Tarihi ideolojik amaçlarla çarpıtanlar, bunun için, ilk
bakışta birbirine zıt gibi görünen, aslında aynı kapıya çıkan iki farklı yöntem
uygularlar: Birincisi, geçmişteki ideojik ayrılıkları olduğundan büyük
göstermek, abartmak yoluyla çarpıtmaktır; ikincisi ise, bazı ayrılıkları
olduğundan küçük göstermek, minimize etmek, hatta öyle bir ayrılık olmamış gibi
davranmak, bu ayrılıklardan söz etmek kaçınılmaz olarak karşılarına
dikildiğinde de aniden “ciddi bir ameliyat geçirerek” ortadan toz olmaktır
(Bkz: Hikmet Çiçek, Devrimci Portreler, Kırmızıkedi, 2018, s. 241 -Arslan
Kılıç’ın İbrahim Kaypakkaya ile ilgili yazısının “sonu”-).
Bu iki yöntemin de amacı aynıdır: Parti taraftarlarının
kafasında farklı bir imaj yaratmak amacıyla “portreler”e kendi istedikleri biçimi
vermek. Örneğin, bugün, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, İbrahim
Kaypakkaya gibi isimler devrimci gençlerin gözünde birer idol ve kahraman
mıdır, o zaman onlarla geçmişte yaşanan ayrılıklar ya örtbas ya da en azından
minimize edilmeli; bugün bir kısmı hayatta olan “ideolojik düşmanlar” için ise
geçmişe ilişkin alabildiğine olumsuz bir tablo çizilmelidir. Elbette geçmişteki
ideolojik tartışmaların bugün yeni bir gözle değerlendirilmesini ve o zamanki
ayrılıkların bugünden bakınca anlamsızlaşmasını saptamak, bunlardan ders
çıkarmak yerindedir, fakat ideoloji kalelerinin “nöbetçi şövalyelerinin” amacı
bu değildir. Onlar, geçmişte ve her zaman olduğu gibi bugün de azami ideolojik
kazanç peşinde koştukları için böyle davranmakta ve kelle kesen ideolojik
kılıçlarını bugün de sağa sola sallamaktan geri kalmamaktadırlar. Onların
geçmişin idol haline gelmiş devrimcilerine saygı duydukları falan yoktur. Tek
amaçları vardır, o da bu idolleri bugün nasıl kendi çıkarımıza kullanırız
hesabıdır.
Karalamak için Abartma örnekleri
Bu girizgâhtan sonra, yukarda künyesini verdiğim Devrimci
Portreler adlı kitabın içindeki, sözünü ettiğim türden çarpıtmaların en belli
başlı örneklerine geçebilirim. Önce, farklılıkları yalan yoluyla abartma
örneklerine değineyim:
“TİP yöneticileri… üyelerinin bilimsel sosyalizmi
öğrenmesini önlemek için engeller çıkardılar. Mars, Engels, Lenin, Stalin ve
Mao’nun eserlerinin okunmasına sıcak bakmadılar.”(s. 26)
Birinci bold cümlecik “engel olmak için engel çıkardılar”
türü bir Türkçe garabeti. Herhalde yayınevinin Yayın Yönetmeni Enis Batur’un
gözünden kaçmış olmalı. Yoksa okumuyor mu?
Öte yandan, ikinci bold cümlecik de bir muğlaklık ve
sübjektivizm abidesi. “Sıcak bakmamak” ne demek? Nasıl tespit ettiniz?
Sıcaklığı ya da soğukluğu hangi ölçülere göre belirlediniz? O dönemde
(1964-1969) TİP’e gidip gelen biri olarak benim gözlemim tam tersi yönde. Sözü
geçen kişilerin kitapları, hele Marx ve Engels’inkiler TİP’te her zaman baş
köşedeydi. Lenin, Stalin ve Mao’nun okunması ise ne yasaktı, ne de bunları
okuyan üyelere yan gözle bakılırdı. Sadece partinin başkanı Mehmet Ali Aybar,
sadece bu tür kitapların okunup, örneğin bir Proudhon’un okunmamasını TİP’in
Ankara İl Kongresi’nde eleştiri konusu yapmış, bu sözleri de, edepsizliği iyice
ele almış, benim de içinde bulunduğum MDD’ci gençler tarafından yuhalanmıştı.
