PKK’nın, ‘derin kadro’ tarafından 1974’te Tuzluçayır’da kurulduğunu söyleyen Şükrü Gülmüş’e göre, Kesire Yıldırım, Mihri Belli üzerinden örgütten para alıyordu. Yalçın Küçük’ün görevini Hüseyin Aykol yapıyor ve Ergenekon’un Kürt basını içindeki en önemli ayağını oluşturuyor...


Nasname isimli internet sitesindeki yazılarıyla Türkiye’nin gündemine oturdu. Çünkü PKK’nın perde arkasına dair bilgiler veriyordu. Öğretmenken PKK’ya katılan eski örgütçü Şükrü Gülmüş zaman zaman medyada yer alıyor. Onun için ‘çok konuşuyor ama boş konuşmuyor’ desek yerinde olur. Bu sefer de öyle oldu. Almanya’da yaşayan Gülmüş artık fırsat buldukça Türkiye’ye geliyor. Önemli projeleri olduğunu söylüyor. Son gelişinde kendisiyle uzunca sohbet ettik. Bazı sorularımıza manalı cevaplar verdi. Ona göre, Ergenekon Örgütü ile Abdullah Öcalan ilişkisi 1972’de başladı ve hâlen devam ediyor.

-Kurulduğu yıllardaki PKK ile bugünkü arasında fark var mı?

1970 ila 1980 arasında iki kutuplu bir dünyamız vardı. Biri Sovyetler Birliği, diğeri Amerika. Sovyetler kendi içeresinde bölük bölüktü. Bana göre PKK sol jargon içinde iki kutuplu bu dünyada doğdu. Ben Mazlum Doğan vasıtasıyla 1960’larda PKK’yı tanıdığımda Vietnam türü bir modeli içeriyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tarzı da vardı. Biz aslında 68-72 yılları arasında dünyayı sarsan gençlik ruhu ile hareket ettik. Sadece zengin çocukları değil, fakir çocukları da okulları kazanarak Türkiye metropollerine gitmeye başladı. Ciddi bir Kürt gençlik hareketi oluştu.

-Metropollere okumaya gelen Kürt gençleri mi PKK’yı oluşturdu?

Bir nevi öyle. Çünkü Kürt gençleri ve bazı sol kökenli Türkler bir araya gelip toplantılar yapıyorlar. Çubuk Barajı, Dikmen ve Tuzluçayır toplantıları. Çubuk’taki tanıklardan Baki Karer’e göre, öğrenciler toplanıp biraz içki içip öğrenci olaylarını konuşuyorlarmış. Ancak bunların en kritiği ve derini 1974’teki Tuzluçayır toplantısıdır. Bu çekirdek bir toplantıdır ve PKK tarihi açısından çok önemlidir. Orada alınan kararlar gizlenmiş, bir nevi ahit burada kesilmiş. Çekirdek grup burada Öcalan tarafından belirlenmiştir. PKK’nın asıl kuruluş tarihi 1974’tür. Gerisi teferruattır.

-Toplantıdan devletin hiç mi haberi yoktu?

PKK tarihinde bu durumu Abdullah Öcalan anlatıyor aslında. Öcalan, “Polisin basabilme ihtimali vardı, ben tedbir olarak bazılarını önden gönderdim.” diyor. Hatta Süleyman Demirel’in daha sonra bir açıklaması var: “Keşke biz daha Ankara’dayken bunu engelleseydik.” Pilot Necati başta, bazı devlet görevlileri orada kimlerin toplandığını çok iyi biliyordu. Kimlerin katıldığını, ne yaptıklarını biliyorlar ancak olgunlaşmasını bekliyorlardı. Polis orayı bassa çok çok derlerdi ki, ‘Biz çay kahve içiyorduk.’ Çünkü ortada ciddi bir örgüt ve suç unsuru yok.

-Öcalan’ın Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ile bir ilişkisi var mıydı?

Biz, Grup Botiler diye bilinirdik, sık sık gidip gelirdik. Öcalan yalanı çok güzel manipüle ediyor. Kendisini DDKO ile ilişkilendiriyor. Bu büyük bir yalandır. Ankara Demokratik ve Yüksek Öğrenim Derneği’ne (ADYÖD) girmesi de tamamen solcuların ön ayak olması ile ilgilidir. Oğuzhan Müftüoğlu (eski DEV-GENÇ lideri) ve bazı solcular onu oraya taşıyor. Amerika tarafından Ortadoğu’nun her tarafından devrimci liderlere yönelik 1970-76 yılları arasında bir sürek avı var. İran’da Halkın Fedaileri lideri cezaevinde katlediliyor. Dr. Şivan, Dr. Sait gidiyor. Mahirler, Denizler yok. 143 komünist daha Barzani tarafından öldürülüp İran’a teslim ediliyor. Mesela 1972’de iki insan farklı yerlerde yakalanıyor: Biri Diyarbakır’da İbrahim Kaypakkaya (TKP/ML-TİKKO kurucusu), diğeri Abdullah Öcalan Ankara’da ‘şafak bildirisini’ dağıtırken... Neden 26 yaşındaki Kaypakkaya (cezaevinde) öldürülüyor? Öcalan ise Ramazan Özcan adıyla yanlışlıkla yakalanmış diye tahliye ediliyor. Ne bursuna ne başka bir şeyine dokunuluyor. Üçlü bir hat yapmak lazım. Öcalan, Tapu Kadastro Lisesi’nden mezun olunca tayini Diyarbakır’a çıkıyor. Burada Kayapınar köylülerinden o zamanın parasıyla 10 bin TL rüşvet alıyor. Sonra düşünüyor, ‘Bu parayla okula mı gideyim yoksa kendi partimi mi kurayım?’ diye. Öcalan birden Bakırköy Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne tayin ediliyor. Buradan hukuk fakültesine giriyor. Bir yıl sonra hukuktan ayrılıp Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçiyor.

-Öcalan çok mu zeki biriydi istediği okulu kazanıyor, istediği fakülteye girebiliyor?

Aramızda iki yaş fark var. Ben öğretmen okulunu kazanıp zar zor okuyorum. 1975’te öğretmen oklundan mezun olduktan sonra mecburi hizmet yeri olarak Hakkâri, Siirt ve Mardin’i istedim. Beni Mardin’e verdiler. Mardin Ömerli’den merkeze tayinimi aldırmak için Ankara’da tanıdıkları bile devreye soktum; ama olmadı. Fakat Öcalan’ın her istediği oluyordu. Öcalan temizlenen Ortadoğu’daki liderlik sahasında tek başına bırakıldı. Onun için kapılar sonuna kadar açılmıştı.

