Toplam dış borcun yarısına, geçen yılın Gayri Safi Milli Hasılası’nın da neredeyse yüzde 25’ine denk gelen oranda bir servet AKP iktidarının gözdesi 10 şirkete ihaleler yoluyla aktarıldı...


Kamu İhale Yasası ile Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) kapsamında düzenlenen ihalelerle 10 yılda 200 milyar doların üzerinde bir servet transferi bizzat hukuk yoluyla sadece 10 şirkete aktarıldı. Bu 10 şirketin zenginleşmesini köşesine taşıyan Bahadır Özgür, AKP döneminde bu 10 şirkete toplam 205 milyar dolarlık proje verildiğini yazdı.

Bu miktarın, toplam dış borcun yarısına, geçen yılın Gayri Safi Milli Hasılası’nın da neredeyse yüzde 25’ine denk geldiğini söyleyen Özgür, “Buyurun size “Türkiye’nin kaymağını kimler yiyor”un yanıtı…” ifadelerini kullandı.

Özgür’ün yazısının tamamı şöyle:

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi (1911) romanında, soymaya hazırlandıkları kasanın önünde tereddüde düşen iki suç ortağının yaptığı ‘motivasyon’ konuşması, emek-sermaye çatışmasına dair Türk edebiyatında yazılmış ilk pasajlardı: “Yüzlerce kişiyi çalıştırıp onların mesaisinin semerelerini bir veya birkaç adamın kendi kasalarına indirmeleri usul-ü gayri adilanesi devam ettikçe bu dünya düzelmez… Milyonlarca liralara malik bu adam o kadar serveti nereden kazanmış?” (*)

Doğrusu sömürünün ne olduğunu bilmesine biliyordu Gürpınar, ne var ki adalet anlayışı, ‘büyük hırsızın’ malını ‘küçük hırsızın’ çalmasıyla sınırlı bir intikam duygusuydu. Bu düşüncesinin ardında derin bir hissiyat vardı aslında. Belki fikrini, “Her büyük servetin altında büyük bir suç yatar” diyen Balzac kadar berrak ifade edemedi ama, hukukun bizatihi kendisini ‘büyük hırsızlığın’ esas kaynağı olarak gördü. Nefret ettiği şey, kanunların bu ruhuydu…

Gürpınar’ın bir asır önce tersten kurduğu hukuk-servet ilişkisi, her şeyin tepetaklak olduğu şu günlerde ne kadar da doğru görünüyor oysa. Savaş vurguncuları, karaborsacılar, bankerler, hayali ihracatçılar, borsa spekülatörleri, kendi bankasını soyanlar… Ezelden beri toplumda yaygın kanı, suç sayılan servetin yasadışı faaliyetlerden, sinsi tezgahlardan, etik ve ahlaktan sapmış yan yollardan geldiğidir. ‘Büyük hırsızlığın’ adı, yöntemine göre konulur çoğunlukla. AKP döneminin farkı ise, Ali Duran Topuz’un ifadesiyle, ‘anti hukuk’un hukukuna dayanan servet edinmenin yaygınlaşmasıdır. Kimse geçmişten aşina olduğumuz tarzda yolsuzluğa ihtiyaç duymuyor çünkü, en büyük servet transferleri doğrudan hukuk eliyle gerçekleştiriliyor.

Turizm Bakanı mesela; başında bulunduğu kurumun yaptığı imar değişikliğiyle Bodrum’daki koyu otelinin mülkiyetine katabiliyor. Ya da spor kulüplerinin ödemedikleri milyonlarca euro’luk borçlar, kamu bankası vasıtasıyla topluma yüklenebiliyor. Bunlar gizli saklı değil, yasayla yapılıyor.

