"Türkiye'yi ne Erdoğan ne de Bahçeli yönetiyor, daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor"
CHP’nin Meclis Grup Başkanvekili Özgür Özel: "Birinin millet tanımıyla diğerinin ümmet tanımı birbiriyle çelişmesine rağmen bunları aynı potada eritmeye çalışan ve tabanlarını da buna zorlayan, bunu ellerindeki büyük propaganda makinesiyle yapan bu akılda bir başka güç var. Bir yerden birileri düğmeye basıyor. Devlet Bahçeli, kritik kavşaklarda kritik kararlar vermiştir, U dönüşleri yapmıştır ama Türkiye siyasetini ne Bahçeli ne de Recep Tayyip Erdoğan yönetiyor; onların içinde aktör oldukları ancak senaryosu bir başka yerden yazılan daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor."
Konuğumuz CHP’nin Meclis Grup Başkanvekili Özgür Özel… Kendisiyle siyasetin kısır tartışmalarını konuşmak yerine “Neler oluyor? Bütün bunlara kim karar veriyor?” sorularına yanıt arayalım dedik ve ortaya bu söyleşi çıktı. Özel, siyaseti yönlendirenin, bir ayağı dışarıda bir ayağı içeride farklı bir odak olduğundan ve bu odağın Erdoğan’ı da Bahçeli’yi de yönettiğinden bahsetti. Sözü uzatmadan Özgür Özel’e bırakalım…
Eski Genel Kurmay Başkanı olan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a, Meclis’te, bütçe görüşmeleri sırasında yönelttiğiniz eleştiriye Cumhurbaşkanı Erdoğan hakaret ifadeleriyle tepki gösterdi ve konunun yargıya taşınması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Akar, hakkınızda suç duyurusunda bulundu, tazminat davası açtı. AK Parti askeri vesayeti bitirme iddiasını en fazla dile getiren partiydi ve bugün gelinen noktada kimilerine göre asker, hiç olmadığı kadar güçlü ve siyasete müdahil. Bu görüşe katılıyor musunuz? Bu çerçevede, Erdoğan’ın Muharrem İnce’yi eleştirdiği konuşmasını alkışlayan 2’nci Ordu Komutanı Org. Metin Temel’in görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Apolet sökme tartışmasında Erdoğan, Temel için “Çok yakın bir hukukumuz var” demişti. Erdoğan’a bu kadar yakın bir komutanın görevden alınmasının arkasında nasıl bir kavga olabilir?
Askeri vesayeti ortadan kaldıracağız diyen AK Parti, askeri vesayeti ortadan kaldırmanın siyasi iletişimini zamanında iyi yaptı. Askerin siyasi müdahalelerde bulunduğu, bazen kendi gücünü, sınırlarını aşacak müdahalelere niyetlendiği, yani doğrudan darbe değil ama aktif siyasete müdahale ettiği bir gerçek vardı. Bugün gelinen noktada askeri vesayet sıfırlandı mı veya siyasetin üzerinden vesayet kalktı mı yoksa bir başka vesayete mi dönüştü, işte burası çok tartışmalı.
‘CİDDİ BİR ODAĞIN, TÜRKİYE SİYASETİ ÜZERİNDE BİR VESAYET KURDUĞUNA İNANIYORUM’
Adına askeri vesayet demek doğru değil ama içinde bazı eski ve mevcut asker kişilerin de olduğu, farklı siyasi partilerden siyasi aktörlerin de bulunduğu, belki hiç tanımadığımız aktörlerin olduğu çok ciddi bir vesayet odağının varlığına ve bunun partiler üstü bir şekilde, hatta birden çok partiyi kontrol eder bir şekilde Türkiye siyaseti üzerinde bir vesayet kurduğuna ben şahsen inanıyorum. Bunun içerisinde bugün AK Parti’de bakan olanlar, AK Parti’de çok üst düzeyde bürokrat olanlar, bir başka muhalefet partisinin genel başkanları, bazı yöneticileri ve iktidar partisindeki bir takım güçlü figürler de var.
Bugün Türkiye’de siyasete yön veren en güçlü beş, altı kişi kimdir diye baktığınızda bunların her birinin belli olaylar karşısında bir merkezden tek sesle, tek cümleyle, bazen iki liderin sanki aynı prompter’i okuyormuşcasına konuştuğunu görüyoruz. Oysa siyaset böyle bir şey değildir. Siyaset çok sesli, çok renkli bazen çelişkili bazen tartışmalı bir alandır. Demokrasilerde birileri bir düğmeye basmış diye hissiyatınız olmaz. Demokrasilerde düğme sesi, buton sesi olmaz. Demokrasilerde değişim hızlı da olabilir, yavaş da olabilir ama kendi dinamikleri içerisinde olur. Türkiye’de bugün birinin bir düğmeye bastığını ve o düğmenin sesini duyuyorsunuz. Bunu AKP ile MHP 15 Temmuz darbesi olarak gerekçelendiriyorlar. AKP ile MHP’nin liderleri birbirlerine en ağır hakaretleri ediyorlardı. Sonra birden aynı şeyleri konuşmaya başladılar. Devlet Bahçeli milli birlik, milli beraberlik, milli beka sorunu olarak görüp bir anda Recep Tayyip Erdoğan’la aynı çizgiye geldiğini savunuyor.
O mu Erdoğan’la aynı çizgiye geldi, Erdoğan mı Bahçeli’yle aynı çizgiye geldi?
Tayyip Erdoğan yüzde 51’i, MHP’nin aday göstermemesiyle aldı. Yoksa bırakın ilk turu ikinci turda da bu seçimi kazanması mümkün değildi. MHP’nin bakanlık talebi olabilir ama yok. Meclis başkanlığı talebi olabilir ama yok. MHP milletvekilleri diyor ki, “tayin işimiz, terfi işimiz olmuyor. Bu nasıl ittifak kardeşim!” diyor. Görünüşte hiçbir karşılık almaksızın verilmiş kayıtsız şartsız bir destek var. Bir muhalefet partisi düşünün ki Cumhurbaşkanı adayı çıkarmıyor, üç büyükşehirde belediye başkanı adayı çıkarmıyor, 60’dan fazla şehirde belediye başkanı adayı çıkarmıyor.
‘BİRİSİ DÜĞMEYE 15 TEMMUZ’DAN ÇOK DAHA ÖNCE BASTI’
MHP’nin hem muhalefet hem de iktidar ortağı olması siyasetin doğasına aykırı bir durum.