-Nasıl bir lidere dönüştü peki?

Ben kendisini 76’da tanıdım. Öcalan aynı zamanda çok iyi bir insan avcısıdır. İnsanın hangi noktası zayıfsa oraya basıyor. Örneğin, Kemal Pir eylemci bir insandı, hayatta kitap okumazdı. Kemal Pir’e ‘Halkların Kurtuluş Mücadelesi’ kitabını oku diyor. Kemal Pir, kitabın özetini başkasına çıkartıyor. Onun açığını yakalıyor. Diğerinin gönül özellikleri var, o yönden bastırıyor. Kimi nereden vuracağını iyi biliyor. Kadınlara tecavüz edilir, erkeklerden ise özeleştiri alınır. Ama erkekleri hadım edip (mecazi anlamda) kendisine tabi olmalarını sağlardı. Ali Haydar Kaytan, ‘Ben başkanımın hatalarıyla militanım’; Cemil Bayık, ‘Ben başkanın hayranıyım’ diyorsa bu önemlidir. Öcalan, derin ilişkilerinin yanı sıra insanları kullanmayı iyi bilir. Su oradadır, eli ulaşır ancak kendisi almaz, ‘Falanca kişi bana suyu ver’ der. Sonra ‘Kapıyı aç’ diye talimatları sıralar. Böyle olunca sistem işliyor. Leninist parti modeli irdelenmeden Öcalan’ın sistemini anlayamayız.

-Nasıl bir sistem bu?

Çok basittir; bir piramittir, altta hücreler vardır, üç kişiden oluşuyor. Merkez komite vs. En üstte merkez kongre vardır. Ama bizde bir lider, bir firavun, bir millî şef vardı. Lenin bir liderdir, bizde de Öcalan vardı. ‘Bizim bir partimiz, örgütümüz var’ diyorduk. Ben 2 yıla yakın Kızıltepe Bölge Temsilciliği yaptım. Benim zamanımda olan olayların çoğu benden habersiz yapılmış. Mesela birisi infaz edilmiş, cezalandırılmış. Bunları benim bilmem gerekiyordu; ama bilgim dışında infazların gerçekleştiğini daha sonra öğrendim. Abdullah Kıran isminde bir arkadaşımız vardı, tecrit edildi. Bu tecritte ben vardım ama infazından hiç haberim yoktu. Oysa biz sadece onu tecrit etmiştik. İşte kritik nokta burası. Tuzluçayır takımı devreye giriyor. Bunların silahı ve parası var. Öcalan’ı putlaştırmayan kim varsa onu ezip geçiyorlardı. Benim bölgemde ben varsam Öcalan dâhil kimse orada benden habersiz iş çevirmez. Buna karşı çıkanların ortadan kaldırılması lazımdı ve kaldırılıyordu. Böyle onlarca infaz yapıldı.

-Tuzluçayır grubunun bağlantıları çok mu derin?

1974’ten bu yana 50 bin insanın öldüğü söyleniyor. Tuzluçayır toplantısında Abdullah Öcalan, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Rıza Altun, Cemil Bayık, Mustafa Karasu gibi isimler ve diğerleri var. Şimdi Kandil’de olan Ankara grubunun neredeyse tamamı hayatta. Gerillada bir liderin ömrü en fazla 2 yıldır. Mesela Diyarbakır Cezaevi’nde Rıza Altun 14 Temmuz’da ölüm orucunu bıraktı. Ali Erek de bıraktı. İkisi de geri döndü; ama Erek, Esat Oktay Yıldıran tarafından öldürüldü. Rıza’ya dokunulmadı. Mustafa Karasu, Fuat Çavgun’dan 8-10 gün önce eyleme katıldı. İnsanın ölüm orucundaki ömrü 60 gündür. Mustafa Karasu, 75 gün kalıyor fakat bir şey olmuyor. Ama oruca katılan ve daha sonra örgütten ayrılan 58 arkadaşım Almanya’da hâlen felçli yaşıyor. Bu nasıl oluyor? Karasu’ya Sivaslı bir doktor süt veriyor, onu besliyor. Güya Karasu kendisine takılan serumu çıkartıp atıyor ve hayatını sürdürüyor. Ölüm orucu tutan kişiye bir bardak su verdiğiniz zaman ömrünü en fazla üç gün uzatabilirsiniz.


-Tuzluçayır’da PKK kuruldu ve dizayn edildi madem, 1978’de Fis’teki toplantı neden yapıldı?

Fis toplantısı bana göre Tuzluçayır’ın resmî olarak deklare edilmesidir. 1991’de Öcalan’a sordum. “Başkan, herkes PKK’nın kuruluş tarihini merak ediyor? Neresini başlangıç olarak almak gerekiyor?” Bana, “Dikmen’i alabilirsin, Çubuk’u alabilirsin, Fis’te olmuştur diyebilirsin.” şeklinde cevap verdi. Hiç Tuzluçayır’dan söz etmedi. 1978’de Fis toplantısına katılanların sayısı çok azdır. Bizim bölgemizden Ferzende Tağaç, Mehmet Şener vardır sadece. Mardin’den hiç kimse yok. Fis’te en az 50-100 kişi olması lazımdı. Mardin’den sadece 10 kişi biz gönderdik. Batman’da 52 kafa kadromuz var. Sadece iki kişi çağrılıyor. Kesire Yıldırım var. Ama bizler yani işin içinde olan bölge sorumluları yok. Fis’te 12 kişi vardır. Tuzluçayır gayrimeşru illegal bir örgütlenme olarak görülüyor. Fis’te Abdullah Öcalan genel başkan olmasaydı oradan hiç bahsedilmezdi. Çünkü başkanlık için Şahin Dönmez onu öneriyor, o da Şahin Dönmez’i öneriyor. Cemil Bayık, Ali Haydar Kaytan, Şahin Dönmez, Abdullah Öcalan ileri uçtaki yürütmede yer alıyor. Sırıtıyor, bir terslik var. Ben Mardin’de Kızıltepe temsilcisiyim, beni niye çağırmıyor Fis toplantısına? Daha sonra Diyarbakır Günaydın Apartmanı’nda bir toplantı yapıyor. 1978’de Fis’ten hemen sonra ben, Ferhat Kurtay, Şemsettin Aktaş, Kesire, Mazlum Doğan ve Öcalan oradaydık. PKK’dan sonra Mardin teşkilatı kuruluyor. Zaten bölgede faaliyet yürüten temsilciyim, teşkilat var ama Öcalan bizi çağırıp tebliğ ediyor. Böylesine bir çelişki var.

