Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda uzunca bir süredir kimi tereddütlerim vardı. Beni, yazıyı yazmaya iten şey, gerekli bir “teşhir”in yapılmasına ilişkin reflekslerimin giderek yükselen ataklarıydı, ama öte yandan, böyle bir eylemin ne derece “ahlaki” olacağı sorusu peşimi hiç bırakmıyordu. Sonunda yazmaya karar verdim.
Kimi internet sitelerindeki yazılarımı takip edenler hatırlayacaklardır; 29 Ağustos 2010 günü yayınlanan “Hangi Sivil Anayasa Yoldaş, Sen Bizimle Dalga mı Geçiyorsun?” (TIKLA) başlıklı yazımda, referandumda oyunu “evet” olarak açıklayan ve de bu tercihini –o gruba dâhil olmamış bile olsa- “yetmez ama evet” mantığına ve duruşuna yakın bir perspektifle gerekçelendirmeye çalışan şair Yılmaz Odabaşı’nı eleştirmiştim.
Yazımın yayınlanmasının hemen ardından, yukarıda adı geçen şair, kendisine ait web sitesinde iki gün boyunca yayında tuttuğu ama benim –daha sonra yayından kaldırıldığı için- bir türlü göremediğim ve de böyle bir yazının varlığından bir dostumun uyarısıyla haberdar olduğum söz konusu metni, şairden tarafıma göndermesini istedim.
Bu talebime karşılık Odabaşı’ndan gelen elektronik iletiyi, hiçbir yerine dokunmadan aşağıya alıyorum;
“Nasıl bu kadar öfkeli, nasıl bu kadar lakayt, sevgisiz, samimiyetsiz bir dil tutturmayı, böyle tacize dönüşen bir ısrarı sol ahlakınızın neresine sıkıştırıyorsunuz bilmiyorum. Fakat bilmenizi istedim; sadece yazınızı -diğer yazılar gibi- okudum; aşağıdaki açıklama dışında herhangi bir yanıt, yorum yazmadım, yazmayı, sizi muhatap almayı da düşünmüyorum. Fakat siz çok hevesliyseniz, bu bir kaç cümlemi bahane ederek, size yazdığım bu ilk ve son nottan yola çıkarak nesnellikten, düzeyden yoksun bu üslubulunuzla -kendi kendinize- sayfalarca yazabilirsiniz.
Web sitemde iki kalan ve sonra sildiğim duyuru şöyleydi:
Kemalist bir sitede Sevgi Özel, sosyalistler adına Politika adlı bir dergiye ait sitede Hayri Günel imzalı yazıları okudum; bu yazılar,”Vakit tamam, seni terk ediyoruz Yılmaz Odabaşı!” diye sona erse de, bir düzey içinde yazılmışlardı ve eleştirel bakma haklarını kullanmışlardı. Saygı duyuyorum.”
Evet, şairden gelen ileti aynen böyleydi.
Hemen görüleceği gibi bir şaire, bir “dil ustası”na (!?) hiç yakışmayacak anlatım bozuklukları ve imla hatalarıyla dolu bu cevabın bu yanını bir tarafa bırakarak, ne anlatmak istediğine baktığımızda, karşımıza çıkan o tuhaf çelişkiyi görmemenin imkansız olduğu çok açık değil mi? Öyle ya; aynı yazı için hem “belli bir düzeye sahip, o nedenle saygı duyuyorum” diyeceksiniz, hem de “sevgisiz, samimiyetsiz, lakayt, tacizkar”…
Şairin bu iletisine karşılık kendisine gönderdiğim cevapta bu çelişkisine vurgu yapmış ve bunun nedenini merak ettiğimi belirterek, “bunlardan hangisi asıl Yılmaz Odabaşı?” diye de sormuş ve hatta espri olsun diye ve biraz da “küfretme” refleksimi bastırabilme adına “kafa kıyaktı galiba o iletinizi yazarken” deyivermiştim.
Şairin ikinci cevabı da şöyleydi. (Yine hiçbir yanına dokunmadan aktarıyorum)
“Ben öznel anlamda yazıyı düzeysiz buldum; fakat sizlerden farkımı ortaya koyabilmek, farklı fikirlere saygılı olmak adına, okuruma da bu üslubu benimsetmek adına bu yazıdan rahatsız olmadığımı vurgulamamayı, saygı duyduğumu etik bir tutum saydım.
“Kafa-kıyak” gibi argo sözcükleri kullanmam; kastettiğiniz alkollü olmaksa, ben on beş yıldır içki içmiyorum. Ben özellikle sizin camianız (Sosyalizm maskesi altında Silivri-Ergonokon savunmanlığı yapan stütakocu neofaşistler) tarafından çok ağır hakaretlere uğradığım için, bu dönem en azından siz susarsanız memnun olurum… Bir soluk almam lazım!”
