Her ne kadar bütün okulların aynı müfredata tabi olduğu söylense, okullarda iyi bir kalite standardı oluşmuş gibi görünse, ders kitap ve gereçleri devlet tarafından karşılanıyor olsa da, Pierre Bourdieu’nun toplumsal köken dediği, sınıf çelişkisi eğitimde gittikçe derinleşmiş durumda...
Geçen cumadan itibaren okul-öncesi eğitim kurumları ile ilk ve orta öğretim okullarındaki yaklaşık 18 milyon öğrenci karnelerini alarak yarıyıl tatiline girdiler. Artık beylik bir söz haline geldiği üzere, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ve diğer eğitim ve öğretim bürokratları ailelere ve öğretmenlere “Tatilde öğrencilere ödev vermeyin ve ödev baskısı yapmayın” uyarısında bulundular ve bu konuda genelge de yayınladılar.
İlk anda, evet, olumlu karşılanabilecek ve desteklenebilecek bir uyarı; fakat bu uyarının eğitim sosyolojisinin eleştirel teorileriyle bakarsak önemli bazı sorunları görmezden gelen ve üstünü örten bir söylemi ifade ettiği de ileri sürülebilir.
Bu söylem, sorunu, büyük ölçüde hırslı ebeveynlerin çocuklarını kendilerine prestij getirecek ve sınıf atlattıracak bir yatırım aracı olarak görmeleri ve bu uğurda vahşi bir rekabetin içine sokarak yarıştırmalarına indirgiyor. Elbette okullarda “aileler yarışıyor” durumunun doğruluk payı büyük oranda var, ama bu oranın büyüklüğü diğer sorunların oranlarını küçültmeyi ne meşru kılıyor ne de gerektiriyor.
Ebeveynlerin başarı hırslarını çocuklarına yansıtmaları büyük bir sorun, ama bu aslında ve nihayetinde daha büyük sorunların bir sonucu. Bu sorunlar, sınıf çelişkileri, nüfus artışı, işsizlik ve istihdam sorunu, teknolojik ve bilimsel gelişmeler sonucu dönüşen toplumsal hayat ve değişen meslekler ile tüm bunları içeren bir toplumsal evrim sürecinde “survival”, yani hayatta kalma mücadelesi gibi bağlamlarda ele alınabilir. Çünkü neoliberal politikaların yeniden düzen verdiği dünyada toplumsal hayat, evrensel bir kanun olarak kendini dayatan “sosyal Darwinizm”e tabi olmuş haldedir.
Okul eşitsizlikleri meşrulaştırır
Pierre Bourdieu’nün, üniversiteyle sınırlı olsa bile, yaptığı eğitim sosyolojisi çalışmaları, eğitimle ilgili bazı genel sorunlara ışık tutar. Bu çalışmalarda savunulan tez, kısaca şöyle özetlenebilir: “Okul, fırsat eşitliğini gözetmekten ziyade, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretilmesine ve ‘liyakat-egemen’ (meritokratik) bir söylem aracılığıyla bu eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına katkıda bulunmaktadır” (Anne Jourdan ve Sidonie Naulin, Pierre Bourdieu’nün Kuramı, İletişim Yayınları, s. 51).
Bu çalışmalarda bizi özellikle Bourdieu’nün yaptığı istatistiksel analiz ilgilendirmekte. Bourdieu, yükseköğrenime erişimde ayrıştırıcı bir faktör olarak toplumsal kökenin öneminin altını çizer: “Babası üst düzey yönetici olan bir erkek çocuğunun, babası tarım işçisi olan bir erkek çocuğuna göre 80, babası sanayi işçisi olan bir erkek çocuğuna göre de 40 kat daha fazla üniversiteye girme şansı vardır” (Pierre Bourdieu, Varisler, Heretik Yayınları, s. 17).
Burada daha 1970’li yılların sonunda Fransa’da bile kız çocukların yüksek öğrenimde oldukça dezavantajlı oldukları belli oluyor. Bu elenme olgusundan başka, iki farklı ayrımcılık türünü daha ele alır: Daha az prestijli kimi fakültelere, yani mühendislik ve tıp fakülteleri yerine fen-edebiyat veya işletme fakültelerine yerleşme, yükseköğrenim öncesinde veya esnasında sene kaybı. Tüm bu hallerde ayrıştırıcı özellikler arasında en belirleyici olanı, toplumsal köken gibi görünmektedir.
Türkiye’de neoliberal politikaların eğitim alanında ilk etkisi özelleşme oldu. Devlet okulları da Milli Eğitim bütçesinden yeterli ödenek alamadıkları için kendi imkanlarını kendileri yaratmak zorunda kaldılar. Böylece okul-aile birliklerinin önemi arttı. Ama ailelerin gelirleri dar ise okula destekleri de az oluyor. Dolayısıyla, her ne kadar bütün okulların aynı müfredata tabi olduğu söylense, okullarda iyi bir kalite standardı oluşmuş gibi görünse, ders kitap ve gereçleri devlet tarafından karşılanıyor olsa da, Bourdieu’nun toplumsal köken dediği, sınıf çelişkisi eğitimde gittikçe derinleşmiş durumdadır.