-Çatışma ortamına giriliyor ve diğer Kürt gruplarına savaş açılıyor. Hedef neydi burada?

1976-77’de Ankara’da Apo daha parti kurmadan bir arkadaşı takılıyor, ‘KDP’ye katıl’ diyor. Öcalan, “O, Barzani’nin partisi, ben kendi partimi kuracağım.” diyor. KDP bölgede çok etkindi o dönem. Ama birileri Öcalan’a diyor ki ‘Kendi partini kur’. Kürdistan Ulusal Kongresi (KUK) gençleri güçlüydü. Ben Mardin’i terk ettikten sonra yerime gelen Ahmet Kurt bana gelip bir şeyler anlattı. Duran Kalkan buna diyor ki, “KUK’u vursak kaç ayda bitiririz?” Ben,  “Sakın ha!” dedim, “KUK, KDP’nin çocuklarıdır, biz kimiz ki bunları yok edeceğiz?”

-KUK bitirildi, bunu nasıl başardılar?

KUK’çular olayın vahametini bilemedi. Kitleleri çatıştırdılar, arada insanlar gitti. Ama PKK liderleri ne hikmetse ölmedi. TİKKO ile çatışmamız oldu. Bize dediler ki ‘Biz sokakta kitle çatışmasına girmeyiz; ama istersek sizi bir ayda bitiririz.’  PKK olarak oturduk sesimizi çıkaramadık. KUK’un en büyük hatası köylü savaşı yapmış olmasıydı. Tabii PKK zaten garip yardımlar alıyordu. Derin Ankara grubunun yapacağı bir iş değildi bütün bunlar.

-Darbe olmadan Öcalan’a birileri haber veriyor, onu Suriye’ye gönderiyor?

1978’de Elazığ Fevzi Çakmak baskınında Elazığ grubuyla birlikte Şahin Dönmez ve Cemil Bayık yakalanıyor. Cemil bir hile yaptı. Şahin ise Apo’nun yerini söylüyor. Diyarbakır’daki Günaydın Apartmanı’nın adresini veriyor. Güvenlik güçleri kapıya kadar geliyor; ancak MİT’in içindeki bir ekip durduruyor onları. Öcalan, başta karısı ve kardeşi olmak üzere partiden kimseye haber vermeden Suriye’ye geçiyor.

-Öcalan’ı Suriye’ye kim götürdü?

Ben tanıyorum, onu götüren beni de götürdü. Fakat birileri bunun kulağına üfledi, ‘Abdullah artık dışarı çık, seni koruyamıyoruz.’ Devletin bir kanadıyla Öcalan ilişkideydi. Onu sahaya sürenlerden birisi haber verdi ve dışarıya çıkmasını istedi. Öcalan’ı 1974-75’te Abdurrahman Ayhan taşıyor. Ardından Pilot Necati taşıma görevini devralıyor. Daha sonra Pilot Necati’nin birtakım kirli ilişkileri ve soygunları ortaya çıkıyor. Pilot, en son Haki Karer’in öldürülmesine kadar var, sonra ortadan tuhaf biçimde kayboluyor.

-Pilot Necati gerçekten var mı?

Bu devletin derinlerinden biridir. Havacı Yüzbaşı Necati Kaya’dır. Ağrılıdır. Öldüğü söylendi, hatta birileri mezarını gösterdi. Ancak bu bir yalandır. Onun öldüğünü Öcalan dışından başka kimse söylemiyor. Hâlâ yaşıyor, Öcalan’a ‘Ülkeye hoş geldin’ diyen ekibin içinde yer alıyor. Öcalan’a söz veriliyor, ‘Bundan sonra gelip cezaevinde kalacaksın ama sana kimse dokunmayacak’ deniyor. Öcalan’ın Suriye macerası ise başkadır.

-Bilinçli ve kontrollü mü gitti?

1979’un sonlarında. Suruç’tan Ethem Akçan onu Suriye’ye götürüyor. İlginç olan şu: Akçan onu Suriye’ye götürdükten sonra bunlar direkt olarak Suriye istihbaratı Muhaberat’a gidiyor. Öcalan onlarla anlaşıyor ve beraber çalışacaklarını söylüyor. Çıkışta Ethem ‘Abi bu nasıl oluyor?’ diyor. Öcalan ‘Onları oyuna getireceğiz’ diyor. Ethem Akçan 6 ay sonra gerillaya (dağa) gönderiliyor ve burada öldürülüyor. Ethem’in yerine Suriye Kürdü ve Muhaberat’a çalışan muhafız Hamid görev almaya başlıyor. 20 yıl boyunca Öcalan’ın yanında bu kişi kalıyor. Orhan Aydın ile Öcalan’ın yanına gidip kaldık. Gündüz bizimle görüşüyor; ama gece başka yerde yatıyordu. Duruma şaşırmıştık. Orhan Aydın savunma verip infaz edilen ilk kişidir. Bize ‘Burayı MİT basar mı?’ diye soruyor. Zaten orada korunduğunu biliyor. İlişkileri var; ama bize yine de soruyordu. 

Hüseyin Aykol ismine dikkat

-Neden soruyor?

‘Olayın vahametini bilin. Ben bildiğiniz gibi rahat değilim’ demek istiyor. ‘Ben dağa sizin için gelmedim, gelseydim hepinizi öldürürlerdi’ diyor. Suriye’den çıkışında derin devletin haberi vardı. Bunu Muzaffer Ayata doğruluyor. Öcalan ile devlet arasındaki aracı Yalçın Küçük’tü. Küçük benden nefret ediyor. Beraber medyada çalıştık. Raporlar hazırlıyor, her yere emirler veriyor. Yeni Ülke gazetesine geldiğimde Yalçın Küçük başdanışmandı. Ben de dokunmuyordum ona, ‘Hocam’ deyip duruyordum. Küçük, devletle aramızda çifte kulaktı. Mehmet Ruken isminde yazı yazıyordum. Gelip bana bunun kim olduğunu sordu. ‘Partiden birisidir’ dedim. Mehmet Ruken’i merak ediyor, Şükrü Gülmüş’ü hiç etmiyor. Ona göre bir sızma var. Sonra benim dönemimde Ahmet Faik diye birisi yazılar yazıyor. Ben kim olduğunu bilmiyorum. ‘Kürdistan Medya Sorumlusuyum’ ama kim olduğunu bilmiyorum. Araştırdım. Ahmet Faik’in Hüseyin Aykol olduğunu ortaya çıkardım. Hüseyin Akyol, Yalçın Küçük’ten sonraki asıl görevi yürüten kişidir. Hâlen vazifelidir. Ergenekon’un Kürt basınının içindeki en önemli ayağı bu isimdir. Ben ona ‘Artık sen Özgür Gündem’de yazacaksın, İngilizcen var orada dış haberlere bakarsın’ dedim. Bana ‘Hoca, beni Yeni Ülke’den alırsan biterim’ dedi.

