, 3
Ekim 1965’te Küba Komünist Partisi’nin ilk kongresinde okunan veda mektubudur.
Gerçekte bu mektup Füze Krizi sonrası Soğuk Savaş döneminin en kritik ülkesi
haline gelen Küba’yı korumak ve devrime karşı propaganda malzemesi vermemeyi
amaçlıyordu. Bu nedenle “Che” Fidel’e bağlılığının altını güçlü biçimde
çizmişti. 1 Nisan 1965’te anne ve babasına yazdığı veda mektubunda ise “Sizleri
çok sevdim yalnız bu sevgiyi nasıl ifade edeceğimi bilemedim; eylemlerimde
fazlasıyla katıyım ve sanıyorum bazen beni anlamadınız.” diyecek kadar
duygusaldır. Büyük ihtimalle annesi Celia’nın hastalığının ağırlaştığından
habersizdir. Celia de la Serna bu satırların eline geçmesinden önce, 18
Mayıs’ta hayata gözlerini yumacaktır.
Genç Ernesto’nun Arjantin’den ayrılmadan önce birkaç kız
arkadaşı oldu. İlki henüz lisedeyken kuzeni Carmen’di ve cinselliği keşfettiği
çocukluk dönemine denk geliyordu. Üniversitedeyken yaptığı ilk yolculukta
tanıdığı Cordobalı aristokrat ailesi kızı “Chinchina” ile ilişkisi daha
olgundu. Ona melankolik ve yakıcı mektuplar yazıyordu. Belki sadece aşkı
öğreniyordu. Üniversite döneminde ondan en çok etkilenen arkadaşı ise Tita
Infante’ydi. Tita, Ernesto’ya o kadar derin bir aşkla bağlıydı ki “Che”nin
ölümü onu intihara kadar sürükleyecek bir buhrana sokmuştu.
İlk Latin Amerika turunu, kendisinden yaşça büyük biyolog
Alberto Granado’yla yaptı. Yola çıkarken annesi Celia bir 38’lik Smith Wesson
tabancayı Alberto’ya emanet etti ve bitirme sınavlarında sağ salim onu geri
getirmesi için söz verdirdi. Şili-Peru rotasında ilerleyen ikilinin motosikleti
bozuldu, paraları bitti, elbiseleri tükendi. Yola devam edip Amazon bölgesine
girdiler. Köylüleri tedavi edip karşılığında yiyecek ve elbise aldılar. Amazon
yerlileri onlara bir sal bile yapıp hediye etti. Adını “Mombo-Tango” koyup
Kolombiya, Venezuela’ya geçtiler. Granado orada kaldı “Che” Miami’ye gidip bir
süre bulaşıkçılık yaptıktan sonra Buenos Aires’e döndü. 1953 Nisanında tıp
doktoru diplomasını aldı.
“Che”nin ikinci Latin Amerika turu kaderini kesin biçimde
belirledi. İlk turda Güney Amerika’da halkın durumunu gördü ve sosyo-kültürel
yapıyı tanıdı. İkincisinde ise tümüyle politik hareketlerin içindeydi. 1953 Temmuzunda
çocukluk arkadaşı “Calica” Ferrer’le Bolivya başkenti La Paz’a vardıklarında
kendilerini silahlı işçi milislerinden oluşan bir halk hareketi içinde
buldular. Bolivya’da milli demokratik devrim gerçekleşmişti. Oradan Peru’ya ve
Ekvador’a geçtiler. Ernesto orada, Guatemala’da milli sosyalist Jacobo Arbenz
yönetimine katılmak için yola çıkmaya karar verdi. Çok zor bir yolculukla ancak
Panama’ya vardı. Orada ekonomik olarak sıkıntılı birkaç ay geçirdikten sonra
tüm Orta Amerika’yı otostopla geçerek 24 Aralık 1953’te beş parasız
Guatemala’ya ulaştı. Orada gönüllü kamu doktorluğu yapmaya başladı. Guatemala
Devrimi, Latin Amerika’da ilk kez doğrudan ABD’yi hedef alıyordu. 16 Haziran
1954’te ABD istilası başladığında “Che”, başkentte direnen komünist birlikler
içindeydi. Bir hafta içinde Arbenz devrildi. Ernesto diğer hemşehrileriyle
beraber Arjantin elçiliğine sığındı.