Kim kime sıcak bakmıyormuş acaba?
Bir diğer sübjektivist tarih anlatısı örneği şudur: “Ancak
kongrenin birinci günü Perinçek’in yaptığı konuşmada milli demokratik devrimi
savunması ve bu yönde bir karar tasarısı vermesi, başta Sadun Aren olmak üzere
TİP yöneticilerini rahatsız etti.” (s. 33)
Nasıl yani? Bu “rahatsızlığı” nasıl tespit ettiniz?
Yanındaydınız da, Sadun Aren orada bulunanlara “çok rahatsız oldum bu
konuşmadan” mı dedi? Yoksa bu konuda bir yazı mı yazdı? Hayır, bunların hiçbiri
olmadı. Yazar, TİP yönetiminin FKF yönetimine karşı daha sonraki tutumuna
bakarak böyle bir senaryo yazmış. Oysa “Kongre’nin birinci günü” Doğu Perinçek
“Milli demokratik devrimi savun”madığı gibi, tersine, TİP yönetimine bu yönde
bir eğilimi olmadığı konusunda teminat verdi. Yaptığı konuşmada, “benim partiye
karşı olduğumu söylüyorlar, bunun gerçekle hiçbir ilgisi yok” dedi de, benim
gibi, kongrede mücadele eden iki grup karşısında tarafsız bir konumda olan ama
aynı zamanda partiye de bağlı olan gençler Doğu Perinçek ekibine oy verdiler.
Sorun şu: o zamanki TİP yöneticilerinin bugünkü solcu
gençler üzerinde herhangi bir etkisi yok. O zaman vur abalıya! İşte yazarımızın
tarihi olaylara sadakati bu kadar.
Bir başka örnek, yazarın, Türk Solu dergisinde yayınlanan,
FKF içindeki “Sosyalist devrimcilerin” ihracı haberini, bir matahmış gibi,
eleştirisiz, hatta destekleyen bir havada kitaba koymasıdır. Türk Solu’nun, 14
ekim 1969 tarihli 100. Sayısında şöyle denmektedir:
“Kongre çalışmalarına başlarken verilen bir öneri ile
oportünist tutumlarından ötürü devrimci saflarda bölücülük yapan İstanbul
İktisat Fakültesi Fikir Kulübü üyesi Sıtkı Coşkun, Edebiyat Fakültesi Fikir
Kulübü üyeleri Veysi Sarısözen ve Osman Saffet Arolat örgütten atılmışlardır.”
(s. 100-101)
Bu rezil uygulamayı elli yıl sonra da olsa eleştirmek
kaçınılmazken, yazarın destekleyen bir havada kitabına alması gerçekten
ibretliktir . Öyle ya, o zamanki “Sosyalist devrimci” gençleri bugün nasıl olsa
kimse hatırlamaz, dolayısıyla pek savunan da çıkmaz. Bir kere daha vur abalıya!
Yazar, o dönemki silahlı eylemlerin başta gelen
sorumlularını, neredeyse eleştirisiz yere göğe koyamadığı halde, bu eylemler
için bir günah keçisi aramış ve sonunda bulmuş: Ant dergisi.