-KCK’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?

PKK’dan Kürdistan Topluluklar Birliği’ne (KCK) dönüş tarihsel olarak oluşturulan ‘mit’ ideolojisinin yok olmaması için ortaya atılan bir yöntemdir. Öcalan bütün çabalarına rağmen halkın taleplerini karşılayamadı. Halkı bağlamak için KCK oluşumunu geliştirdi. Kürtleri kapsayan bir edayla ortaya çıktı. Bu mecburi bir gidişattı. Yoksa biterdi. Sabri Ok, Muzaffer Ayata gibi insanların bir kısmı Öcalan rolüyle iş görmeye başladı. Eğer bir kadro 20 sene cezaevinde kalıyorsa sonrasında ‘askere git’ deniliyorsa, bu eğitime gönderiliyor demektir ve devletle buluşma noktasıdır. Nurettin Demirtaş’ın askere gidip gelmesi önemlidir. Avrupa Temsilcisi Ali Sapan askere gidip geldi.  Bu insanlar askere gidiyor da niye diğer zavallı çocuklar gidip çatışıyor?


-Sabri Ok çok mu etkili biri?

Duruma göre vazife alır. Öcalan’ın talimatlarını kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Avrupa’dadır ama Kandil’e gidip geliyor. Rıza Altun Paris’te yakalandığında Kendal Nezan, Yaşar Kaya, Mehdi Zana kefaletiyle orada bir süre kalıyor. ‘Bu adam terörist değildir’ dediler. Fakat sonra Altun’un pislikleri ortaya çıkınca önce Avusturya’ya oradan Kandil’e gönderildi. Ama ona bir şey olmuyor çünkü Ankara grubundandır. En kötü ihtimalle tecrit edilmesi lazım.

-Mahmut Şakar’ı nereye koymak gerekir?

Devlet ile Abdullah Öcalan arasındaki ilişkinin en sağlam kayışlarından biridir. Öcalan’ın yakalanmasıyla avukatlar örgütü oluşturuldu. İrfan Dündar da Şakar kadar önemli bir isimdir. Ama Öcalan’ın avukatlığını yapan Mükrime Tepe, Medeni Ayhan, Ahmet Zeki Okçuoğlu ortalarda yok. Adaya ilk giden bunlardı. Şimdi Şakar ve Dündar etkili ve avukatları yönlendiriyor. Öcalan’ın temsilcisi olmak bir imtiyazdır. Feridun Çelik nerede? 1978’de benim öğrencimdi. Diyarbakır Ofis’te sıradan bir avukattı. Birden palazlandı. Belediye başkanı oldu. Mesela Abdullah Akın, Batman belediye başkanı oldu. Bunlar nasıl yükselip önemli mevkilere geliyor? Bu soru çok önemlidir.

-Kesire Yıldırım’ın örgüt ile hâlâ ilişkisi var mı?

Kesire’nin ayrılığı Öcalan ile bireysel anlaşmazlığıdır. Kopuşlarının birinci sebebi Öcalan’ın Suriye’ye geçerken Kesire’ye haber vermemesi, ikincisi ise aile mefhumlarının olmaması. Devrim nikâhı işe yaramadı. Kesire hâlen görevli. ‘Ben sana karışmıyorum sen de bana karışma’ diyor. Öcalan’ın sırlarını saklıyor. Öcalan tarafından maddi olarak besleniyor. Bir de konuşması hâlinde bütün ailesinin öldürüleceği yönünde tehdit almış durumda. Mihri Belli ile Kesire’nin bağlantıları vardı. Para bir dönem Mihri Belli üzerinden Kesire’ye aktarılıyordu. Bu durum şu anda nasıl devam ediyor bilmiyorum.

-Kesire gerçekten çok şey biliyor mu?

Hüseyin Yıldırım’ın bana söylediğine göre Kesire çok şey biliyor. Üç kişi konuşursa Abdullah Öcalan biter ve PKK dağılır. Kesire, Barzaniler, bir de Çernobil (adını vermek istemiyor) diye birisi. Devlet zaten yaptıklarını anlatmaz. Barzani’deki belgeler bile çok şeyi bitirir. Ancak PKK ve Öcalan’ı yaralayacak, bitirecek çok kişi var. Fakat bunlar konuşmuyor. Bir nevi suskunları oynuyorlar. Çünkü olay çok derin. PKK-Ergenekon ilişkisi 1972’de başlıyor.

Şükrü Gülmüş: Uğur Mumcu Öcalan ile görüşmeye çalışırken öldürüldü (SELİN ONGUN-T24-16.01.2011)

Şükrü Gülmüş, PKK’nın Türkiye yapılanmasındaki ilk kurucularından.

1970’de parasız yatılı olarak Kırşehir Öğretmen Okulu’na başladı. 1974 yılında mezun oldu, PKK’ya katıldığı 1978 yılında dek öğretmenlik yaptı. 

1979’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’ye geçmesinden sonra Kemal Pir, Halil Ataç, Seyfettin Zuhurlu, Suphi Çevrici gibi isimlerden oluşan 20 kişilik bir grupla askeri eğitim almak için Lübnan’a gitti. 

12 Eylül 1980 darbesinden yedi ay önce, Şubat 1980’de Beyrut’a, Abdullah Öcalan’ın yanına çağırıldı. Türkiye’den ayrılmasının ardından dönemin PKK Merkez Komitesi tarafından “saf dışı edildiğini” düşünen Öcalan’ın yeni “parti programı” ve stratejisini iletmek üzere “direkt müdahale grubu”nda yer aldı. 

Öcalan’ın talimatıyla Türkiye’ye geçti; Şanlıurfa’nın ilçesi Suruç yakınlarındaki bir köyde Cemil Bayık’ı görevden aldığı gece düzenlenen baskında yakalandı. Cemil Bayık dağa çıktı; Şükrü Gülmüş cezaevine girdi. 