Dolayısıyla AKP tarihini aynı zamanda yasal yollardan servet transferinin de tarihi olarak okumak lazım. Kesin rakamlarla ölçmek zor elbette. Lakin, sadece 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu (KİK) ve Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) anlaşmaları üzerinden bile milyarlarca dolarlık servetin, belli bir zümreye nasıl kolayca aktarıldığını görmek mümkün. Ortaya çıkan tablo birilerinin zenginleşmesi meselesi de değil üstelik. Fakirliğin, işsizliğin, cehalet ve cinnetin, kutuplaşmanın da hikayesidir. İşte bu hikayeden kısa bir bölüm…

Yasal yoldan servet transferi nasıl oluyor?

KİK vasıtasıyla servet transferi 2006’dan sonra inanılmaz hızlandı. Dikkat çekici eğilim, ihale sayısıyla ihale tutarları arasındaki asimetrik ilişki. Miktar küçük oranlarda da olsa istikrarlı azalırken tutarın katlanarak artması, üzerinde durulmaya değer. Özellikle 2013’ten sonra makas rekor düzeyde açılıyor. Şu grafik, bu değişimi gösteriyor:


Bu tabloyu nasıl yorumlamalı? İhale sayısının azalması, en azından belli düzeyde kalmasına karşın tutardaki yükseliş, daha fazla kaynak aktarıldığını gösterirken, paranın da daha az şirkette yoğunlaştığının işaretidir. 2013 yılından sonraki sıçrama bu bakımdan önemli. Nitekim ihalelerin detayları ilginç şeyler anlatıyor. Alttaki grafik de türlerine göre ihalelerin gelişimini veriyor:


Hemen dikkatinizi çekmiştir. 2013’ten sonraki kırılmanın nedeni inşaat ihalelerinden dolayı. Diğer iki ihale türünde ise belirgin değişim yok. İhale sayıları içinde mal ve hizmetlerin toplamı yüzde 75’leri buluyor. Aşağı yukarı 12 yıldır da oran pek değişmedi. Bu ihalelerin tutarlarında da dramatik sıçrama yok. Buna karşın ikisinin toplamının dörtte biri kadar ihale sayısına sahip yapım işlerinde tutar füze gibi fırlıyor. Peki ya bu grafiği nasıl yorumlamalı?

Mal ve hizmet ihaleleri kârlı olsa da, bunların üzerinden aktarılan servet miktarı hem çok fazla şirkete bölünür hem de kamunun kapasitesinden dolayı kolayca artırılamaz. Tabii ki birileri yüklü paralar kazanır, aşırı zenginleşenler olur fakat, her yıl ihalelerin tekrarlanması, mal ve hizmet üretmeyi gerektirmesi, çok parçaya bölünmesi vb. nedenlerden dolayı yüklü servet transferi için nispeten meşakkatli yollardır. Oysa inşaat öyle değil. Tek kalemde büyük bir servetin kamudan şirketlere, garanti altında transfer edilmesi en etkili yöntemdir. 2013’ten sonra Türkiye’de servet transferini hızlandıran şey tam da budur.

Burada devreye KÖİ’ler de giriyor. KİK’in yetersiz kalan kapasitesi karşısında KÖİ’ler, servet transferini adeta patlatıyor. Tekrar vurgulamak gerekir ki, bu projelerin esbab-ı mucibesi; yüksek miktarda servetin tekelleşmesinin en kolay, en hızlı hukuki yolu olmasıdır. Şu grafik durumu özetliyor:


Son 10 yılda imzalanan KÖİ projelerinin sözleşme değeri 120 milyar doları buluyor. Bunların dağılımında havaalanları 68 milyar dolar, enerji 25,3 milyar dolar, karayolları 14 milyar dolar, şehir hastaneleri ise 10,6 milyar dolarla ön planda. Hazine garantileri, kur, projelerin işletilmesinden gelecek gelir derken ortadaki servet muazzam boyutlara ulaşıyor. Şirketlerin kabaca kazanacağı parayı tahayyül edebilmek için sözleşme değerlerini 2-3 katıyla çarpmak yeter.

Şimdi Gürpınar’ın o meşum sorusuna gelelim: Milyonlarca liralara malik bu adamlar kim?