Aykırı… Bahçeli, Erdoğan’a, “Memleketin bütün deterjanlarını Haliç’e döksem, seni ve bütün AK Partilileri üç kez yıkasam arınmazsınız” diyordu. “Türkiye’de herkes Cumhurbaşkanı olabilir, bir tek sen olmazsın” diyordu. O noktadan, benim Cumhurbaşkanı adayım sensin noktasına nasıl geldin deyince Devlet Bahçeli, “15 Temmuz” diyor. Ben 9 Mart 2016 tarihinde bir basın toplantısı yaptım ve “MHP, AKP’ye selektör yapıyor” dedim. Ben bunu söyleyince en ağır hakaretleri sıraladı. “Fiili durum Anayasa’ya uydurulmalıdır, Recep Tayyip Erdoğan Anayasa’ya uymuyorsa biz Anayasa’yı ona uyduralım, Adalet ve Kalkınma Partisi kendi teklifini getirmelidir, Meclis’ten geçirmelidir, gerekirse halkoyuna gitmelidir” gibi sözlerinden sonra benim “Bunlar işi pişirmiş, Devlet Bahçeli Saraya doğru kayıyor” sözlerimize itiraz ettiler. Biz bunu, “Saraya kayış, koltuk değneği olma” meselesini darbeden aylar önce basının önünde söyledik. Bunu iddia edenler alçaktır, namussuzdur diye bizi suçladılar. Oysa daha darbeye beş ay vardı ve biz Devlet Bahçeli’nin söylediklerinin satır aralarını okuyabiliyorduk. Bunun sonunda bir süreç başladı ve sürecin sonunda 15 Temmuz geldi. Tayyip Erdoğan da Devlet Bahçeli de 15 Temmuz’u araçsallaştırdı; biri 20 Temmuz OHAL darbesini yaptı, diğeri hem OHAL darbesine destek verdi hem de kendi tarihi U dönüşünü bununla gerekçelendirdi. Birisi bir düğmeye bastı ama o düğmeye 15 Temmuz’dan çok daha önceki bir tarihte basıldı.
‘HEPSİNİ BİRDEN YÖNETEN BİR BAŞKA DİNAMİK, BİR BAŞKA MEKANİZMA VAR’
Her kritik siyasi dönemeçte Devlet Bahçeli’nin başrolü konuşulur. Bir süredir siyasetin belirleyicisinin Devlet Bahçeli olduğu yorumu yapılıyor. Buna katılıyor musunuz?
Ben ne siyasetin belirleyicisinin Devlet Bahçeli olduğuna inanıyorum ne de Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın veya Erdoğan’ın Bahçeli’nin güdümüne girdiğine inanıyorum. Bir başka mekanizma, bir başka dinamik var, hepsini birden yönetiyor. Bir başka mekanizma devreye giriyor ve birbirine en ağır hakaret edenleri birbirine dost, ahbap yapabiliyor. Son olarak “Andımız” polemiğinde de görülen, birbirine taban tabana zıt iki hareket var, bakış açılarıyla, geçmiş pratikleriyle ve Kürt meselesine yaklaşımlarıyla… Birinin millet tanımıyla diğerinin ümmet tanımı birbiriyle çelişmesine rağmen bunları aynı potada eritmeye çalışan ve tabanlarını da buna zorlayan, bunu ellerindeki büyük propaganda makinesiyle yapan bu akılda bir başka güç var. Bir yerden birileri düğmeye basıyor. Devlet Bahçeli, kritik kavşaklarda kritik kararlar vermiştir, U dönüşleri yapmıştır ama Türkiye siyasetini ne Bahçeli ne de Recep Tayyip Erdoğan yönetiyor; onların içinde aktör oldukları ancak senaryosu bir başka yerden yazılan daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor.
“BİR AYAĞI DIŞARIDA BİR AYAĞI İÇERİDE BİR YAPI”
Bu akıl dışarıda bir odak mı? Yoksa bir ayağı dışarıda bir ayağı içeride olan Gladyo benzeri bir yapıdan mı söz ediyorsunuz?
Bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda bir yapıdan bahsediyorum. Dünyanın farklı süper güçlerinin Türkiye üzerinde bir anlamda uzlaşısı var ama burada Türkiye’nin menfaatinin olduğunu hiç düşünmüyorum. Maalesef toplumun bazı kesimlerinde şöyle bir derin devlet kutsaması var, “Bir derin devlet var ve Türkiye’nin menfaatlerini o derin devlet koruyordur”. Hukukun olmadığı, kişilerin can ve mal güvenliğinin olmadığı, birilerinin devlet adına suç işlediği, birilerine şantaj yapıldığı, birilerinin tehdit edildiği hiçbir devlet uygulaması, adına ne denirse densin meşru değildir ve ülkeye fayda sağlamaz. Bu ülke derin devletten hiçbir zaman fayda görmedi bundan sonra da görmeyecek. Bazıları da diyor ki, “Bu kadar akılsızca işleri derin devlet yapıyor olamaz”. Derin devlet güzellemesiyle olmaz bu iş.
Hep şu konuşuluyordu, “Bu ülkeye sağcı-solcu kavgası yaptırıldı; Alevi-Sünni ayrılığı kaşındı; Türk-Kürt ayrılığı kaşındı”… Şu anda hepsi birden kaşınıyor. “Evde oturan yüzde elli ve sokağa çıkarsa katledilecek yüzde elli var”. “Gezi’de sokağa çıkanlar-evde zor tutulanlar”… “Bir daha çıkarsanız sizle çatıştırılacaklar” gibi toplum iki kutuplu bir şekilde yapılandırılıyor. Bu aklın özelliği şu, toplumdaki bir farklılığı önce buluyor, onu belirginleştiriyor, iyice ayrıştırıp kutuplaştırıyor, öbür kutbu şeytanlaştırıyor ve kendi arkasını kalabalıklaştırıyor.
‘TOPLUM, KALICI BİR AYRILIĞA SÜRÜKLENMEYE ÇALIŞILIYOR’
Şu anda toplum, daha önceki sağ-sol meselesinden, katliama varan Alevi-Sünni çatışmalarının tetiklenmeye çalışıldığı süreçten çok daha derinlere müdahale eden ve çok daha kalıcı bir ayrılığa doğru sürüklenmeye çalışılıyor. Türkiye toplumu, 12 Eylül 1980’le sonlanan o travmadan, “kardeşi kardeşe kırdırdılar” diyerek çıktı. Gladyo’nun aynı silahla sabah birini, öğleden sonra bir başkasını vurduğunu deneyimleyerek çıktı. Şimdi o deneyimleri hatırlama zamanı.