“PKK Ana Davası”nda altı kez idamla yargılandı. Sekiz yıl Diyarbakır Cezaevi’nde, bir yıl Urfa Cezaevi’nde, iki yıl Ceyhan Cezaevi’nde, toplam 11 yıl tutuklu kaldı. 

1980 yılında girdiği cezaevinden 1991 yılında çıktı. Murat Karayılan’ın ilettiği, “Öcalan seni Şam’a davet ediyor” mesajıyla, cezaevinden sonra yerleştiği İzmir’den Bekaa’ya geçti. Yedi aylık askeri ve siyasi eğitimin ardından Öcalan’ın talimatıyla, bu kez PKK medyasının başına geçti; örgütün “Türkiye ve Kürdistan basın yayın ve yasal parti sorumlusu” oldu. Birkaç ay sonra Özgür Gündem gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği’ne atandı. 1993 yılında PKK ve Öcalan ile ters düşerek, Almanya’ya iltica etti. 

Geçen hafta (9 Ocak 2010 / Pazar) Türkiye gazetesinde yer alan söyleşi ile Şükrü Gülmüş’ün 18 yıl aradan sonra Türkiye’ye geldiğinden haberdar olmuştuk. Gülmüş, “Öcalan, Kürtlerin başına gelmiş bir musibet” dediği söyleşide bir de haber vermişti: “Uzlaşma ortamı devam ettirilirse geçmişte PKK’de görev yapmış, Almanya’da yaşayan 200 kişinin gelebileceğini söyleyebilirim.”


Eski PKK’lıların Türkiye’ye dönmeleri Kürt siyasi hareketine yeni bir pencere ekleyebilir mi? 

Diasporadaki PKK muhalifi Kürtler ne istiyor? Avrupa’da yaşayan bir PKK’lı ile Kandil’deki tek tip bir görüntü içinde mi, yoksa ne gibi farklılıklar var” sorularını da kapsayacak bir söyleşi için, foto-muhabir arkadaşım Burçin Korkmaz ile Taksim’de, Şükrü Gülmüş’ü bekliyoruz. 

15 dakikalık rötarın ardından Gülmüş’ü cep telefonundan arıyoruz: “Şükrü Bey, biz meydandayız...” Gülmüş’ün yanıtını aynen aktaralım: “Ben güvercinlerin oradayım.”

Telefonu kapatıyoruz, beş on adımdan sonra, hemen ötemizdeki Gülmüş’ü fark ediyoruz. Çömelmiş, iki-üç yaşlarında bir çocuğu seviyor. Elinde plastik bir bardak, içinde buğday, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na doğru güvercinleri yemliyor. 

Buluşacağı gazetecileri “yemlemek” için kurgulanmış bir kare mi bu; bizce değil. Ömrünün hatırı sayılır kısmını silahlı örgüt gerçekleri içinde geçiren bir insanın, tüketemediği insan fotoğrafı. 

Gülmüş’ün bize ayıracağı zaman son derece kısıtlı; birer bardak çay içebilecek kadar vaktimiz olduğundan, söyleşeceğimiz kafeye doğru ilerlerken, sormaya başlıyoruz:  

18 yıl sonra Türkiye’ye geldiniz, bildiğimiz kadarıyla memleketinize gitmediniz. Neden? 

'Ailemin bir bölümü PKK'da, bir bölümü Hizbullah'ta'

Gülmüş, bir yandan İstiklal Caddesi’nin tadını çıkaran adımlar atıyor; vitrinlere, insanlara dikkat kesiliyor. Hatta bir ara, gözlerini binaların tepelerine doğru dikmişken bile yakalıyoruz. Neyse ki, bu çeşit bir yürüyüş esnasında sorularımızı yanıtlamayı da ihmal etmiyor: 

“Bir sonraki gün Türkiye’den ayrılıyorum. Bu gelişim 18 yıl sonra olmuş. Ama memleketime, Batman’a gidemedim. Benim ülkeme gidemeyişimin nedeni düne kadar saflarında mücadele ettiğim örgüttür. O nedenle bir kısım akrabam, şimdi beni görmeye İstanbul’a geliyor. Şöyle anlatayım; benim ailemin bir bölümü PKK’nin içerisindedir, bir bölümü Hizbullah tarafındandır, bir kısmı AKP’lidir. Şimdi biz böyle bir aileyiz. Ben dayılarımın, amcalarımın yanına gitsem devletten önce örgüt sorgulayacak onları. Zaten en büyük çelişki budur. Bir ev düşünün; hem Hizbullahçı, hem PKK’li, hem AKP’li… Bu insanlar bir evin içine nasıl girecekler? Birbirlerine nasıl güvenip kardeşlik yapacaklar?”


'Biz Kürtler önce kendi içimizde silah bırakalım'

“Vallahi çok düşünmüşüm, ben diyorum ki, biz Kürtler önce kendi içimizde yemin edelim, kendi içimizde silah-külah işlerini bırakalım, kendi içimizde barış yapalım, şu silahları gömelim hele! Kürtler kendi arasında barışmadan Türklerle barışamıyor. Kürtler kendi içinde barışamayınca ne oluyor; cahiller aydınları korkutuyor.” 

'Eski kurucuları PKK'ya karşı korunsalar gelirler'

“Şu anda PKK’nin kurucu kadrolarında yer almış onlarca isim, benim geldiğim gibi İstanbul’a gelebilir. Hükümet bu insanlara bir ışık tutsa, bu insanlar Türkiye’ye döndüklerinde örgüte karşı kendilerini koruyabileceklerini hissetseler, gelecekler. Ben size Şükrü Gülmüş olarak söyleyeyim; Almanya’dan en az 150 kişi, Türkiye’ye gelmek için can atıyor. Ama çekiniyorlar. PKK’nin esas yaratıcı kadroları bunlar, bu insanlar 30 yıllarını bu örgüte vermiş. Bölgelerine gidebilseler, oradaki halk onları görse, yaşananları sorgulamaya başlayacaklar. Kürt hareketi böylelikle demokratik bir muhteva kazanabilir. Şivan Perwer, Kemal Burkay gibi popüler isimlerin Türkiye’ye gelmesi elbette sembolik olarak önemlidir. Ama asıl PKK’nin ana karinesini oluşturan kadroların dönmesi gerek.” 

'PKK'nin Almanya'nın tüm büyük şehirlerinde camisi var'

Avrupa’daki “Kürt diasporası”nda, PKK’nın kurucu kadrosunda yer alan, ancak artık muhalif kanatta yer alan, şiddeti reddeden Kürtler ile PKK’lılar arasında bir “karşılaşma” var mı? 