Burada da hemen görüleceği üzere şair, önceki çelişkisinin aslında bir çelişki olmadığını anlamamızı, daha doğrusu bir “müneccim” olmamızı istiyor, yanı sıra, şairden çok bir öğretmen edasıyla okurlarına belki de sadece kendisinin benimsediği bir “üslubu” niyedir bilinmez, “benimsetmeye” çalışıyor ve nihayet bombayı patlatıyordu:
“-Sosyalizm maskesi altında Silivri-Ergonokon savunmanlığı yapan stütakocu neofaşistler-“ (Şair “stütakocu” derken herhalde “statükocu” demek istemişti)
Her şey bir yana, okurlarına “saygı”lı ve “duyarlıklı” bir üslup benimsetmeye çalışan bir dil ustasının (!?), kendisi dışındaki birini öyle pat diye, sorgusuz sualsiz ve de pervasızca “faşist” ilan etmesini değerlendirme konusunu ben, bu satırları okuyanlara bırakıyorum. Üstelik benim hali hazırda, -örgütlü olmak dışında- ve “camia” anlamında kendimi “bağlı” hissettiğim tek “birliktelik” Galatasaray’ken… Anladınız siz, biliyorum.
Şairin beni “faşist” ilan etmesinden sonra kendisine yolladığım cevap ise şöyleydi: (Bu iletinin de hiçbir tarafına dokunmuyorum. İletiyi büyük harflerle yazdığım için aşağıya da öyle alıyorum.)
“Silivri-Ergonokon savunmanlığı yapan stütakocu neofaşistler…????!!!! BEN Mİ??? :))) NEYSE…
BAK SANA NE DİYECEĞİM, SEN BİRİLERİNE BİRŞEY BENİMSETME CÜRETİNİ NASIL KENDİNDE BULUYORSUN? BU BİR,
ARGO KULLANMAK AYIP DEĞİL, SEN HİÇ CAN YÜCEL OKUMADIN MI? BU İKİ…
SENİ TERKETMEM, SEVMEDİĞİM ANLAMINA GELMEZ, KİTAPLARIN O YÜZDEN HALA KİTAPLIĞIMDA, BU ÜÇ…
KİM DAHA AHLAKLI, BUNU ANCAK HERKESİN YÜREĞİ BİLİR, BU DÖRT…
DÜRÜST VE ONURLU BİR ADAM OLDUĞUN KONUSUNDA HALA BİR ŞÜPHEM YOK, BU BEŞ…
SOL AHLAK DİYE BİRŞEY YOK, HİÇBİR ZAMAN DA OLMADI…ONU BİZ İCAT ETTİK, İNSAN AHLAKLIYSA AHLAKLIDIR, AHLAKIN SOLU SAĞI OLMAZ, BU DA ALTI…
YORDUN BENİ HOCA, KENDİNİ DE BU KADAR ÖNEMSEME…SOSYALİST ADAMLARIZ BİZ, ÖYLE DEĞİL Mİ? :))) SIRADAN, BASİT BİR KALIBIMIZ VARDIR YANİ…
TEKRAR SEVGİ, SELAM…İYİ ADAMSIN SEN İYİ…ÜZME KENDİNİ BU KADAR”
Şairden gelen son cümleler ise aynen aşağıdaki gibiydi.
“İLK CÜMLEN HARİÇ SON YAZDIKLARINA- ÜZGÜNÜM- KATILIYORUM:)”
Yani şair Yılmaz Odabaşı için Hayri Günel -Yılmaz Odabaşı’nı vakti geldiği için terk ettiğini ilan etmiş olmasından sonra bile yine iyi bir adam olarak görmeye devam ettiğini kendisine açıkça belirtse de- hala “sol maskeli statükocu bir faşist”ti.
Halbuki o Hayri Günel, AKP’nin, -kendi kıçını kurtarmak adına giriştiği- referandum manevrasının bir parçası olarak, “tufaya” getirdiği Yılmaz Odabaşı vb. aydınların ve sosyalistlerin “romantik aymazlıklarını” sezmiş ve görmüş olmaktan dolayı mutludur.
Yılmaz Odabaşı ve benzerlerinin bir türlü görmediği ya da göremediği işte bu “tufaya getirilme” çalımıdır. Odabaşı ne yazık ki çalımı çoktan yemiştir. Ama topu kendi ağlarından galiba bir daha hiç çıkarmayacaktır. Çıkarmayacaktır, çünkü görünen o ki, böyle bir niyeti hiç yoktur.
Bu yazı için zorunlu bir dipnot:
Kendisine “devrimci”yim diyen bir insan, “intikam” dürtüleriyle hareket etmez. İntikam, bireysel bir eylemdir. Devrimcinin göreviyse “örgütlü” olmak, bir “örgütlülüğün” içerisinde saf tutmaktır. Örgütsüz devrimci olmaz. Olursa Yılmaz Odabaşı gibi olur ve her daim oradan oraya savrulup durur.
Bu anlamda olmak üzere, referandumdan sonra koşa koşa Kenan Evren’i şikâyete giden “romantik intikamcılar”a buradan, ağzımı bırakıp başka bir tarafımla güldüğümü belirtmekten ayrı bir zevk duyuyorum, biline… Haydi, Ufuk Uras’ı bir kenara bırakalım, en azından diğerleri, bu işlere harcadıkları zaman ve enerjiyi fabrikalarda, atölyelerde, köylerde, kasabalarda milleti biraz olsun örgütlemek için kullansalardı keşke... (HAYRİ GÜNEL - 20.10.2010)