“Bu sunuşta, kapağı kurşun delikli kitaplarıyla dönemin ‘Ant
Yayınları’ olumsuz ve uğursuz bir rol oynadı. Che Guevara’nın Savaş Anıları,
Gerilla Günlüğü, Alberto Bayo’nun Gerilla Nedir?, Douglas Bravo’nun Milli
Kurtuluş Cephesi, Daniel John Bendit’in Anarşizm, Carlos Marighella’nın Şehir
Gerillası türünden maceracılığı kışkırtan kitapların tümü ‘devrimcilik’ adına
Ant Yayınları tarafından piyasaya sürüldü.” (s. 105)
Oysa ant Dergisi, “maceracılığı” değil, Ortodoks Marksizmin
dışında düşünmeyi teşvik eden, “başka yollar da var” diyen ve bunu göstermeye
çalışan bir dergiydi. O yıllarda Latin Amerika’da gelişen gerillacı akımın
örneklerini Türkiye’de tanıtmak sadece ortodoksiyi rahatsız ederdi. Yazar da
sadece bu rahatsızlığı dile getirmiş zaten.
Yazar, 107 sayfa tutan anlatımı içinde önemli bir yer tutan
FKF-Dev-Genç tarihini anlatırken, Dev-Genç’in son başkanı Ertuğrul Kürkçü ve
yönetimine gelince birdenbire anlatımına son vermiş. Sakın o da Arslan Kılıç
gibi “ciddi bir ameliyat” geçirmiş olmasın tam bunu yazacağı sırada!
Yazar, THKP-C içindeki ayrılıklara burnunu sokup olayın
aslını astarını araştırmadan bir tarafı tek yanlı olarak suçlayan beyanlara yer
verirken, örneğin Bingöl Erdumlu gibi teslimiyetçilikle uzaktan yakından
âlâkası olmamış devrimcilere de çamur atmaktan ve “Teslim olanlardan Bingöl
Erdumlu” gibi yaftalar yapıştırmaktan geri kalmamış. Üstelik neymiş, Bingöl
Erdumlu, kaynağı ve kime yazıldığı belirtilmeyen bir “mektubunda”, “Gerçeği
buldum ben, insanlığıma kavuştum” demiş. Aman ne büyük teslimiyet ve ihanet!
(Mektup konusunda Bingöl Erdumlu’dan aldığım sözlü açıklamayı buraya ekliyorum:
“Buraya alınan satırlar, o sırada Sağmalcılar Cezaevinde bulunan eski eşim
Tülay Tat’a yazdığım bir mektupta geçmektedir. Bu mektuba cezaevinde el
koyanlar adına şu anda bile utanıyorum. Neredeyse elli yıl önce yazılmış bu
mektubun, kitabın yazarlarının eline nasıl geçtiğinin yorumunu ise okuyuculara
bırakıyorum.”)
Farklılıkları Gizlemek İçin Parlatma Örnekleri
Kitabın yazarı şöyle yazmış:
“Hukuk Fakültesi asistanı Doğu Perinçek ve SBF asistanı
Erdoğan Güçbilmez FKF içindeki muhalefet hareketini başlattılar. Sinan Cemgil
de bu ekibe katıldı.” (s. 33)
Ben hatırlamıyorum ama Sinan Cemgil’in başlangıçta
muhalefete yakın bir tutum almış olabileceğine itiraz etmem. Çünkü o zamanki
FKF yönetimi, yalnız o sırada bir avuç bile olmayan MDD yanlısı gençlerin
değil, neredeyse bütün FKF tabanının tepkisini toplamıştı. Fakat yukarıdaki,
“Sinan Cemgil de bu ekibe katıldı” cümlesi son derece yanıltıcı ve Sinan
Cemgil’in daha o zamandan MDD saflarına katıldığı izlenimi yaratmaya yönelik
bir çarpıtma. Üstelik gerçek bunun tam tersidir. Sinan Cemgil, neredeyse 12
Mart 1971 darbesine yakın bir tarihe kadar TİP’li ve “Sosyalist Devrimci”
kaldı. Nitekim, Necla Ülkü Kuglin’in yazısında da belirtildiği gibi, 1969
yılında TİP üyesi ve “sosyalist devrimci” Şirin Cemgil’le evlenmesi de, o dönem
için tipik olan, “ideolojik yakınlığa bağlı ilişki” olgusunun bir sonucu olarak
görülmelidir. Öyle ki, biz o zamanki MDD’ci gençler, Sinan’ın saf
değiştirdiğini, ancak bir THKO’lu olarak dağa çıkıp vurulduktan sonra öğrenmişizdir.
