Modern dünyada Müslümanlar, İslam’ın insanlığın her sorununa çare sunduğunu düşünüyorlar. Bu inancın doğal sonucu olarak da Kuran’ın içinde her türlü bilgiyi barındırdığı düşünülüyor. Böyle bir düşünce biçimi, doğal olarak din-bilim ilişkisinde hiyerarşik bir model öneriyor ve dini gerekirse bilimsel çalışmaların sonuçlarını denetleyecek biçimde daha yukarıda konumlandırıyor...
Peki, yirmi yıl bir konuda gözlem, deney ve çalışma yapan bir fizikçi çalıştığı konu ile ilgili bulduğu sonuçları neden dinin denetlemesine açsın? Daha önemlisi, bu denetim işini din adına yapacaklar bilimsel bazı çalışmaları hangi ölçülere göre denetleyecek?
Bir örnek verelim. Harvard Üniversitesi’nde yahut CERN’de çalışan fizikçilerin atom altı parçacıkları üzerine yaptığı çalışmaları anlayacak, tartışacak ve gerekirse eleştirecek biçimde din adına denetim işini yapacak aktörler kimdir?
Din ve bilim arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusu günümüz İslam dünyasında ciddi sorunlar doğuran başka bir alandır. O nedenle bu tartışmaya tekrar dönmekte fayda var.
Bilmek ve İnanmak Arasındaki Fark
Hemen ilk altı çizilecek nokta, bilmek ve inanmanın farklı olduğudur. Bilmek için bir şeyin varlığı yahut yokluğu ile ilgili çeşitli yöntemlerle üretilmiş verilere yani bilgiye ihtiyaç vardır. Örneğin bizler dünyanın yuvarlık olduğunu biliyoruz. Bilimin bu nedenle en önemli nihai belirleyici sonucu, ürettiği bilgi ve bilmek fiilidir.
Halbuki inanmak bir şeyin varlığı veya yokluğu ile ilgili kesin bilgiler olmadan söz konusudur. Bilimden farklı olarak din, o nedenle bilgi üzerine değil inanç üzerine kuruludur. Örneğin Müslümanlar öldükten sonra hayatın olduğuna inanmaktadırlar. Öldükten sonra hayatın olduğuna yahut olmadığına dair kesin bir veri bulmak imkanı yoktur. Nitekim, insanlar “Allah’ı bilmez”, “Allah’a inanır.” Öte yandan, kulağa şaşırtıcı gelse bile bilginin imanı yok edeceğini unutmamak gerekiyor. Örneğin, bir yöntemle insanların öldükten sonra dirildiğinin bilimsel olarak ispatlandığını hayal edelim. Böyle bir durumda insanlar, artık öldükten sonraya inanmazlar aksine öldükten sonra bir hayatın olduğunu bilirler. Aynı biçimde “ben dünyanın yuvarlık olduğuna inanıyorum” cümlesi sorunludur çünkü bu bir iman konusu değildir. Kısacası inanmak ve bilmek farklı durumlardır; ikisi asla birbiriyle tam örtüşen ve aynı duruma işaret eden kavramlar değildir.
Bu arada, inanç, elbette kendini değişik önermelerle savunur ancak bunlara işaret denilir. (Ayet kelimesinin işaret anlamına geldiğini hatırlatmak ilgi çekici olabilir.) İşaretler bir inancı savunmada sık kullanılır. Örneğin, evrendeki düzen bir Tanrı’nın var olduğuna işaret olarak kabul edilir. Bütün işaretler önemlidir; ancak hiç bir işaret bir bilgi kadar güçlü değildir. Dolayısıyla işaretler önemlidir ancak hiç bir zaman bir inancı, bilmek düzeyine getiremez.
Din ve Bilim İlişkisini Tanımlamak
Yukarıdaki tartışma aslında şunun altını çiziyor: Din ve bilim arasında farklılıklar var. Birisi bilgi; diğeri ise inanç üretmek için uğraşıyor. Daha önemlisi ikisinin birbirini doğrulama işlevi yapmasına imkan yok. Çünkü ifade edildiği gibi bilimsel olarak varlığı ve yokluğu ispatlanmış şeyler artık inancın konusu olamaz.
