Orijinali Mathieu Dejean’in Les Inrockubtibles’de yer alan 28 Ağustos 2018 tarihli Alain Badiou söyleşisinin çevirisi Duvar gazetesinde ...
Orijinali Mathieu Dejean’in Les Inrockubtibles’de yer alan 28 Ağustos 2018 tarihli Alain Badiou söyleşisinin çevirisi Duvar gazetesinde yayınlandı.
Alain Badiou, her zaman takdir ettiğim, devrimci ve özgürlükçü Marksizmin son temsilcilerindendi ve görüşleriyle Marksizme yeni bir atılım kazandırma girişiminin öncülerindendi. Ne yazık ki, son röportajı, bu yoldan döndüğünü, eski klasik paradigmalardan kopamayıp yeniden ortodoks Marksizme doğru dümen kırdığını gösteriyor. Özellikle totaliterlik, devlet, iktidar ve şiddet konularında.
Totaliterlik
Alain Badio, Stalinistlerin yıllardır kullandığı bir taktiğe başvurarak, özellikle liberallerin “totaliterlik”i dillerine dolamalarından yararlanarak “sosyalist” devletlere veya devrim sonrası uygulamalara ilişkin totaliterlik deyimini tümüyle karşısına alıyor. Röportajcının, “Totaliterlik tartışmasında, ‘1917 Rus Devrimi’nin totaliterlikle hiçbir alakası yok’ sözlerinizle ikircimsiz bir pozisyon aldınız” sözlerine hiçbir itirazda bulunmayarak ve bu deyimi kullanan bazı anti-komünist yazarlara atıfta bulunarak aslında 1917 Ekim Devrimi’nin ardından, neredeyse 1929 yılına kadar bir totaliter rejim kurulduğunu reddetmiş oluyor. 1917 Rus Devrimi’nin totaliterlikle hiçbir alakası yok diyerek 1917-1929 dönemine kefil olmuş oluyor.
Oysa, ne kadar inkâr edilmeye çalışılırsa çalışılsın 1917 Devriminden sonraki aylardan başlayarak tek partili bir totaliter rejim kurulduğu bir gerçektir. Daha 1921’deki Kronstadt ayaklanmasına bile varılmadan, Sovyetler Birliği’nde basın özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılmış, Kurucu Meclis zor yoluyla ilga edilmiş, Sovyetler’in içi boşaltılıp kukla meclisler haline getirilmiş, 1918 yılı ortalarından itibaren tam anlamıyla bir tek parti rejimi kurulmuş, işçilerin grev yapması yasaklanmış, Çeka adlı gizli polis örgütü yoluyla bir polis terörü başlatılmış, yargısız duvar dibi idamları yaygın bir uygulama haline getirilmiş, muhalifler tutuklanmış, entelektüeller sürgüne gönderilmiştir vb. Eğer bu uygulamaların “totaliterlikle hiçbir alakası yoksa” o zaman totaliterlik nedir? Ya da bu rejime burjuva düşünürler ya da liberaller “totaliter” dediler diye, totaliter olmaktan çıkar mı? Gerçek söyleyene göre mi değişmektedir?
Devlet
Alain Badio, eskiden de devleti bütünüyle reddetmiş değildi. Fakat bu seferki röportajında, biraz gerileyerek Devlet’in gerekliliğine vurgu yapmış:
“Komünist projeyi, bir tarif veya dogma olarak değil bir uygun sloganlar sistemi ve bir gelecek vizyonu olarak açıktan üstlenen, her yerde mevcut bir siyasi örgüt olmalı. Ve en azından uzun bir dönem için bir devlet olmalı. (abç)”
Badio, bunları söyledikten sonra “devletin” tek başına hâkim unsur olmasına karşı önlem olarak başka güçleri devreye sokmaya çalışıyor şöyle diyerek:
“En karmaşık mesele ise sonrası, bir tarafta halk hareketleri ve meclislerinin, diğer tarafta siyasi örgütün, devlet karşısında itaat ederek değil, onu komünist bir toplum istikametinde gitmeye vesile olan her şeyi teşvik etmeye bir anlamda zorlayan şekilde işleyen bir diyalektik nasıl temin edilecek? Siyasi örgüt devletle bir ve aynı şey haline gelirse bu elbette imkânsız; tıpkı iktidardaki komünist partiler açısından olduğu gibi. Kolektif karar almanın üçlü karakteri nasıl korunacak? Kültür Devrimi’nden sonra bizim sorumuz budur; tıpkı Paris Komününden sonra Lenin’in sorusunun, yalnızca iktidarı ele geçirmeye değil, onu elde tutmaya da muktedir bir komünist örgütün nasıl inşa edileceği olduğu gibi.”