Şükrü Gülmüş’e göre Avrupa’da bir “Kürt diasporası”ndan söz etmek mümkün değil: 

“Örgütlerin kendi gettoları-mahalleleri var. Örneğin PSK’lilerin mahallesi belli, PKK’lilerin yeri belli, İslamcı Kürtlerin semti belli. Böyle küçük Kürt gettoları var, ama ulusal yelpaze içinde bir Kürt diasporası yok. Mesela ilginç bir örnek vereyim; PKK’linin gittiği camiyle, eski PKK’linin gittiği cami de bir değil. Gerçi eski PKK’liler henüz cami kuracak aşamada değil, ama PKK’nin neredeyse Almanya’nın tüm büyük şehirlerinde en az bir camisi var. En büyük camileri Hamburg’daki Şeyh Sait Cami.” 


'İslamcı Kürtler ile PKK arasında Türkiye'deki gibi rekabet yok'

Almanya’daki İslamcı Kürtler ile PKK arasında bir rekabet söz konusu mu? Gülmüş’ün izlenimi şöyle: 

“1990’lı yıllarla kıyaslandığında, Almanya’ya iltica eden ve PKK’ye sempati duyan imam kadrolarında düşüş var. Fakat İslamcı Kürtler ile PKK’lılar arasında Türkiye’deki gibi bir rekabet yok.” 

'Avrupa'daki PKK'lilerin ancak beşte biri aktif kadrodur'

Gülmüş, “PKK’nın Almanya’daki dernekleşme, para toplama, kitlesel eylem organize etme, festival düzenleme gibi faaliyetlerinde de düşüş olduğunu” söylüyor. Bu değerlendirmeyi neye dayanarak yaptığını soruyoruz, yanıtlıyor:

“Altı yıl önce, mesela Gelsen Kirtchen’de festival yaptılar mı, 60 bin insanı topluyorlardı. Ama artık yaptıkları organizasyonlarda bu rakamlara ulaşamıyorlar. ‘Yurtsever Kürtler’ dediğimiz, bağımsızlık için, Kürdistan için bir şekilde PKK’ye yardım etmek gerektiğini düşünen insanlar, demokratik cumhuriyet gibi laflardan rahatsız. ‘Bağımsızlık olmayacaksa, ben niye para vereyim size?’ diyenler azımsanacak bir grup değil. Fakat bundan, PKK Avrupa’daki gerillalarını beslemekte güçlük çekiyor sonucu da çıkmaz. Şu da bir gerçek; Avrupa’daki yaşam şekli zaman içinde insanların düşüncelerine sirayet ediyor. En basiti gerilla, pasaport alıyor, bir yerlere gidiyor, çocukları oluyor, çocukları okuyor, vatandaşlık elde ediyorlar, birçok yönde hayata bağlanıyorlar. Ve yıllar önce geldikleri gibi bakmıyorlar meselelere. Bu izlekle bakarsanız, Avrupa’daki PKK’lilerin ancak beşte biri aktif kadrodur. Geri kalan, ‘yurtsever taban’ olarak tarif edilen insanlardır.” 

'Çarşamba ayetleri ne diyorsa o olur, karşımızda tarikat var!' 

O halde, Avrupa’daki aktif PKK’lı ile Kandil kadrosu arasında örneğin “silahlara veda” konusunda fark olabilir mi? Bu soru üzerine önce bir güzel gülüyor Gülmüş. “Saf mısınız?” şeklinde çevrilebilecek bir ağız hareketi yapıyor. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da avukatları ile yaptığı haftalık görüşmeleri işaret ederek devam ediyor: 

“Çarşamba ayetleri ne diyorsa, Avrupa’da da, Kandil’de de o olur. Karşımızda örgüt adı altında bir tarikat var. Öcalan’a rağmen yaşamayı becerebilen kaç kişi kaldık?” 

Daha fazla gecikmeden, tam burada söyleşiyi, Beyoğlu’ndaki küçük bir kafede sürdürüyor olduğumuzu belirtmemiz gerek. Sebebi belli; söyleşi konuğumuz Gülmüş’ün, servis yapan garsonun ya da arka masada salata yiyen kadınların duyacaklarını umursamayan tabiatı. 

'PKK önce 'deli', sonra da 'hain' ilan etti'

Bağırmadan ama yüksek sesle konuşan bir adam Gülmüş. Cezaevi sürecinde tanıştığı Hepatit B virüsü, karaciğer yetmezliğine kadar sürüklemiş onu. 1993 yılında Almanya’ya iltica ettiğinde, tekerlekli sandalye ile binmiş Türk Hava Yolları uçağına. Hastanede tedavi gördüğü sırada örgüt tarafından tecrit edildiğini söylerken, “Dil bilmem, yol bilmem, dımdızlak kaldım. Çoluk çocuk perişan. Moral değerlerimi yitirmiştim. Kendimi üçüncü kattan attım. Yanımda yatan iki Alman hastayı da yaraladım” deyiveriyor. Sonra küçülmüş gibi duran elleri ile parmak hesabı yapıyor. “11 yıl cezaevi, iki yıl hastane, sekiz ay psikiyatri servisi” derken, açıklama gereği duyuyor: 

“Tıptaki şeklini anlatmayı hâlâ öğrenemedim ama şöyle olmuş. Karaciğer yetmezliğinde, diyet uygulanmadığı zaman, vücuda giren fazla vitamin bir nevi alkol almış gibi insana kendisini kaybettiriyormuş. O zaman zarfında kendime zarar verdiğim için sekiz ay psikiyatri tedavisi gördüm. PKK beni resmen deli ilan etti. Ama değilmişim! Almanca yazdığım Cepheler Arasında adlı kitabımda bu süreci anlattım. Ama bu kez de hain ilan edildim.” 

'Hikmet'in katledilmesiyle yasal mücadele yapan Kürtler esir alındı' 

Gülmüş, kafeye girdiğimizde rica etmişti: “Cezaevinden kalma bir durumum var. Cam kenarında oturursak, konuşacaklarıma konsantre olamam. Aklım, gözüm sokağa takılır.” 