Bahçeli sadece Tayyip Erdoğan’ı değil tüm AK Partilileri Haliç’te yıkamaktan bahsediyordu. Biz sadece AK Parti’nin yöneticilerine ve bu kötücül aklı yönetenlere laf söylüyoruz. Biz Hulusi Akar’a, Süleyman Soylu’ya, Berat Albayrak’a, Tayyip Erdoğan’a, Devlet Bahçeli’ye laf söylüyoruz. Bunun dışında AK Parti’nin MHP’nin tabanına, kitlesine laf söylemiyoruz. Bu kötücül akla karşı bizim ümidimiz bizim yüzde ellimiz değil. Biz diğer yüzde ellinin de bu kötücül aklın bizi nereye sürüklediğini bir şekilde fark etmekte olduğunu veya fark edeceğini ümit ederek siyaset yapıyoruz.
‘DOLANDIRICILAR ARTIK UMUDU DEĞİL KORKUYU KULLANIYOR’
Darbe tehdidinin halen geçerli olduğu yorumu yapılıyor. Bir de konuşmaktan bile korktuğumuz iç savaş ihtimalinden söz ediliyor. Böyle bir ihtimal var mı?
Bütün dolandırıcılar tarih boyunca umut pazarlamışlardır. Sülün Osman’ın yaptığı gibi “gel sana şu köprüyü satayım” demişlerdir. Hem Türkiye’de hem dünyada dolandırıcılar artık umudu değil korkuyu kullanıyor. İnsanların telefonda terör örgütüyle korkutularak dolandırıldığı bir ülkede normal çıkarımlar, bazı sorular anlamsız kalıyor. Şimdi, “Eğer bizim sözümüzü dinlemezseniz, bizim dediğimiz gibi bu ülke yönetilmezse, tek adam- diktatör gibi bazı eleştirilerde bulunursanız, referandumu OHAL’de yaptık, 24 Haziran seçimini eşitsiz şartlarda yaptık diye siz bizim meşruiyetimizi tartışırsanız bu ülke iç savaşa sürüklenir” korkusuyla toplumu terbiye etmeye çalışıyorlar. İş adamlarına diyor ki, “OHAL ilan ettik, bu sayede grev yapılmıyor”. Anayasal hakkın gasbını övünç meselesi haline getirebiliyor. Şu anda herkesi sokağa çıkmaktan ve sokakta hak aramaktan korkutan bir şey var.
Bugün ülkenin Cumhurbaşkanı, “bir Gezi derseniz!..” diye ülkeyi iç savaşla tehdit ediyor. Gezi, toplumun, başta doğaya ve yaşam biçimine müdahaleye karşı bir başkaldırısıydı. Son derece barışçıl ve demokratik bir hak arayışıydı. Bir ülkede meydanlar ne kadar halka açıksa demokrasinin kanalları o kadar açıktır ve o ülkede iç savaş, darbe riski o kadar azdır. Siz insanların demokratik, haklı, meşru taleplerini ortaya koymalarını engellerseniz o zaman darbe dinamiği, iç savaş dinamiği işler. Çünkü enerji kinetik enerjiye dönüşmüyorsa, sokakta, meydanda sese, gürültüye, ıslığa dönüşmüyorsa bir yerde birikir. İşte bu, darbe, iç savaş potansiyelidir.
Sarı Yeleklileri Macron’dan daha çok Tayyip Erdoğan ve kendisiyle aynı sözü konuşan Devlet Bahçeli dert ediyorsa ve insanlara tehditler savuruyorlarsa, Türkiye’yi yöneten devlet aklı, özgüveni çok düşük, paranoyak ve darbe ve halk ayaklanması konusunda şizofrenik bir hal almış demektir. Birileri vatandaşı kutuplaşması üzerinden iç savaş korkusuyla tehdit ederken ülkeyi yöneten liderleri de bunu inandırmış gözüküyor.
‘BUGÜN ERDOĞAN’I EN MEMNUN EDECEK ŞEY, MUHALEFETİN SEÇİMİ BOYKOTUDUR’
Hukukun olmadığı bir dönemde, demokratik siyasetin kanalları böylesine tıkanmışken CHP’yi her şey normalmiş gibi seçime hazırlanmakla suçlayanlar var. ‘Binali Yıldırım’ın Anayasa’ya uymayarak Meclis Başkanlığından istifa etmediği bir süreçte muhalefet partileri seçime girmeyerek iktidarın meşruiyetini tartıştırmalı’ teklifi gerçekçi mi?
Kümese bir sansar girmeye çalışıyor diye, sen oradan girme, biz kapıyı açıyoruz ve kümesi sana bırakıyoruz diyecek halimiz yok. Bugün Tayyip Erdoğan’ı en çok memnun edecek şey muhalefetin seçimlere girmeyip bütün belediyelerin ona kalmasıdır. O zaten kayyum atamalarıyla ve kendi belediyelerinde de istemediği kişileri tehdit ve şantajla istifaya zorlayarak bir hamle yaptı. Bugün belediye seçimleri boykot edilirse Tayyip Erdoğan zevkle, “Korktular, Cumhur İttifakı’nın karşısında tutunamadılar, kaybedecekleri bir seçime girmediler” diyerek o belediyelerin hepsini yönetebilir ve bu çok büyük bir tehlike. Dünyada bugün yerel demokrasiler güçleniyor ve merkezi demokrasiler zayıflıyor. Bugün Türkiye’de merkezi yönetimi güçlendirmeye çalışan bir yapı var. Bizim buna karşı daha önce de söylediğimiz gibi yerelden yeni bir gücü örgütlememiz gerekiyor. Ayrıca bu tartışmayı yapmak için belki erken belki de çok geç… OHAL’de yapılan bir referandum boykot edilmemiş, OHAL’de değişmiş meşru olmayan bir Anayasa üzerine yapılmış baskın seçime girilmiş ve şimdi yerel seçimlerde Anayasa’ya aykırı bir iddia üzerinden bunu konuşmak doğru değil.
‘BİZ KÂBUSU İSTANBUL’U VE ANKARA’YI KAYBEDEREK BAŞLATTIK’.
1994 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın rakipleri arasında CHP, DSP, SHP vardı ve ayrıca şimdi milletvekili olan bir arkadaşımız da bir merkez sağ partiden rakipti (İlhan Kesici) kendisine. Tayyip Erdoğan o gün İstanbul’u yüzde 25 gibi bir oyla kazandı. Biz kâbusu İstanbul’u, Ankara’yı kaybederek başlattık. Orada bizim çok günahımız var. 1994 yerel seçimlerinden türediler çünkü. Şimdi bu ülkeye bir daha 1994’ü yaşatmamak zorundayız. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bizim hızla 1994’e gidip orada yaptığımız hataları görüp bir yerel seçimde kaybettiğimizi bir yerel seçimde bulmamız lazım. O yüzden Ankara’da, İstanbul’da uzlaşı arayışı ve en doğru adayı belirleyerek seçimi kazanma arayışımız var.