Tatilde ödev yapmamak, sınıfsal ayrıcalıktır
Yıllık 40-50 bin TL ücret ödeyerek çocuklarını özel okullara gönderenler, onların üniversite sınavında ilk binli dilimlere girebilmeleri için gerekli bütün imkânları da sağlamış oluyorlar. Diyelim ki yine de iyi bir üniversiteye giremedi, bir dört yıl daha aynı ücreti verip iyi bir özel üniversitede, hatta daha ucuza yurt dışında bir üniversitede çocuğun okumasını sağlamak mümkün.
Devlet okullarında iyi bir Anadolu ya da fen lisesine girebilen öğrenci de ilk binli dilimlerde üniversiteye girebilme imkânına sahip olabiliyor. Ama burada da yine belirleyici olan sınıfsal ayrım; zira o okullara girmek de iyi bir hazırlık sürecini ve onu sağlamak için ödenmesi gereken bedeli karşılayacak bir geliri şart koşuyor.
Peki geriye kalanlar? İşte onlar, hiç de adil olmayan koşullarda kıyasıya bir yarışın içine girenler. Onlar, geleceklerini kurabilecek olamasalar da, bari sonlarını (“ahret”) kurtarabilsinler diye imam-hatip okullarına gitmek zorunda kalanlar. Onlar, ancak çok iyi bir öğrenim görmüş olanların başarılı olabileceği sınavlarda, bir mucizeyi gerçekleştirmesi beklenenler.
Bu yüzden onlar bilakis tatilde ödev yaparak ve bol bol test soruları çözerek aradaki farkı kapatmaya çalışmak zorundalar. Kendileri için pek umut vaat etmeyen ve belirsiz bir geleceğin makus bir kader olmaması için tatili ertelemek zorundalar. Yani tatilde ödev yapmamak da sınıfsal bir ayrıcalıktır.
Alt sınıflar için, robotların rakipleri olacağı yakın geleceğin dünyasında standart bir eğitim değil, yüksek bir eğitim kendilerini değerli kılarak var olabilmeleri için elzem olacak. Haftaya tekno-bilimsel gelişmelerle eğitimin niteliğindeki değişimler üzerine kaleme alacağım bir yazı için bir peşrev olarak sözü bitirelim. (SÜREYYA SU - T24)
Geçen cumadan itibaren okul-öncesi eğitim kurumları ile ilk ve orta öğretim okullarındaki yaklaşık 18 milyon öğrenci karnelerini alarak yarıyıl tatiline girdiler. Artık beylik bir söz haline geldiği üzere, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ve diğer eğitim ve öğretim bürokratları ailelere ve öğretmenlere “Tatilde öğrencilere ödev vermeyin ve ödev baskısı yapmayın” uyarısında bulundular ve bu konuda genelge de yayınladılar.
İlk anda, evet, olumlu karşılanabilecek ve desteklenebilecek bir uyarı; fakat bu uyarının eğitim sosyolojisinin eleştirel teorileriyle bakarsak önemli bazı sorunları görmezden gelen ve üstünü örten bir söylemi ifade ettiği de ileri sürülebilir.
Bu söylem, sorunu, büyük ölçüde hırslı ebeveynlerin çocuklarını kendilerine prestij getirecek ve sınıf atlattıracak bir yatırım aracı olarak görmeleri ve bu uğurda vahşi bir rekabetin içine sokarak yarıştırmalarına indirgiyor. Elbette okullarda “aileler yarışıyor” durumunun doğruluk payı büyük oranda var, ama bu oranın büyüklüğü diğer sorunların oranlarını küçültmeyi ne meşru kılıyor ne de gerektiriyor.
Ebeveynlerin başarı hırslarını çocuklarına yansıtmaları büyük bir sorun, ama bu aslında ve nihayetinde daha büyük sorunların bir sonucu. Bu sorunlar, sınıf çelişkileri, nüfus artışı, işsizlik ve istihdam sorunu, teknolojik ve bilimsel gelişmeler sonucu dönüşen toplumsal hayat ve değişen meslekler ile tüm bunları içeren bir toplumsal evrim sürecinde “survival”, yani hayatta kalma mücadelesi gibi bağlamlarda ele alınabilir. Çünkü neoliberal politikaların yeniden düzen verdiği dünyada toplumsal hayat, evrensel bir kanun olarak kendini dayatan “sosyal Darwinizm”e tabi olmuş haldedir.