Bazı örnekler ile anlatırsak bilim Tanrı’nın varlığını ne doğrular ne yanlışlar. Yahut, bilim meleklerin varlığını ne doğrular ne yanlışlar. Bilimin kısacası bu konularda bir doğrulama veya yanlışlama yapabilecek yeteneği yoktur. Dolayısıyla bilimden dinsel bazı önermeleri doğrulamasını yahut yanlışlamasını beklemek anlamsız bir taleptir.
1972 yılında Amerikan Bilimler Akademisi, bu konuda önemli bir bildiri yayımlamıştır. Akademi’nin bildirisinde şu denilmiştir: Bilim ve din insan düşüncesinin birbirinden ayrı ve karşılıklı olarak birbirlerini kendilerinden ayıran alanlarıdır. Bu Stephen J. Gould’un daha sonra “birbiri ile örtüşmeme ilkesi” olarak adlandırdığı durumdur. Gould’a göre bu ilke ile din ve bilim “saygılı biçimde” birbirlerine karışmayacaklar. Burada önemli olan din ve bilimin farklı alanlar olarak ayrışmasıdır. Yani din ve bilim birbirini doğrulamak zorunda değildir ancak kavga etmek zorunda da değildir.
Dolayısıyla “Tanrı var mıdır?” sorusuna bilimin verebileceği olumlu veya olumsuz bir cevap hiç bir zaman olmayacaktır. Böylece inancı bilimsel yolla ispatlamaya yahut reddetmeye yönelik çabalar beyhudedir. Ancak, bilimin bu konuda bir yeteneğinin olmadığını kabul ettiğimiz gibi dindarların da bilimsel yollarla Tanrı’nın varlığı gibi inanç alanlarını ispatlama çabalarını eleştirmemiz gerekiyor. Dindarlar bilimsel yollarla Tanrı’nın yahut meleklerin varlığını ispatlamak imkanının olmadığını kabul etmek zorundalar.
Tevazu Sorunu
Bilim ve dinin birbirinden ayrı alanlar olduğunun kabulü dindarların ve bilim insanlarının birbirlerine saygılı biçimde olmasını gerektirir. İslam dünyasında yaygın kanı doğa bilimleri olsun sosyal bilimler olsun bilim adamlarının dine saldırdığı ve zarar verdiği biçimdedir. O nedenle aşağı yukarı İslami grupların hemen hepsi anti-entelektüeldir. Bunun sonucu olarak parti, cemaat, tarikat fark etmeksizin bütün İslami hareketlerin temel özelliklerinden birisi bilim adamlarını kendini beğenmiş olarak görmeleridir.
Bazı bilim adamlarının din konusunda asgari bilimsel ahlakı zorlayan tavırlar içinde olduğu gerçektir ve bu eleştirilmelidir. Ancak burada şunu da sormak gerekiyor: Dindarlar, bilime saygılı mı? Din ve bilim arasındaki saygıya dayalı ilişki konusunda İslam dünyasının durumunu ele almak için iki konuyu değerlendirmek gerekiyor.
İlk olarak, ortalama bilimsel anlayışa sahip bilim adamları bilimin din konusunda bir doğrulama yahut yanlışlama yeteneği olmadığını kabul ederler. 1986 yılında devam eden bir dava için Amerikan Yüksek Mahkemesine kanaatlerini belirten ve içinde Nobel ödülü almış 72 bilim adamının da imzası olan bir mütalaa şöyle demektedir: “Bilimin çalışmalarında doğa üstü izahları değerlendirme yeteneği yoktur.” Esasen bu önemli bir tevazu örneğidir. Nobel Ödülü alan 72 bilim adamı, doğa üstü konuları ölçecek bir yetenekleri olmadığını kabul etmektedirler. Ancak, aynı şekilde dindarların ve dinin de benzer bir sınır çizmesi gerekmektedir. Halbuki, modern Müslümanlar “dinin karışamayacağı alan yoktur” gibi bir slogan ile benzer tevazuya yanaşmamaktadırlar.