‘AKP’NİN KONTROLÜNDEKİ YARGININ VERECEĞİ KARARLA BİNALİ YILDIRIM’IN DURUMU MEŞRULAŞTIRILABİLİR’
Yeni yılın ilk günü verdiğiniz soru önergesiyle Binali Yıldırım’ı istifaya davet ettiniz. Etmezse ne yapacaksınız?
Anayasa 94’ün son fıkrası bu kadar açıkken Binali Yıldırım’ın istifa etmeden bu adaylığı sürdürmesi, mahkemelerin en büyüğü olan kamu vicdanında mahkûm olmuş durumda. “Anayasayı bu kadar ihlal de olmaz! Kazanacağından emin olsa neden istifa etmiyor?” diyor insanlar. Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa Mahkemesi gibi hukuk yollarına başvurma imkânı var. Bir hukuk yolunun kullanılmamasının maliyeti ile kullanıldığında, kuşatılmış bu hukukçuların verecekleri kararın yaratacağı maliyeti iyi hesaplamak gerekiyor. Şahsi kanaatim her zaman hukuk yolunun sonuna kadar kullanılmasıdır. Anayasa aykırı hiçbir iş ve işleme geçit vermemektir. Geçmişte de böyle düşündüm bugün de böyle düşünüyorum. AKP’nin kontrolündeki yargının vereceği kararla AKP’nin bu meseleyi kendisi açısından meşrulaştırma aracı olarak kullanmasından endişeliyim. Sarayın kontrolündeki yargının bugün Binali Yıldırım lehine karar vermesini bugün en çok Binali Yıldırım ve Saray istiyor olabilir. Açık olan bir yargı yolunu kullanmamanın da tarih önünde bir sorumluluğu var. Bütün bunları artısıyla eksisiyle düşünmemiz lazım.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP milletvekilleri başta olmak üzere parlamenterlerin tutuklanmasının önünü açan dokunulmazlıkların kaldırılması tartışmalarında “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” demişti. Şimdi o günleri anarak “CHP bu kapıyı bir kez açtı…” diyenler var.
Dokunulmazlık konusunda CHP’nin oylamaya katılan 131 milletvekilinden 118’inin hayır oyu kullanmış olduğunu da görmek gerekiyor. Grup kararı alınamadığının da altını çizmek gerekiyor. Hakkında 38 tane dokunulmazlık fezlekesi düzenlenmiş, “hadi gel dokunulmazlıklarını kaldır” diyen birine “bak kaldırıyoruz” diye meydan okuyan bir siyasi rakibe, Tayyip Erdoğan’a verilmiş siyasi bir cevapla, CHP’nin tarihsel olarak hukuk ve Anayasa karşısındaki duyarlılığını birbirine karıştırmamak lazım. O konuda da Genel Başkan’a haksızlık etmemek lazım.
CHP, TBMM İçtüzüğü’nde değişiklik yapan 27 Temmuz 2017 tarihli kararın bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüklerinin durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. AYM, bazı maddeleri iptal etti. Sizin için bu sürpriz oldu mu?
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son karara, sevmediğim ama yeri gelince kullanmaktan geri durmadığım o ifadeyle, “yetmez ama evet” diyoruz. Korkuyorlar ama bu kadar da olmaz diyorlar.
‘KORKU RESEPTÖRLERİ BLOKE OLDU ARTIK’
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, başbakanken söylenen sözlerden dolayı bugün “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla soruşturma başlatılması üzerine birçok espri yapılıyor, bu absürt durum tiye alınıyor. Korkması beklenen insanlar artık yaşananlarla dalga geçiyor. Siz kendi adınıza korkuyor musunuz?
Ben kendi adıma korkmuyorum. Zaten bizim korkma hakkımız yok. Biz korkarsak toplum tir tir titrer. Biz bir santim eğilirsek toplum diz çöker. Herkes beni hukukçu sanıyor ama ben eczacıyım. Bu soruyu mesleki olarak cevaplayayım. Buna reseptör blokajı deniyor. Bazı hastalıkların tedavisinde bazı ilaçları o kadar çok kullanırsınız ki o ilacın etki edeceği reseptörler bloke olduğu için artık beklenen hiçbir sonucu alamazsınız. Korkutmak da böyle bir şey. Korku reseptörleri bloke oldu artık. Yeni yolladıkları korkutucu uyaranlar etki etmemeye başladı. Bir uyaran çok fazla kullanıldığında uyarmamaya başlar. Bizim burada yavaş yavaş cumhurbaşkanının yaptığı işlemlere karşı insanların bunu alaya alıyor olması artık korkacak ve kaybedecek bir şey kalmadığından. Bu da iktidar açısından, Tayyip Erdoğan açısından iyiye işaret değil.
‘ENİS BERBEROĞLU İLE LEYLA GÜVEN ARASINDA HUKUKİ BİR FARK YOK’
CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nunkiyle HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven’in hukuki durumu arasında fark olmamasına rağmen Leyla Güven hâlâ tutuklu. Güven, HDP’li olduğu için mi cezaevinden çıkamıyor?
İlk günden bu yana söyledik, hangi partiden olursa olsun tutuklu milletvekiline karşıyız. Geçen dönem üç siyasi partiden sekiz tutuklu milletvekili varken, sekizini de ziyaret eden tek siyasi parti olarak söylüyoruz bunu. Leyla Güven’in şahsında da, seçimle gelmiş, seçilirken ilçe seçim kurulundan yeterlilik almış, YSK’dan başvurusu kabul edilmiş ve halkın iradesiyle seçilmiş bir milletvekiline, şahsının ya da partisinin şeytanlaştırılarak farklı bir muamele yapılmasını doğru görmeyiz. Ben de Enis Berberoğlu’yla Leyla Güven arasında hukuken hiçbir fark olmadığını, Leyla Güven’in Enis Berberoğlu’nun uğradığı ağır hak ihlaline uğradığını ve onun hak ihlalinin sürdüğünü değerlendiriyorum.
Sizin için CHP’nin potansiyel genel başkanı yorumu yapılıyor.