Yazar belli ki, Sinan’ın devrimci saflardaki büyük prestijinden bugünün
MDD’ciliği olan ulusalcılığın değirmenine su taşımak istemiş.
Yazar, kimi yerlerde Doğu Perinçek değirmenine su taşımak
için tarihi olayları çarpıtmaktan da geri kalmamış. Örneğin ilk gençlik
işgalleri 10 Haziran 1968 tarihinde DTCF’de başladığı halde, el çabukluğu ile
bir değişiklik yapıp şöyle demektedir:
“Demokratik Üniversite Hareketi, 10 Haziran 1968 günü
Ankara’da Hukuk Fakültesi’nin işgaliyle başladı. Birkaç saat sonra DTCF işgal
edildi. Ertesi gün de Fen Fakültesi.” (s. 57)
Bilmeyen de, yazarın elinde kronomotre ile zaman tuttuğunu
sanacak. Oysa öyle bir saat farkı yok. İşin gerçeği şu: ilk işgal eylemi 10
Haziran’da DTCF’de başlamış, ertesi gün Hukuk Fakültesi’nin katılmasıyla
işgaller yayılmış ve İstanbul’a sıçramıştır. Peki, yazar, belki yüzlerce yerde,
yüzlerce defa yazılmış bu olguyu neden çarpıtma gereği duymuştur? Bütün
bunların Doğu Perinçek’i parlatmak için yapıldığı çok açık:
“İşgallerin Ankara Hukuk Fakültesi’nde başlamasında, o zaman
fakültenin asistanı olan Doğu Perinçek’in rolü oldu.” (s. 58)
İşte size güzel bir sübjektif tarih yazımı örneği. Mahçup
bir şekilde de olsa, aslında işgallerin başlatıcısının Doğu Perinçek olduğunu
kanıtlamak için, ya “MİT raporlarında, işgalleri Doğu Perinçek’in başlattığı ve
yürüttüğü belirtiliyordu” (s. 58) diyerek, MİT’in, olayları şahıslara bağlayan
çarpık bakışını gerçeğin yerine koyarsınız ya da olayların sırasını
değiştirerek olayı D. Perinçek’in asistan olduğu okula taşırsınız. Oysa bu
boşuna bir çabadır. Çünkü o tarihi kitle hareketi hiç kimse tarafından değil,
sadece ve sadece öğrenci kitlesi tarafından başlatılmıştı. Yarılma’da
anlattığım gibi (s. 287-298), olay DTCF’de, tesadüfen benim de bulunduğum bir
ortamda başladığı halde başlatılmasında ne benim, ne DTCF’nin o zamanki başkanı
Celal Kargılı’nın en ufak bir rolü olmuştur. Sübjektif tarih anlatımları,
kitleleri trübünlere oturtup sahneye şahısları çıkartır. Oysa gerçekte tam
tersi söz konusudur. Gerçek olaylar sahnesinin baş oyuncusu isimsiz
kitlelerdir.
Önümde bu sefer Hasan Yalçın’ın rolünün parlatılmaya
çalışıldığı bir başka örnek var:
“İstanbul’daki gençlik eylemlerine Deniz Gezmiş ve
arkadaşları, İTÜ’de de Hasan Yalçın önderlik ediyordu.” (s. 87)
O olaylara önderlik eden, Deniz Gezmiş ve DÖB’lülerdi
(Devrimci Öğrenci Birliği). O sırada İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı, “sosyalist
devrimci” Harun Karadeniz’di. Kaldı ki, o günlerde Hasan Yalçın da henüz bir
“sosyalist devrimci”ydi ve Deniz Gezmiş ve DÖB’lülerin eylemlerini tasvip
etmiyordu. Dolayısıyla Dolmabahçe olaylarında Hasan Yalçın’ın önderlik
edenlerden biri olması mümkün değildi. Olaylara katılmıştır muhakkak ama, Deniz
Gezmiş’in hemen yanı başında adının zikredilmesi sadece bir “tarihi yaratım”
ürünüdür.