Grafikte 2013’te gökdelen gibi görünen payı kimler almışsa, son 10 yılda en büyük servet transferi de onlara yapılmış demektir. İsimleri kamuoyunca malum. Kolin, Cengiz, MNG, Kalyon ve Limak. Bunlara bir de karayolu ihalelerinde söz sahibi Makyol eklenmeli. 2017’de KİK üzerinden aldıkları paylar şu şekildeydi: Makyol 10,6 milyar lira, Cengiz Holding 7,9 milyar lira, Kalyon 6,9 milyar lira, Kolin 4,6 milyar lira. KİK kapsamında doğrudan alım ve davet usulleri hariç yapılan 100 milyar liralık ihalenin yüzde 30’u bu dört şirkete gitmiş. İhalelere katılan şirket sayısının da 20 bini bulduğunu hatırlatalım. İlk ve ikinci grafikteki mesele bir nebze aydınlanmış oluyor.

Buna KÖİ’ler üzerinden yapılan servet aktarımını da ekleyelim. Çıkan tablo çok daha net ve çarpıcı. Aşağıdaki grafik Türkiye’de en fazla KÖİ projesi verilen 10 şirketi gösteriyor:


AKP döneminde bu 10 şirkete toplam 205 milyar dolarlık proje verildi. Kıyaslama bakımından bu miktarın, toplam dış borcun yarısına, geçen yılın Gayri Safi Milli Hasılası’nın da neredeyse yüzde 25’ine denk geldiğini söyleyelim. Özetle bugünkü kur üzerinden 1 trilyon lirayı aşkın servet AKP döneminde bu 10 şirkete transfer edildi. 3. havaalanını alan beş şirketin aldığı payının toplamı da 160 milyar dolar. Bunlardan Cengiz-Limak-Kolin üçlüsü ayrıca enerjinin en kârlı alanı olan dağıtımda Boğaziçi, Uludağ, Akdeniz ve Çamlıbel’de de ortaklar. Bazı liman ve otoyol projelerinde de ikili ortaklıkları mevcut.

Buyurun size “Türkiye’nin kaymağını kimler yiyor”un yanıtı…

Nasıl ki dünyada neoliberalizm dönemi küresel servetin yüzde 87’sini yüzde 1’lik kesimin elinde biriktirmişse, AKP dönemi de Türkiye’de serveti belli isimlerin kasasında toplamıştır. Fakirliğin, adaletsizliğin, işsizliğin, kutuplaşmanın müsebbibi aranıyorsa eğer, herkes cebindeki ‘yabancı ellere’ de bir baksın.

***

Karl Marx, toplumun bir kutbunda ne kadar aşırı servet birikirse, diğer kutbunda sefaletin, acının, cehaletin ve zihinsel bozulmanın o kadar biriktiğini söyler. (**) Acı, cehalet, zihinsel bozulma… Türkiye için soyut kavramlar değil artık. Gündelik kıyafetleriyle sokaklarda dolaşıyorlar. İşin tuhaf yanı eskiden bir ‘utanç peçesi’ takma mecburiyeti hisseden servet ve kibir de rahatça geziniyor ortalıkta. “Kovsalar gitmem” dedikten bir ay sonra Londra’yı, “Türkiye çok istikrarlı” dedikten altı ay sonra Malta adasını mesken tutuyor. Terazinin dengesi fena halde şaşıyor. Hak, adalet, etik, sevgi, merhamet de servet ile sefalet arasındaki o derin uçurumdan birbiri ardına atlıyor…

*Berna Moran, Türk Romanı’na Eleştirel Bir Bakış kitabında Şıpsevdi’nin, birkaç sayfa da olsa sömürü düzenine, ekonomik adaletsizliklere, emek-sermaye ikiliğine yer veren ilk roman olduğunu söyler.

** David Harwey, Sermayenin Sınırları, s. 54, Yazılama Yayınları, Çev: Utku Balaban.

(Kaynak: Gazete Duvar)
Daha yeni Daha eski