İlk eşi Hilda Gadea’yı da Guatemala’da tanıdı. Hilda, APRA
üyesi, Perulu bir sosyalistti. Alımlı bir kadın sayılmazdı. İyi eğitimli ve
cesur bir devrimciydi. Günlerce süren astım nöbetlerinde “Che”yi asla yalnız
bırakmadı. Meksika’da Hilda hamile kalınca evlendiler. Fakat “Che” bu evliliği
ailesine nikahtan bir ay sonra haber verdi. Hilda’dan bir kızı dünyaya
gelmişti. Arkadaşı Tita’ya yazdığı mektupta bir felakete dönen evliliğin
kızının doğumuyla biraz olsun yumuşadığını söylüyordu. Fakat Küba seferine
çıkmak üzereydi. O Küba’ya, Hilda ve kızı ise Peru’ya döndü. Devrimden sonra
Hilda’yı Küba’ya davet etti. Ancak artık Kübalı Aleyda March’la evliydi. Hilda
1974’teki ölümüne dek Küba’da yüksek düzeyli bürokrat olarak çalıştı.
Sınırların ardında
Ernesto 11 yaşındayken sekiz yaşındaki kardeşi Roberto’yu da
yanına alarak ortadan kaybolur. Aile onların ormana girerek kaybolduğunu
düşünür. Büyük bir arama grubuyla onları ararlar ama hiçbir ize rastlayamazlar.
Günler sonra 800 kilometre uzakta bulunurlar. Anlaşılır ki Ernesto evin önünden
geçen bir kamyonun arkasına kardeşini de alarak girmiştir. Sınırlarını aşma,
“Che”de küçük yaştan beri vazgeçilmez bir tutkudur.
Ernesto Guevara, kara mizahla bohemliğin iç içe geçtiği bir
kişiliğe, güçlü bir fiziğe sahip, yanık buğday tenli, orta boylu, atletik fakat
astımlı bir erkek oldu. Her Arjantinli gibi biraz provokatif ve narsistti.
Stalin’le Baudelaire’i, şiirle Marksizmi birleştiren politik varlığı gerçekçi
ama bir o kadar da ütopikti. Eski insanı yok etme uğruna gerçekleşse de
sosyalizmin “yeni insanı” yaratması gerektiğine inandı. Gittiği her yerde,
gördüğü her şeyde, yapılan her işte niteliğe saplantılı biçimde önem verdi.
Sadece astım krizinin kesebileceği bitmek bilmeyen enerjiyle çalışırdı. Yaptığı
her şeye kendini tüm varlığıyla verirdi. Daima umutluydu; yedi canlı olduğunu
söylerdi. Küba’da iki kere yaralandıktan sonra ailesine gönderdiği mektupta
ikisi gitti beş canım kaldı diye yazmıştı. Asla ölüme inanmadı.
Fidel’le ilişkisi ve Küba’dan ayrılışı
“Che”ye göre “gerçek devrimci, güçlü sevgi duyguları
tarafından yönlendirilir”di. Sevdiklerine derin bir aşkla bağlıydı. Küba’daki
cephe arkadaşı Camilo Cienfuegos’la yakınlığı, Fidel’e bağlılığı ancak aşkla
açıklanabilir. Savaşı kazanıp Küba başkenti Havana’ya girdiğinde ilk yaptığı iş
babasını aramak olmuştur. Bir insana kavuşmak, onun için neredeyse savaşı
kazanmaktan bile önemlidir.
Fidel Castro’nun “Che”nin üzerinde babası kadar önemli bir
etkisi oldu. Fidel’in sıra dışı, şaşırtıcı kişiliğine duyduğu güven hiçbir
zaman azalmadı. Onun neredeyse çözülmesi imkansız sorunları çözüme ulaştırması,
inancındaki sarsılmaz güç ve iyimserliği kendine rehber edindi. Onun verdiği
tüm görevleri aynı inançla ve insanüstü bir çabayla başarıya ulaştırdı.
Fidel’in ona tanımış olduğu sınırsız özerklik sayesinde “Che” politik hareket
içindeki özgünlüğünü koruyabildi.