En sevdiğim ve istediğim mevkideyim. Bir görevde olanların bir başka mevkiye layık görülmesi, bu konuda isminin geçmesi, mevcut görevini iyi yaptığı anlamına geliyorsa bu memnuniyet vericidir. Sayın Genel Başkan’ın genel başkanlıkla ilgili kişisel beklentisi bir şekilde görevi son bulduktan sonraki süreçte Cumhuriyet Halk Partisi emin olun onlarca, yüzlerce seçenek içerisinden en demokratik şekilde en doğru kişiyi seçecektir. Bununla ilgili şimdiden bir çıkarımda bulunmak çok yanlış olur. Benim şahsımla ilgili böyle bir hedefim ve hevesim yok. Benim bütün hedefim ve hevesim bu partinin bana vermiş olduğu bu onurlu görevi en iyi şekilde yapmaktır. İnsanlar bunun böyle olduğunu düşünüyorsa benim için yeterlidir. (ÖZLEM AKARSU ÇELİK - FOTOĞRAF: EREN GÜVENDİK - GAZETEDUVAR)
Konuğumuz CHP’nin Meclis Grup Başkanvekili Özgür Özel… Kendisiyle siyasetin kısır tartışmalarını konuşmak yerine “Neler oluyor? Bütün bunlara kim karar veriyor?” sorularına yanıt arayalım dedik ve ortaya bu söyleşi çıktı. Özel, siyaseti yönlendirenin, bir ayağı dışarıda bir ayağı içeride farklı bir odak olduğundan ve bu odağın Erdoğan’ı da Bahçeli’yi de yönettiğinden bahsetti. Sözü uzatmadan Özgür Özel’e bırakalım…
Eski Genel Kurmay Başkanı olan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a, Meclis’te, bütçe görüşmeleri sırasında yönelttiğiniz eleştiriye Cumhurbaşkanı Erdoğan hakaret ifadeleriyle tepki gösterdi ve konunun yargıya taşınması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Akar, hakkınızda suç duyurusunda bulundu, tazminat davası açtı. AK Parti askeri vesayeti bitirme iddiasını en fazla dile getiren partiydi ve bugün gelinen noktada kimilerine göre asker, hiç olmadığı kadar güçlü ve siyasete müdahil. Bu görüşe katılıyor musunuz? Bu çerçevede, Erdoğan’ın Muharrem İnce’yi eleştirdiği konuşmasını alkışlayan 2’nci Ordu Komutanı Org. Metin Temel’in görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Apolet sökme tartışmasında Erdoğan, Temel için “Çok yakın bir hukukumuz var” demişti. Erdoğan’a bu kadar yakın bir komutanın görevden alınmasının arkasında nasıl bir kavga olabilir?
Askeri vesayeti ortadan kaldıracağız diyen AK Parti, askeri vesayeti ortadan kaldırmanın siyasi iletişimini zamanında iyi yaptı. Askerin siyasi müdahalelerde bulunduğu, bazen kendi gücünü, sınırlarını aşacak müdahalelere niyetlendiği, yani doğrudan darbe değil ama aktif siyasete müdahale ettiği bir gerçek vardı. Bugün gelinen noktada askeri vesayet sıfırlandı mı veya siyasetin üzerinden vesayet kalktı mı yoksa bir başka vesayete mi dönüştü, işte burası çok tartışmalı.
‘CİDDİ BİR ODAĞIN, TÜRKİYE SİYASETİ ÜZERİNDE BİR VESAYET KURDUĞUNA İNANIYORUM’
Adına askeri vesayet demek doğru değil ama içinde bazı eski ve mevcut asker kişilerin de olduğu, farklı siyasi partilerden siyasi aktörlerin de bulunduğu, belki hiç tanımadığımız aktörlerin olduğu çok ciddi bir vesayet odağının varlığına ve bunun partiler üstü bir şekilde, hatta birden çok partiyi kontrol eder bir şekilde Türkiye siyaseti üzerinde bir vesayet kurduğuna ben şahsen inanıyorum. Bunun içerisinde bugün AK Parti’de bakan olanlar, AK Parti’de çok üst düzeyde bürokrat olanlar, bir başka muhalefet partisinin genel başkanları, bazı yöneticileri ve iktidar partisindeki bir takım güçlü figürler de var.
Bugün Türkiye’de siyasete yön veren en güçlü beş, altı kişi kimdir diye baktığınızda bunların her birinin belli olaylar karşısında bir merkezden tek sesle, tek cümleyle, bazen iki liderin sanki aynı prompter’i okuyormuşcasına konuştuğunu görüyoruz. Oysa siyaset böyle bir şey değildir. Siyaset çok sesli, çok renkli bazen çelişkili bazen tartışmalı bir alandır. Demokrasilerde birileri bir düğmeye basmış diye hissiyatınız olmaz. Demokrasilerde düğme sesi, buton sesi olmaz. Demokrasilerde değişim hızlı da olabilir, yavaş da olabilir ama kendi dinamikleri içerisinde olur. Türkiye’de bugün birinin bir düğmeye bastığını ve o düğmenin sesini duyuyorsunuz. Bunu AKP ile MHP 15 Temmuz darbesi olarak gerekçelendiriyorlar. AKP ile MHP’nin liderleri birbirlerine en ağır hakaretleri ediyorlardı. Sonra birden aynı şeyleri konuşmaya başladılar. Devlet Bahçeli milli birlik, milli beraberlik, milli beka sorunu olarak görüp bir anda Recep Tayyip Erdoğan’la aynı çizgiye geldiğini savunuyor.
O mu Erdoğan’la aynı çizgiye geldi, Erdoğan mı Bahçeli’yle aynı çizgiye geldi?
Tayyip Erdoğan yüzde 51’i, MHP’nin aday göstermemesiyle aldı. Yoksa bırakın ilk turu ikinci turda da bu seçimi kazanması mümkün değildi. MHP’nin bakanlık talebi olabilir ama yok. Meclis başkanlığı talebi olabilir ama yok. MHP milletvekilleri diyor ki, “tayin işimiz, terfi işimiz olmuyor. Bu nasıl ittifak kardeşim!” diyor. Görünüşte hiçbir karşılık almaksızın verilmiş kayıtsız şartsız bir destek var. Bir muhalefet partisi düşünün ki Cumhurbaşkanı adayı çıkarmıyor, üç büyükşehirde belediye başkanı adayı çıkarmıyor, 60’dan fazla şehirde belediye başkanı adayı çıkarmıyor.
‘BİRİSİ DÜĞMEYE 15 TEMMUZ’DAN ÇOK DAHA ÖNCE BASTI’
MHP’nin hem muhalefet hem de iktidar ortağı olması siyasetin doğasına aykırı bir durum.