Okul eşitsizlikleri meşrulaştırır
Pierre Bourdieu’nün, üniversiteyle sınırlı olsa bile, yaptığı eğitim sosyolojisi çalışmaları, eğitimle ilgili bazı genel sorunlara ışık tutar. Bu çalışmalarda savunulan tez, kısaca şöyle özetlenebilir: “Okul, fırsat eşitliğini gözetmekten ziyade, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretilmesine ve ‘liyakat-egemen’ (meritokratik) bir söylem aracılığıyla bu eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına katkıda bulunmaktadır” (Anne Jourdan ve Sidonie Naulin, Pierre Bourdieu’nün Kuramı, İletişim Yayınları, s. 51).
Bu çalışmalarda bizi özellikle Bourdieu’nün yaptığı istatistiksel analiz ilgilendirmekte. Bourdieu, yükseköğrenime erişimde ayrıştırıcı bir faktör olarak toplumsal kökenin öneminin altını çizer: “Babası üst düzey yönetici olan bir erkek çocuğunun, babası tarım işçisi olan bir erkek çocuğuna göre 80, babası sanayi işçisi olan bir erkek çocuğuna göre de 40 kat daha fazla üniversiteye girme şansı vardır” (Pierre Bourdieu, Varisler, Heretik Yayınları, s. 17).
Burada daha 1970’li yılların sonunda Fransa’da bile kız çocukların yüksek öğrenimde oldukça dezavantajlı oldukları belli oluyor. Bu elenme olgusundan başka, iki farklı ayrımcılık türünü daha ele alır: Daha az prestijli kimi fakültelere, yani mühendislik ve tıp fakülteleri yerine fen-edebiyat veya işletme fakültelerine yerleşme, yükseköğrenim öncesinde veya esnasında sene kaybı. Tüm bu hallerde ayrıştırıcı özellikler arasında en belirleyici olanı, toplumsal köken gibi görünmektedir.
Türkiye’de neoliberal politikaların eğitim alanında ilk etkisi özelleşme oldu. Devlet okulları da Milli Eğitim bütçesinden yeterli ödenek alamadıkları için kendi imkanlarını kendileri yaratmak zorunda kaldılar. Böylece okul-aile birliklerinin önemi arttı. Ama ailelerin gelirleri dar ise okula destekleri de az oluyor. Dolayısıyla, her ne kadar bütün okulların aynı müfredata tabi olduğu söylense, okullarda iyi bir kalite standardı oluşmuş gibi görünse, ders kitap ve gereçleri devlet tarafından karşılanıyor olsa da, Bourdieu’nun toplumsal köken dediği, sınıf çelişkisi eğitimde gittikçe derinleşmiş durumdadır.
Tatilde ödev yapmamak, sınıfsal ayrıcalıktır
Yıllık 40-50 bin TL ücret ödeyerek çocuklarını özel okullara gönderenler, onların üniversite sınavında ilk binli dilimlere girebilmeleri için gerekli bütün imkânları da sağlamış oluyorlar. Diyelim ki yine de iyi bir üniversiteye giremedi, bir dört yıl daha aynı ücreti verip iyi bir özel üniversitede, hatta daha ucuza yurt dışında bir üniversitede çocuğun okumasını sağlamak mümkün.
Devlet okullarında iyi bir Anadolu ya da fen lisesine girebilen öğrenci de ilk binli dilimlerde üniversiteye girebilme imkânına sahip olabiliyor. Ama burada da yine belirleyici olan sınıfsal ayrım; zira o okullara girmek de iyi bir hazırlık sürecini ve onu sağlamak için ödenmesi gereken bedeli karşılayacak bir geliri şart koşuyor.
Peki geriye kalanlar? İşte onlar, hiç de adil olmayan koşullarda kıyasıya bir yarışın içine girenler. Onlar, geleceklerini kurabilecek olamasalar da, bari sonlarını (“ahret”) kurtarabilsinler diye imam-hatip okullarına gitmek zorunda kalanlar. Onlar, ancak çok iyi bir öğrenim görmüş olanların başarılı olabileceği sınavlarda, bir mucizeyi gerçekleştirmesi beklenenler.
Bu yüzden onlar bilakis tatilde ödev yaparak ve bol bol test soruları çözerek aradaki farkı kapatmaya çalışmak zorundalar. Kendileri için pek umut vaat etmeyen ve belirsiz bir geleceğin makus bir kader olmaması için tatili ertelemek zorundalar. Yani tatilde ödev yapmamak da sınıfsal bir ayrıcalıktır.
Alt sınıflar için, robotların rakipleri olacağı yakın geleceğin dünyasında standart bir eğitim değil, yüksek bir eğitim kendilerini değerli kılarak var olabilmeleri için elzem olacak. Haftaya tekno-bilimsel gelişmelerle eğitimin niteliğindeki değişimler üzerine kaleme alacağım bir yazı için bir peşrev olarak sözü bitirelim. (SÜREYYA SU - T24)