“Che”nin Küba’dan ayrılışının Fidel’le yaşadığı bir
ayrışmaya dayandığı savı tamamen yanlıştır. “Che” tüm söylevlerini Fidel’e
onaylatır ve onun desteği olmaksızın hiçbir şeye kalkışmazdı. Buna Bolivya
seferi de dahildir. “Che”nin Bolivya’ya götürdüğü birlik Fidel tarafından
seçilmiş, harekatın istihbarat, ekonomik ve askeri desteği Küba’dan
sağlanmıştı. Hatta “Che”nin daha sonra biri kaybedilen, diğeri bozulan iki
telsizi doğrudan Fidel’e bağlıydı. Üstelik bu harekat yıllar önceden
planlanmıştı. Bu amaçla Tamara Bunke 1961’de Küba’ya gelerek istihbarat
tarafından özel olarak yetiştirilip Bolivya’ya gönderilmişti. Yani Bolivya
harekatı “Che”nin yolunu Küba’yla ayırması anlamına gelmemektedir. Küba’nın
1990’lara kadar Latin Amerika’nın hemen her yerine benzer askeri harekatlar
düzenlediği bir sır değildir.
Küba, devrimin gerçekleşmesinin hemen sonrasında ABD
istilasıyla karşı karşıyaydı. Miami’nin 170 km açığında olan bu küçük adanın
tek çaresi Sovyetleri ardına alarak bir denge oluşturmasıydı. Bu stratejik
zorunlulukla Küba Devrimini yapan kadronun, tam da Lenin’in işaret ettiği
biçimde, zincirin halkalarını tek tek parçalayarak ilerleme fikri
çelişmekteydi. “Che” 11 Aralık 1964’te Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada
Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” tezini doğrudan hedef alarak şu
sözleri söylemiştir: “Bize göre ulusların bir arada barış içinde yaşaması,
sömürenle sömürülenin ve ezenle ezilenin birlikteliği anlamına gelmez”. Üç ay
sonra “Che” Guevara, Cezayir’deki Afrika ve Asya Dayanışma Kongresi’nde
Sovyetler Birliği’nin Batı emperyalizmine yönelik “ılımlı” politikasını açıkça
hedef alır. Sovyet yönetimi “Che”nin Maoist kampta yer aldığı kanaatindedir.
Küba Devlet Başkan Yardımcısının bu sözleri Sovyetler’le ilişkileri kopma
noktasına getirir. Bu nedenle Cezayir dönüşü “Che” görevlerinden istifa eder.
“Che”nin ilk olarak Bolivya’ya değil Kongo’ya gittiğini
anımsamak gerekir. O, yeni bir devrimler çağının Asya ve Afrika’dan açılacağını
düşünüyordu. Eğer Kongo’da bir zafer elde etseydi belki de bir daha hiç Latin
Amerika’ya dönmeyecekti. Fakat orada yenildi ve Küba’ya dönerek uzun süredir
hazırlıkları yapılan Bolivya harekatına girişti.
Genç Ernesto’nun Arjantin’den ayrılışıyla, “Che”nin Küba’dan
ayrılışı arasında bir bağ var mıydı? Hayat, insanın bir çemberin üzerinde döne
döne ilerleyişi gibi, aynı şeyleri farklı zaman ve biçimlerde yaşaması mıdır?
11 yaşında bir çocuğu bir kamyonun arkasına bindirip evden uzaklaştıran “şey”
ile 39 yaşında, dünyanın gözbebeği olmuş bir devrimci lideri ait olmadığı
topraklara taşıyan “şey” aynı mıdır? Bu soruların cevabını herkes kendine göre
verebilir.
Kuşkusuz; insan, tercihleri, tarihsel etkenlerin
yönlendirmesi ve olanakların sınırlarıyla biçimlenir. Ernesto “Che” Guevara
kısa yaşamı boyunca hiç kolaya kaçmadı. Her tercihi bir meydan okumaydı. Bu
nedenle resmi hala gençliğin bayrağıdır. Asla içi boş bir “isyan” sembolü
haline getirilemedi. Resmi, kişinin özgünlüğü ve bağımsızlığıyla beraber
toplumsal kurtuluşu uyandırdı. Çocukluğundan ölümüne “Che” belki de modern
çağın, hepimizin hayatında var olmayı sürdüren, en canlı tarihsel karakteri
haline geldi.
(Özgür UYANIK – Arjantin - Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ekim
2016 sayısında yayımlanmıştır)