Aykırı… Bahçeli, Erdoğan’a, “Memleketin bütün deterjanlarını Haliç’e döksem, seni ve bütün AK Partilileri üç kez yıkasam arınmazsınız” diyordu. “Türkiye’de herkes Cumhurbaşkanı olabilir, bir tek sen olmazsın” diyordu. O noktadan, benim Cumhurbaşkanı adayım sensin noktasına nasıl geldin deyince Devlet Bahçeli, “15 Temmuz” diyor. Ben 9 Mart 2016 tarihinde bir basın toplantısı yaptım ve “MHP, AKP’ye selektör yapıyor” dedim. Ben bunu söyleyince en ağır hakaretleri sıraladı. “Fiili durum Anayasa’ya uydurulmalıdır, Recep Tayyip Erdoğan Anayasa’ya uymuyorsa biz Anayasa’yı ona uyduralım, Adalet ve Kalkınma Partisi kendi teklifini getirmelidir, Meclis’ten geçirmelidir, gerekirse halkoyuna gitmelidir” gibi sözlerinden sonra benim “Bunlar işi pişirmiş, Devlet Bahçeli Saraya doğru kayıyor” sözlerimize itiraz ettiler. Biz bunu, “Saraya kayış, koltuk değneği olma” meselesini darbeden aylar önce basının önünde söyledik. Bunu iddia edenler alçaktır, namussuzdur diye bizi suçladılar. Oysa daha darbeye beş ay vardı ve biz Devlet Bahçeli’nin söylediklerinin satır aralarını okuyabiliyorduk. Bunun sonunda bir süreç başladı ve sürecin sonunda 15 Temmuz geldi. Tayyip Erdoğan da Devlet Bahçeli de 15 Temmuz’u araçsallaştırdı; biri 20 Temmuz OHAL darbesini yaptı, diğeri hem OHAL darbesine destek verdi hem de kendi tarihi U dönüşünü bununla gerekçelendirdi. Birisi bir düğmeye bastı ama o düğmeye 15 Temmuz’dan çok daha önceki bir tarihte basıldı.
‘HEPSİNİ BİRDEN YÖNETEN BİR BAŞKA DİNAMİK, BİR BAŞKA MEKANİZMA VAR’
Her kritik siyasi dönemeçte Devlet Bahçeli’nin başrolü konuşulur. Bir süredir siyasetin belirleyicisinin Devlet Bahçeli olduğu yorumu yapılıyor. Buna katılıyor musunuz?
Ben ne siyasetin belirleyicisinin Devlet Bahçeli olduğuna inanıyorum ne de Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın veya Erdoğan’ın Bahçeli’nin güdümüne girdiğine inanıyorum. Bir başka mekanizma, bir başka dinamik var, hepsini birden yönetiyor. Bir başka mekanizma devreye giriyor ve birbirine en ağır hakaret edenleri birbirine dost, ahbap yapabiliyor. Son olarak “Andımız” polemiğinde de görülen, birbirine taban tabana zıt iki hareket var, bakış açılarıyla, geçmiş pratikleriyle ve Kürt meselesine yaklaşımlarıyla… Birinin millet tanımıyla diğerinin ümmet tanımı birbiriyle çelişmesine rağmen bunları aynı potada eritmeye çalışan ve tabanlarını da buna zorlayan, bunu ellerindeki büyük propaganda makinesiyle yapan bu akılda bir başka güç var. Bir yerden birileri düğmeye basıyor. Devlet Bahçeli, kritik kavşaklarda kritik kararlar vermiştir, U dönüşleri yapmıştır ama Türkiye siyasetini ne Bahçeli ne de Recep Tayyip Erdoğan yönetiyor; onların içinde aktör oldukları ancak senaryosu bir başka yerden yazılan daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor.
“BİR AYAĞI DIŞARIDA BİR AYAĞI İÇERİDE BİR YAPI”
Bu akıl dışarıda bir odak mı? Yoksa bir ayağı dışarıda bir ayağı içeride olan Gladyo benzeri bir yapıdan mı söz ediyorsunuz?
Bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda bir yapıdan bahsediyorum. Dünyanın farklı süper güçlerinin Türkiye üzerinde bir anlamda uzlaşısı var ama burada Türkiye’nin menfaatinin olduğunu hiç düşünmüyorum. Maalesef toplumun bazı kesimlerinde şöyle bir derin devlet kutsaması var, “Bir derin devlet var ve Türkiye’nin menfaatlerini o derin devlet koruyordur”. Hukukun olmadığı, kişilerin can ve mal güvenliğinin olmadığı, birilerinin devlet adına suç işlediği, birilerine şantaj yapıldığı, birilerinin tehdit edildiği hiçbir devlet uygulaması, adına ne denirse densin meşru değildir ve ülkeye fayda sağlamaz. Bu ülke derin devletten hiçbir zaman fayda görmedi bundan sonra da görmeyecek. Bazıları da diyor ki, “Bu kadar akılsızca işleri derin devlet yapıyor olamaz”. Derin devlet güzellemesiyle olmaz bu iş.
Hep şu konuşuluyordu, “Bu ülkeye sağcı-solcu kavgası yaptırıldı; Alevi-Sünni ayrılığı kaşındı; Türk-Kürt ayrılığı kaşındı”… Şu anda hepsi birden kaşınıyor. “Evde oturan yüzde elli ve sokağa çıkarsa katledilecek yüzde elli var”. “Gezi’de sokağa çıkanlar-evde zor tutulanlar”… “Bir daha çıkarsanız sizle çatıştırılacaklar” gibi toplum iki kutuplu bir şekilde yapılandırılıyor. Bu aklın özelliği şu, toplumdaki bir farklılığı önce buluyor, onu belirginleştiriyor, iyice ayrıştırıp kutuplaştırıyor, öbür kutbu şeytanlaştırıyor ve kendi arkasını kalabalıklaştırıyor.
‘TOPLUM, KALICI BİR AYRILIĞA SÜRÜKLENMEYE ÇALIŞILIYOR’
Şu anda toplum, daha önceki sağ-sol meselesinden, katliama varan Alevi-Sünni çatışmalarının tetiklenmeye çalışıldığı süreçten çok daha derinlere müdahale eden ve çok daha kalıcı bir ayrılığa doğru sürüklenmeye çalışılıyor. Türkiye toplumu, 12 Eylül 1980’le sonlanan o travmadan, “kardeşi kardeşe kırdırdılar” diyerek çıktı. Gladyo’nun aynı silahla sabah birini, öğleden sonra bir başkasını vurduğunu deneyimleyerek çıktı. Şimdi o deneyimleri hatırlama zamanı.
Bahçeli sadece Tayyip Erdoğan’ı değil tüm AK Partilileri Haliç’te yıkamaktan bahsediyordu. Biz sadece AK Parti’nin yöneticilerine ve bu kötücül aklı yönetenlere laf söylüyoruz. Biz Hulusi Akar’a, Süleyman Soylu’ya, Berat Albayrak’a, Tayyip Erdoğan’a, Devlet Bahçeli’ye laf söylüyoruz. Bunun dışında AK Parti’nin MHP’nin tabanına, kitlesine laf söylemiyoruz. Bu kötücül akla karşı bizim ümidimiz bizim yüzde ellimiz değil. Biz diğer yüzde ellinin de bu kötücül aklın bizi nereye sürüklediğini bir şekilde fark etmekte olduğunu veya fark edeceğini ümit ederek siyaset yapıyoruz.