Oysa, bunca deneyden sonra çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, devrimden sonra devlet var olmaya devam ettiğinde, onu başka araçlarla (örneğin meclislerle) denetim altında tutmak ya da devrim yolunda ilerlemeye zorlamak imkânsızdır. Çünkü devlet, gördüğümüz gibi, silahlı bir güçtür ve özellikle devrimin “yürütücüsü” olarak muazzam bir tekele sahip olma eğilimindedir. Nitekim, Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetlerin etkisizleştirilmesi bunu kanıtlar. Çin Kültür Devriminde, devletin nihai olarak yeniden her şeye el koyması ve kitlesel kalkışmaları bastırması bunu kanıtlar. Tersi bir örnek bugüne kadar görülmemiştir ve görülmesi de mümkün değildir. Devrim sonrası devlet, kaçınılmaz olarak burjuva rejimlerindeki devletten de daha büyük bir siyasi ve toplumsal tekele sahip olmak zorundadır. Bu nedenle, 150 yıl öncesinin Bakunin öngörüleri bugün parlak bir şekilde kanıtlanmıştır: Devrimin ilerlemesi sadece ve sadece devletin baştan itibaren ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Eğer bu hemen, ilk elde sağlanamıyorsa, devrim bütün güçleriyle birlikte eski toplumdan bir kalıntı olarak devleti kuşatmak ve kısıtlamak, mümkün olan en kısa zamanda sönüşe götürmek zorundadır. Bu durumda, Alain Badio’nun “en azından uzun bir dönem için bir devlet olmalı” sözleri tam bir gaftır.
İktidar
Alain Badio, röportajcının, “XX. Yüzyılda iki devrimden söz ediyorsunuz. Neden mesela 1918 Alman devrimini veya 1936 İspanyol devrimini saymıyorsunuz?” sorusuna ilginç bir şekilde şöyle karşılık vermektedir:
“Lenin’in dediği gibi, yirminci yüzyıl muzaffer devrimlerin yüzyılı olacaktı. Bu beyan, ders alabileceğimiz ‘ilginç’ devrimlerin, 1917 sonrasında artık çökmüş devrimler olamayacağı anlamında anlaşılmalı. Buradaki Leninist ölçüt, açık ki iktidarı ele geçirme meselesi… Artık düşünmemiz gereken şey, iktidarı ele geçirme bakımından komünist düşüncenin başarısıdır.1918’de Almanya’da Spartakistlerin veya 1930’larda Katalunya’da anarşistlerin eylemleri ne kadar etkileyici ve bazı bakımlardan takdire şayan olsa da, bunlar yine de, hızlı ve felaket sonları açısından, on dokuzuncu yüzyılın yirmincideki bir tür yankısıydılar.”
Oysa, yaşanan deneylere baktığımız zaman, devrimi iktidarın ele geçirilmesi ve daha da önemlisi elde tutulmasıyla özdeşleştirmek bizi doğrudan karşıdevrime ve Stalinizme götürür ve götürmüştür. Bu bakış açısıyla ne yazık ki, Stalin terörü bile onaylanabilir eninde sonunda. Üstelik Alman ve İspanya devrimlerini iktidarı ele geçirmedikleri için sadece bir 19. Yüzyıl girişimi olarak küçüksemek, Badio gibi devrimci bir Marksiste hiç mi hiç yakışmamıştır. Aslında ne Alman Devrimi, Spartakist ayaklanma, ne de İspanya Devrimi Katalunya Anarşist eylemleriyle özdeşleştirilemez ve kısıtlanamaz ama böyle bir bile bakılacak olsa, bu devrimler belki de iktidar değil, gerçek devrim peşinde koştukları için, Bodio’nun yücelttiği devrimlerden daha değerlidirler.
Şiddet
Alain Badio’nun şaşırtıcı tespitlerinden biri de, Stalinistlere oldukça benzer bir biçimde Rusya’daki ve Çin’deki terörü, salt rakamların abartılması üzerinden küçümsemeye çalışmasıdır:
“Başka bir televizyon röportajında ise Kültür Devrimi sırasında 45 milyon kişinin öldüğü söylendi. Bugün gayet iyi biliniyor ki bu rakam 700.000 civarı. Bu kesinlikle önemsiz bir rakam değil ama milyarlık bir nüfusa sahip bir ülkede on yıla yayılan olaylarda, bir de söz konusu meselelerin istisnai önemini düşünürsek, soykırım diye bağırmanın hiçbir temeli olmadığı (abç) açık.”
Bu cümleleri okuduğum zaman sevdiğim bir düşünür olan Badio adına yüzüm kızardı. Dünya yüzündeki bütün katliamcılar ve soykırımcılar buna benzer şeyler söyleyip, “yok canım, öldürülenlerin sayısı o kadar fazla değildi” ya da “soykırım uluslararası bir yalandır” demezler mi?
(Gün Zileli - 10 Aralık 2018 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com)
Hiç yorum yok