İkinci olarak, dinin siyasi görüşlere alet edilmesi sorun olduğu gibi, dinin bilimsel veya bilim karşıtı tavırlara alet edilmesi de sorunludur. Belirli bilimsel bulguları çürütmek için bunları kabul etmenin insanları günaha sevk edeceği algısı üretilebilmektedir. Halbuki bunun siyasi konuları din üzerinden meşrulaştırmak veya çürütmekten yapısal olarak hiç bir farkı yoktur.
Peki, Müslümanlar modern bilimin sonuçlarını eleştiremez mi? Elbette eleştirebilir; ancak bunu dine dayanarak yapmamalıdırlar. Örneğin bir bilim adamı, belirli bir yöntemle ve araçlarla Satürn’ün halkalarını ölçüp A uzunlukta dedi ise, bunu kabul etmeyen Müslüman bilim adamları aynı ölçümü yaparak onun yanlış olduğunu gösterebilir. Bunu yapmaksızın Kuran’a, hadislere, filan alimin kitaplarına dayanarak bir ret iddiasında bulunmak hiç bir anlam ifade etmez. Bir bilim adamı, bir masanın uzunluğunu 45 cm olarak ölçtü ise buna karşı çıkmanın yolu muteber yöntemlerle masanın aslında 45 cm olmadığını göstermektir. Bu tip kabul edilir çabalar olmaksızın sırf dinsel metinlere dayanarak bir tartışmaya girmek dinin bilime alet edilmesidir ve tıpkı dinin siyasete alet edilmesi gibi çirkindir.
Müslümanların bilimsel konularla ilgili bilgilerin Kur’an yahut başka dini metinlerde olmadığını kabul etmesi gerekmektedir. Kur’an, evrenin ve parçalarının işleyişi ile ilgili bilginin kaynağı olarak insan zihni ve doğa/evren arasındaki ilişkiyi adres gösterir. Kur’an, elbette pek çok konuda olduğu gibi bilimsel konularda da ilham kaynağıdır. Nitekim, tarihte Biruni, Ibn Sina, Ibn-ul Heysem gibi önemli bilim adamları Kuran’dan ilham aldıklarını ifade etmişlerdir. Ancak ilham bilgi demek değildir. İnsan, Mozart’tan da ilham alabilir. Biruni, Ibn-ul Heysem gibi çığır açmış insanların hayatları gözlemle, kütüphanede, yüksek binaların yahut tepelerin üstünde çalışarak geçmiştir. Bu büyük bilim adamları, bilgilerini Kuran’ı çalışarak değil kendi alanlarında yaptıkları gözlemlerle üretmişlerdir. Dolayısıyla modern Müslümanların zihnini neredeyse zehirleyen “bir gün bir kısa yol bulup Kuran’dan süper teknolojiler üretip bütün sorunlarımızı çözeceğiz” algısı son derece yanlış ve zararlıdır. Böyle bir hayal, maddi geri kalmışlık ve dinsel alanda hoşgörüsüzlükten başka bir sonuç üretmemektedir. Müslümanlar elbette Kur’an’dan ilham alabilirler ancak Satürn ile ilgili bilgi üretmek istiyorlarsa bunu başka bilim adamlarının yaptığı gibi yapmak zorundadırlar.
Ayrışma ve Karşılıklı Saygı
Bugünkü İslam dünyasında bilim ve din arasında tıpkı 1972 yılında Amerikan Bilimler Akademisi bildirgesinde olduğu gibi bir iç uzlaşıya ihtiyaç bulunmaktadır. Buna göre din ve bilimin insan düşüncesinin farklı ve birbirinden ilgisiz iki alanı olduğu kabul edilmelidir. Bilimin dini doğrulama yahut yanlışlama misyonu yoktur. Bilimi, “dinin hizmetine vermek” gibi nerdeyse yerleşik hale gelmiş olan anlayış hem bilimsel gelişmenin önünü kesmekte hem de İslam dünyasında büyük bir düşünce özgürlüğü sorunu üretmektedir. Tıpkı yukarıda Nobel ödülü almış 72 bilim adamının imzaladığı metinde olduğu gibi din adamları da karışamayacakları, değerlendiremeyecekleri bazı alanlar olduğunu tevazu içinde kabul etmelidirler.