‘DOLANDIRICILAR ARTIK UMUDU DEĞİL KORKUYU KULLANIYOR’
Darbe tehdidinin halen geçerli olduğu yorumu yapılıyor. Bir de konuşmaktan bile korktuğumuz iç savaş ihtimalinden söz ediliyor. Böyle bir ihtimal var mı?
Bütün dolandırıcılar tarih boyunca umut pazarlamışlardır. Sülün Osman’ın yaptığı gibi “gel sana şu köprüyü satayım” demişlerdir. Hem Türkiye’de hem dünyada dolandırıcılar artık umudu değil korkuyu kullanıyor. İnsanların telefonda terör örgütüyle korkutularak dolandırıldığı bir ülkede normal çıkarımlar, bazı sorular anlamsız kalıyor. Şimdi, “Eğer bizim sözümüzü dinlemezseniz, bizim dediğimiz gibi bu ülke yönetilmezse, tek adam- diktatör gibi bazı eleştirilerde bulunursanız, referandumu OHAL’de yaptık, 24 Haziran seçimini eşitsiz şartlarda yaptık diye siz bizim meşruiyetimizi tartışırsanız bu ülke iç savaşa sürüklenir” korkusuyla toplumu terbiye etmeye çalışıyorlar. İş adamlarına diyor ki, “OHAL ilan ettik, bu sayede grev yapılmıyor”. Anayasal hakkın gasbını övünç meselesi haline getirebiliyor. Şu anda herkesi sokağa çıkmaktan ve sokakta hak aramaktan korkutan bir şey var.
Bugün ülkenin Cumhurbaşkanı, “bir Gezi derseniz!..” diye ülkeyi iç savaşla tehdit ediyor. Gezi, toplumun, başta doğaya ve yaşam biçimine müdahaleye karşı bir başkaldırısıydı. Son derece barışçıl ve demokratik bir hak arayışıydı. Bir ülkede meydanlar ne kadar halka açıksa demokrasinin kanalları o kadar açıktır ve o ülkede iç savaş, darbe riski o kadar azdır. Siz insanların demokratik, haklı, meşru taleplerini ortaya koymalarını engellerseniz o zaman darbe dinamiği, iç savaş dinamiği işler. Çünkü enerji kinetik enerjiye dönüşmüyorsa, sokakta, meydanda sese, gürültüye, ıslığa dönüşmüyorsa bir yerde birikir. İşte bu, darbe, iç savaş potansiyelidir.
Sarı Yeleklileri Macron’dan daha çok Tayyip Erdoğan ve kendisiyle aynı sözü konuşan Devlet Bahçeli dert ediyorsa ve insanlara tehditler savuruyorlarsa, Türkiye’yi yöneten devlet aklı, özgüveni çok düşük, paranoyak ve darbe ve halk ayaklanması konusunda şizofrenik bir hal almış demektir. Birileri vatandaşı kutuplaşması üzerinden iç savaş korkusuyla tehdit ederken ülkeyi yöneten liderleri de bunu inandırmış gözüküyor.
‘BUGÜN ERDOĞAN’I EN MEMNUN EDECEK ŞEY, MUHALEFETİN SEÇİMİ BOYKOTUDUR’
Hukukun olmadığı bir dönemde, demokratik siyasetin kanalları böylesine tıkanmışken CHP’yi her şey normalmiş gibi seçime hazırlanmakla suçlayanlar var. ‘Binali Yıldırım’ın Anayasa’ya uymayarak Meclis Başkanlığından istifa etmediği bir süreçte muhalefet partileri seçime girmeyerek iktidarın meşruiyetini tartıştırmalı’ teklifi gerçekçi mi?
Kümese bir sansar girmeye çalışıyor diye, sen oradan girme, biz kapıyı açıyoruz ve kümesi sana bırakıyoruz diyecek halimiz yok. Bugün Tayyip Erdoğan’ı en çok memnun edecek şey muhalefetin seçimlere girmeyip bütün belediyelerin ona kalmasıdır. O zaten kayyum atamalarıyla ve kendi belediyelerinde de istemediği kişileri tehdit ve şantajla istifaya zorlayarak bir hamle yaptı. Bugün belediye seçimleri boykot edilirse Tayyip Erdoğan zevkle, “Korktular, Cumhur İttifakı’nın karşısında tutunamadılar, kaybedecekleri bir seçime girmediler” diyerek o belediyelerin hepsini yönetebilir ve bu çok büyük bir tehlike. Dünyada bugün yerel demokrasiler güçleniyor ve merkezi demokrasiler zayıflıyor. Bugün Türkiye’de merkezi yönetimi güçlendirmeye çalışan bir yapı var. Bizim buna karşı daha önce de söylediğimiz gibi yerelden yeni bir gücü örgütlememiz gerekiyor. Ayrıca bu tartışmayı yapmak için belki erken belki de çok geç… OHAL’de yapılan bir referandum boykot edilmemiş, OHAL’de değişmiş meşru olmayan bir Anayasa üzerine yapılmış baskın seçime girilmiş ve şimdi yerel seçimlerde Anayasa’ya aykırı bir iddia üzerinden bunu konuşmak doğru değil.
‘BİZ KÂBUSU İSTANBUL’U VE ANKARA’YI KAYBEDEREK BAŞLATTIK’.
1994 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın rakipleri arasında CHP, DSP, SHP vardı ve ayrıca şimdi milletvekili olan bir arkadaşımız da bir merkez sağ partiden rakipti (İlhan Kesici) kendisine. Tayyip Erdoğan o gün İstanbul’u yüzde 25 gibi bir oyla kazandı. Biz kâbusu İstanbul’u, Ankara’yı kaybederek başlattık. Orada bizim çok günahımız var. 1994 yerel seçimlerinden türediler çünkü. Şimdi bu ülkeye bir daha 1994’ü yaşatmamak zorundayız. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bizim hızla 1994’e gidip orada yaptığımız hataları görüp bir yerel seçimde kaybettiğimizi bir yerel seçimde bulmamız lazım. O yüzden Ankara’da, İstanbul’da uzlaşı arayışı ve en doğru adayı belirleyerek seçimi kazanma arayışımız var.
‘AKP’NİN KONTROLÜNDEKİ YARGININ VERECEĞİ KARARLA BİNALİ YILDIRIM’IN DURUMU MEŞRULAŞTIRILABİLİR’
Yeni yılın ilk günü verdiğiniz soru önergesiyle Binali Yıldırım’ı istifaya davet ettiniz. Etmezse ne yapacaksınız?