Bu konuyla ilgili son bir noktaya değineyim. Kitapta, Doğu
Perinçek’in ilk kez, politik önder vasfından bir an için de olsa görece
sıyrılıp insani bir tarzda anı anlatmaya giriştiğini, bunun tatlı heyecanını
duyduğunu görmek doğrusu beni biraz şaşırttı. Belki de ’68 adına bir ucube olan
bu kitabın tek olumlu yanı budur. Ne var ki, politik kişiliği ortadan
kaldırmak, böyle bir “çocuklaşma” anında bile tamamen mümkün olamamaktadır:
“Mamak’ta ikinci kez Kontrgerilla’ya götürülen ilk kişi
benim. Daha sonra Gün ve Hasan Yalçın’ı götürdüler. Sadece Hasan’a işkence
yapmışlar.” (s. 359)
Kendimden söz etmek istemezdim ama götürüldüğümüz MİT
merkezinde, “sadece” Hasan Yalçın’a değil, bana da işkence yaptılar. Nitekim,
Hasan Yalçın’ın kitabın 311-315. Sayfalarında yer alan mektubunda bu teyit
edilmektedir.
Bazı Maddi Hatalar
Sayfa 28’de, “İlk antiemperyalist miting”in 12 Kasım 1966’da
olduğu yazılmış. Oysa ilk antiemperyalist gösteriler, 28 Ağustos 1964 günü
Ankara’da başlayıp dört gün süren gösterilerdir. 12 Kasım 1966 mitingi, ilk
öğrenci tutuklamalarının olduğu antiemperyalist mitingdir ki, yazar bunu
yazmayı da ihmal etmiş. Tutuklananlar arasında Doğu Perinçek, Hasan Yalçın,
Ferit İlsever vb. olsaydı yazmayı kesinlikle ihmal etmezdi.
Sayfa 33’te ODTÜ’lü gençlerin Elmalı köy mücadelesine
gittiklerinden söz ettikten sonra, “Gidenlerden biri de Sinan Cemgil’di” (s.
33) diye eklemeyi ihmal etmemiş (parlatma görevi gereği) yazar. Ne var ki, ODTÜ
öğrencisi ve TİP üyesi Can Savran’ın oraya giderken bir araba kazası sonucu öldüğünü
yazmaya değer görmemiş.
s. 45: “Nispi bakiye sistemi” değil, “Milli Bakiye sistemi”.
s. 71: Muzaffer Köklü, “68 kuşağı gençlerinden” biri olarak
sayılmış. Oysa, aynı kitabın 124. Sayfasında doğru olarak belirtildiği gibi
Muzaffer Köklü bir provokatördü. Editör Mehmet Ali Güller görevini iyi
yapmamış.
s. 76: Mehmet Ali Zaufçu değil, Zarifoğlu olacaktı.
s. 100. Atila Sarp’ın “her iki grubun dışında” olduğu
yazılmış. Böyle bir durum yoktu. Atila Sarp, Mihri Belli-Mahir Çayan kesiminin
adayıydı.
s. 161: “Mahir’in, TİP’li Cem Somel’le karşı karşıya
geldiği… polemik yazıları”ndan söz ediliyor. Cem Somel değil, Kenan Somer
olacaktı.
s. 365: Mahkemedeki protestoda benim de yer aldığım ve
tutuklandığım söylenmektedir. Oysa ben bu protesto olayında bulunmamış,
dolayısıyla tutuklanmamıştım.
Not: Aynı kitapla ilgili olarak, sitedeki şu yazıya da
bakılabilir:
http://www.gunzileli.com/2018/08/17/irmak-zileli-devrimci-portreler-erkek-mi/
(Gün Zileli - 13 Ekim 2018 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com)