Evet, sırtını sokağa dönerek oturduğu bu sandalyede, travmalarını bir çırpıda anlatıvermişti. Az önce yarım kalan, “Öcalan’a rağmen yaşamayı becerebilen kaç kişi kaldık?” kısmını ise pas geçmeye niyeti yoktu: 

“İki milat söyleyeyim; Mehmet Şener ve Hikmet Fidan’ın öldürülmesi. Katledilen Mehmet Şener silahlı kanattaki son Öcalan muhalifiydi. Katledilen Hikmet Fidan ise sivil kanattaki yasal demokratik muhalefet yapan son kişiydi. Biz, Hikmet ile 1970’te, Kırşehir Öğretmen Okulu’nda tanıştık. Hikmet, bambaşka bir insandı. Hikmet Fidan her şeyden önce yasal demokratik ve meşru zeminde PKK ve Abdullah Öcalan’a muhalefette bir milattır. Hikmet’in yasal parti grubundaki kişiler, Ahmet Türk, Murat Bozlak, Mehmet Ünay vs., bu 50 kişilik grup hepsi çok iyi biliyor ki, infazcılar PKK tarafından gönderildi. Hikmet Almanya’ya geldiğinde benimle görüşmemişti. Keşke o görüşmeyi yapabilseydik. Kesinlikle ve kesinlikle PWD (Yurtsever Demokrat Parti) ile ilişki içinde olmamasını söyleyecektim. Çünkü PWD, Osman Öcalan, Abdullah Öcalan’ın yeminli adamlarıdır. PWD, Öcalan’a muhalefet adı altında, aslında Apo’ya muhaliflik edenlerin infazcısıdır. Ahmet Türk’ü de, diğerlerini de, sustukları için anlamam mümkün değil. Hele Ahmet Abi’yi affedemiyorum. İnsan böyle bir katile hizmetkârlık yapamaz. Yasal zeminde siyaset yaptıklarını söyleyen o Kürtler, Hikmet’in katledilmesinden sonra esir alındı. Osman Baydemir’in belediyesi, PKK’nin korkusundan, Hikmet’in cenazesini kaldırmak için ambulans bile vermedi. Ancak ne zaman Öcalan, Saddam’ın yıkıldığı gibi gidecek, belki o zaman konuşacaklar.” 


'PKK'nin ilk cinayeti 1977'dir'

Gülmüş, not aldığımız kâğıdı ve kalemi rica ediyor. Uzatıyoruz, 1977 yazıyor. Ve yaza-çize anlatmayı sürdürüyor:

“Bizim, PKK’nin ilk cinayeti 1977’dir. Celal Aydın’ın Malatya’da vurulması. Biz, bunu sorgulamadık, bilmedik. Gelelim 1978’e. PKK, 27 Kasım 1978’de kuruluyor. Birinci kongre, ikinci kongre, üçüncü kongre ve Mehmet Şener’in öldürüldüğü dördüncü kongreye gelelim. Peki bu arada Mehmet’in dışında Öcalan’a muhalefet eden insan çıkmadı mı? Çok insan vardı, ama hiçbiri Öcalan’ı aşamadı. Fakat biz, PKK muhalifleri şunu kabul etmeliyiz ki, Mehmet Şener ideolojik-programsal olarak ve Öcalan’ın bahçesinden kaçmadan, ona karşı dikilen ilk insandır. Mehmet Şener, geri kalanlarımız gibi bireysel davranmadı, örgüt kurdu, ‘PKK vejin’ dedi ve Öcalan’a cephe açtı.”

Az önce yazıp çizdiği kâğıdı dörde katlarken prompterdan okur gibi anlatmayı sürdürüyor Gülmüş: “Şener bir yanlışlık yaptı, önce PKK kongresinde Öcalan’dan mali rapor vermesini istedi. Şimşekleri üstüne çekti. Öcalan kongreye müdahale etti. Tesadüf eseri pusulası yakalandı, tutuklandılar. Gerçi kaçmayı başardı. Ama sonrasında Suriye’de Öcalan’ın arka bahçesi saydığı bir alanda onunla mücadele edilemeyeceğini hesaba katmadı. Şener’in infaz haberi geldiğinde ben Öcalan’ın evinde, Bekaa’daydım. Öcalan, ben, cezaevinden bir arkadaş ile aynı odadaydık. Bir muhafız geldi, Öcalan’ın kulağına fısıldadı. Öcalan tespihini savurdu, ‘Bir alçak daha gitti’ dedi. Kongredeki gelişmeleri, Muhaberat’tan (Suriye gizli servisi) Şener’in yerinin istendiğini biliyorduk. Şener’i vurmuşlardı, anlamıştım. Korkarak, üstü kapalı biçimde dedim ki, ‘Başkanım herhalde çok önemli bir hedef vurduk.’ Ben öyle deyince çıldırdı. ‘Siz durduramadınız bir adamı! Benim apoletlerimi sökmek istedi, ben de apoletlerime değecek adamı lağıma attım’ dedi. Hiç unutmuyorum; ertesi gün Öcalan, ‘Ne düşünüyorsun Şükrü Hoca’ diye sorduğunda hiç değilse, ‘Ben ölülerle savaşmam’ diyebilmiştim. Her ne kadar Şener ile cezaevinde muhalif olsak da, bunu söyleyebilmiştim. Zaten sonradan anlayacaktım ki, Öcalan Batmanlı Şener’i Batmanlı Gülmüş’e kırdırmayı da düşünmüş olmalıydı.” 

'Özgür Gündem'i Öcalan kapattı, 'devlet kapattı' dedik'

Şükrü Gülmüş, PKK’nın infazlarına yönelik bu açıklamalarının yanı sıra “Öcalan paraşütüyle” oturduğu Özgür Gündem gazetesi genel yayın yönetmenliğinin nasıl son bulduğunu anlatırken de aynı şiarla hareket ediyor; “Gerçekleri konuşmazsak, bu pilav daha çok su kaldırır!”

Özgür Gündem gazetesinin Öcalan’ın talimatıyla kapatılmasını Gülmüş’ten dinliyoruz: 