Anayasa 94’ün son fıkrası bu kadar açıkken Binali Yıldırım’ın istifa etmeden bu adaylığı sürdürmesi, mahkemelerin en büyüğü olan kamu vicdanında mahkûm olmuş durumda. “Anayasayı bu kadar ihlal de olmaz! Kazanacağından emin olsa neden istifa etmiyor?” diyor insanlar. Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa Mahkemesi gibi hukuk yollarına başvurma imkânı var. Bir hukuk yolunun kullanılmamasının maliyeti ile kullanıldığında, kuşatılmış bu hukukçuların verecekleri kararın yaratacağı maliyeti iyi hesaplamak gerekiyor. Şahsi kanaatim her zaman hukuk yolunun sonuna kadar kullanılmasıdır. Anayasa aykırı hiçbir iş ve işleme geçit vermemektir. Geçmişte de böyle düşündüm bugün de böyle düşünüyorum. AKP’nin kontrolündeki yargının vereceği kararla AKP’nin bu meseleyi kendisi açısından meşrulaştırma aracı olarak kullanmasından endişeliyim. Sarayın kontrolündeki yargının bugün Binali Yıldırım lehine karar vermesini bugün en çok Binali Yıldırım ve Saray istiyor olabilir. Açık olan bir yargı yolunu kullanmamanın da tarih önünde bir sorumluluğu var. Bütün bunları artısıyla eksisiyle düşünmemiz lazım.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP milletvekilleri başta olmak üzere parlamenterlerin tutuklanmasının önünü açan dokunulmazlıkların kaldırılması tartışmalarında “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” demişti. Şimdi o günleri anarak “CHP bu kapıyı bir kez açtı…” diyenler var.
Dokunulmazlık konusunda CHP’nin oylamaya katılan 131 milletvekilinden 118’inin hayır oyu kullanmış olduğunu da görmek gerekiyor. Grup kararı alınamadığının da altını çizmek gerekiyor. Hakkında 38 tane dokunulmazlık fezlekesi düzenlenmiş, “hadi gel dokunulmazlıklarını kaldır” diyen birine “bak kaldırıyoruz” diye meydan okuyan bir siyasi rakibe, Tayyip Erdoğan’a verilmiş siyasi bir cevapla, CHP’nin tarihsel olarak hukuk ve Anayasa karşısındaki duyarlılığını birbirine karıştırmamak lazım. O konuda da Genel Başkan’a haksızlık etmemek lazım.
CHP, TBMM İçtüzüğü’nde değişiklik yapan 27 Temmuz 2017 tarihli kararın bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüklerinin durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. AYM, bazı maddeleri iptal etti. Sizin için bu sürpriz oldu mu?
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son karara, sevmediğim ama yeri gelince kullanmaktan geri durmadığım o ifadeyle, “yetmez ama evet” diyoruz. Korkuyorlar ama bu kadar da olmaz diyorlar.
‘KORKU RESEPTÖRLERİ BLOKE OLDU ARTIK’
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, başbakanken söylenen sözlerden dolayı bugün “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla soruşturma başlatılması üzerine birçok espri yapılıyor, bu absürt durum tiye alınıyor. Korkması beklenen insanlar artık yaşananlarla dalga geçiyor. Siz kendi adınıza korkuyor musunuz?
Ben kendi adıma korkmuyorum. Zaten bizim korkma hakkımız yok. Biz korkarsak toplum tir tir titrer. Biz bir santim eğilirsek toplum diz çöker. Herkes beni hukukçu sanıyor ama ben eczacıyım. Bu soruyu mesleki olarak cevaplayayım. Buna reseptör blokajı deniyor. Bazı hastalıkların tedavisinde bazı ilaçları o kadar çok kullanırsınız ki o ilacın etki edeceği reseptörler bloke olduğu için artık beklenen hiçbir sonucu alamazsınız. Korkutmak da böyle bir şey. Korku reseptörleri bloke oldu artık. Yeni yolladıkları korkutucu uyaranlar etki etmemeye başladı. Bir uyaran çok fazla kullanıldığında uyarmamaya başlar. Bizim burada yavaş yavaş cumhurbaşkanının yaptığı işlemlere karşı insanların bunu alaya alıyor olması artık korkacak ve kaybedecek bir şey kalmadığından. Bu da iktidar açısından, Tayyip Erdoğan açısından iyiye işaret değil.
‘ENİS BERBEROĞLU İLE LEYLA GÜVEN ARASINDA HUKUKİ BİR FARK YOK’
CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nunkiyle HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven’in hukuki durumu arasında fark olmamasına rağmen Leyla Güven hâlâ tutuklu. Güven, HDP’li olduğu için mi cezaevinden çıkamıyor?
İlk günden bu yana söyledik, hangi partiden olursa olsun tutuklu milletvekiline karşıyız. Geçen dönem üç siyasi partiden sekiz tutuklu milletvekili varken, sekizini de ziyaret eden tek siyasi parti olarak söylüyoruz bunu. Leyla Güven’in şahsında da, seçimle gelmiş, seçilirken ilçe seçim kurulundan yeterlilik almış, YSK’dan başvurusu kabul edilmiş ve halkın iradesiyle seçilmiş bir milletvekiline, şahsının ya da partisinin şeytanlaştırılarak farklı bir muamele yapılmasını doğru görmeyiz. Ben de Enis Berberoğlu’yla Leyla Güven arasında hukuken hiçbir fark olmadığını, Leyla Güven’in Enis Berberoğlu’nun uğradığı ağır hak ihlaline uğradığını ve onun hak ihlalinin sürdüğünü değerlendiriyorum.
Sizin için CHP’nin potansiyel genel başkanı yorumu yapılıyor.
En sevdiğim ve istediğim mevkideyim. Bir görevde olanların bir başka mevkiye layık görülmesi, bu konuda isminin geçmesi, mevcut görevini iyi yaptığı anlamına geliyorsa bu memnuniyet vericidir. Sayın Genel Başkan’ın genel başkanlıkla ilgili kişisel beklentisi bir şekilde görevi son bulduktan sonraki süreçte Cumhuriyet Halk Partisi emin olun onlarca, yüzlerce seçenek içerisinden en demokratik şekilde en doğru kişiyi seçecektir. Bununla ilgili şimdiden bir çıkarımda bulunmak çok yanlış olur. Benim şahsımla ilgili böyle bir hedefim ve hevesim yok. Benim bütün hedefim ve hevesim bu partinin bana vermiş olduğu bu onurlu görevi en iyi şekilde yapmaktır. İnsanlar bunun böyle olduğunu düşünüyorsa benim için yeterlidir. (ÖZLEM AKARSU ÇELİK - FOTOĞRAF: EREN GÜVENDİK - GAZETEDUVAR)