“Yalçın Küçük’ün Bekaa’da Öcalan ile yaptığı 250 sayfalık ‘Dirilişin Öyküsü’ röportajını basmadığım için, Öcalan gazeteyi kapattı. Zaten bu, bizim çatışmamızın ete kemiğe bürünmesidir. Gazetede oturuyoruz, misafirlerim var. Hâlâ hayatta olanlara da sorabilirsiniz. İsmail Beşikçi, Fikret İlkiz şahittir. Odaya pat diye Yalçın Küçük girdi. Kalpağı da kafasında, ‘Başkan’dan selam getirdim sana, şunu hemen sürmanşetten gireceğiz’ dedi. Oda kalabalık, ben o gazetenin yayın yönetmeniyim. Tavrına çok bozuldum ama ‘Hocam buyurun oturun, bakarız’ dedim. ‘Olur mu, hemen manşetten gireceksin’ diye devam ediyor Yalçın Küçük. Bu arada Bekaa’dan dönüşünü Avrupa üzerinden yapmış. Bunu da Mustafa Karasu, çantasında kasetlerle, fotoğraflarla uğurlamış. Atatürk Havalimanı’na inişte, elinde ne varsa savcıya teslim etmiş. O esnada Yalçın Küçük’le ayaküstü tartıştık. Misafirlerim gittikten sonra Avrupa’ya telefon ettim. Durumu anlattım, ‘Doğrudur. Yaptığı röportajın bir nüshası var bizde’ dediler. Fakslamalarını istedim. 250 sayfa yazı, ertesi gün önüme geldi. Redaksiyon vs. derken arkadaşlarla müzakere ettik, nihayetinde 15 gün boyunca röportajı vermedim. Hem böyle bir dayatmayı içime sindiremiyordum, hem de günlerce sürecek böyle bir yayınla, devlete hedefe olmak istemiyorum. Son olarak arkadaşlara ‘Kellem gitse de yayımlamayacağım’ dedim. 15 günlük sürecin ardından gazeteye Avrupa’dan faks geldi. Gazetenin kapandığı ifade ediliyordu. Hemen telefon ettim. ‘Önderlikten gelen talimat yazısıdır. Gazeteyi kapatıyoruz’ dediler. Sistemi biliyorum; tek adamlık, röportajı basmadım, gazeteyi kapattı. Tabii biz bunu o dönem böyle söylemedik. Tabiri caizse, ‘Alçak devlet gazetemizi kapattı’ dedik. Fakat içime sinmedi, çok sert bir kapanma yazısı yazdım. Yazıda topu devlete atıyormuş gibi yapıp kendi sistemimize, Öcalan’a çuvaldızı batırıyorum. Başyazarımız Haluk Gerger yazıyı okudu. ‘Şükrü senden sonra da bu arkadaşlar gazetede çalışacak. Yazını biraz yumuşat’ dedi. Ben de yeni bir kapanma yazısı yazdım.” 

'Uğur Mumcu, Öcalan ile görüşmek istedikten sonra öldürüldü'

1990’ların Kürt medyasından bahsederken, Gülmüş’e “Uğur Mumcu suikastı PKK’da şok yarattı mı?” diye soruyoruz. “Hayır” diyor, “Hatta bunu Yaşar Kaya’ya sorabilirsiniz” diyerek devam ediyor: 
“Yaşar Kaya ile Uğur Mumcu arasında bir polemik vardı. Biliyorsunuz gazetenin imtiyaz sahiplerinden biri de Behçet Cantürk’tü. ‘Bir mafya babası gazetenin sahibi’ gibi laflar olduğunda Behçet’i Yaşar Kaya savunuyordu. Unutamadığım bir şey; bir gün Yaşar, ‘Uğur Mumcu’ya Son Tokat’ başlığıyla bir yazı yazdı. Zehir zemberek bir şey. Yazıyı okudum, ‘Böyle yazı olmaz. Adamı resmen hedef gösteriyorsun. Yarın bir gün adamın başına bir şey gelse, başın derde girer’ dedim. Yazıyı yayımlamadım. Sanırım iki hafta sonra Uğur Mumcu öldürüldü. Yazısını yayımlamadığım için Yaşar ile ters düşmüştük. ‘Bak’ dedim, ‘Eğer o yazı gazetede yer alsaydı, bu senin infaz emrin olurdu. Bir tesadüf bile olsa senden bilirlerdi."

Şükrü Gülmüş, Yaşar Kaya’nın yayımlanmadığı için hiç bilmediğimiz, “Uğur Mumcu’ya Son Tokat” adlı bu yazısından bahsettikten sonra Mumcu’nun ölümünden sonra yayımlanan “Kürt Dosyası” adlı kitabında da yer alan şu alıntıları sıralıyor:

“Uğur, Doğu Perinçek’in kaleme aldığı bildiriyi dağıttığı için yakalanan Öcalan’ın, şafak bildirisini yakalamıştı. Öcalan’ın yanlışlıkla ‘Ramazan Özcan’ adıyla nasıl salıverildiğini Baki Tuğ’a soracaktı. Öcalan’ın cezaevinden çıkar çıkmaz okula devam etmesinin, bursunun devam etmesinin, Kemal Pir’lerin evine gitmesinin aslında ne anlama geldiğini Uğur Mumcu yakalamıştı.”

Ve işte burada daha önce tartışıldığını duymadığımız şu iddiayı dillendiriyor: 

“Uğur Mumcu bulduğu bağlantıları sürdürmek için ‘Abdullah Öcalan ile görüşmek istiyorum’ diyerek Avrupa PKK’sine müracaat etti. Ben yıllar sonra, Uğur Mumcu’nun talebini ilettiği bu adamı tespit ettim. Onunla konuştum. Öcalan’a Uğur Mumcu’nun görüşme talebini Avrupa’daki bu kişi iletiyor. Avrupa üzerinden yaptığı müracaat sonucunda, Öcalan ‘tamam’ diyor. Avrupa’daki PKK’liler yardımcı olacaklar, Uğur’u Şam’a götürecekler, Öcalan ile karşılaştıracaklar. Uğur Mumcu Türkiye’ye döneceğini, oradan Şam’a uçacağını söylüyor. ‘Bunu kendisine haber verin’ diyor. Uğur geliyor, bir süre sonra arabası uçuruluyor. Abdullah Öcalan ile Uğur Mumcu’nun karşı karşıya gelseydi, başka şeyler de ortaya çıkacaktı. Bu görüşmeden rahatsızlık duyan derin güçler devreye girdi.”  

'Mumcu'nun bağlantısı Avrupa'da, araştıran olursa elimden geleni yaparım'

Tekrar soruyoruz: “Uğur Mumcu Abdullah Öcalan ile görüşecekti” iddianız, Mumcu suikastı dosyasında yer alıyor mu? Sizin görüştüğünüzü söylediğiniz PKK’lı hayatta mı?” Gülmüş epey iddialı: 

“Nasname’de yazdım bunları ben. O yazımı birkaç yer alıntıladı. Ama üzerine araştırma yapıldı mı; bilmiyorum. Benim görüştüğüm kişi de hayatta. Şu anda PKK dışına düşmüş biri. Halen Avrupa’da. Mumcu’nun Avrupa’da müracaat ettiği bu adamın bende her türlü bağlantısı var. Araştırmak isteyen olursa, bana anlattıklarını açıklaması için elimden geleni de yaparım.”
Daha yeni Daha eski