Türkiye’de bir süredir yaşadığımız ‘anomalinin’ röntgeni...
Bir zamanlar ‘Palu ailesi’ diyarında
Türkiye iki hafta boyunca Palu ailesinin maceralarına saplanıp kaldı: En az 3 cinayet, 4’ü çocuk ve henüz bilinmeyen sayıda kadına istismar, tecavüz... Temel motivasyon şaşırtıcı değil: Cinsel ve maddi tatmin. Yöntem ise bir süredir alışık olduğumuz unsura dayanıyor: Din istismarı ve korku.
Otoriterliğin ve faşizmin yayıldığı toplumlarda başka türlüsünü görmek mümkün değil; otoriterlik ve biat kültürü, korkutarak tesis ediliyor. Korkutulan, hasımlar değil, gücünü aldığın kişiler oluyor. Korkulara oynayan otorite gücünü kutsallara dayandırdığında ise artık sorgulanamaz bir zırha sahip oluyor.
Ancak meselenin bir başka boyutu daha bulunuyor. Palu ailesi örneğinde, 10 yılı aşkın süredir devam eden suç silsilesinde devletin kurumlarının iştiraki olmasa da basiretsizliği ve göz yumması olduğunu anlayabiliyoruz.
Hastalıkların tespitinde öncelikle kan ve dışkı tahlillerine bakılıyor. Toplumların hastalıklarını tespit etmek için de benzer bir yöntem uygulanmalı.
Birincisi, egemen sınıfın halka enjekte ettiği, toplumun damarlarında akan kanı oluşturan ideoloji... İdeoloji derken, bir sınıfın kendi çıkarlarını toplumun tümünün çıkarlarıymış gibi göstermek için kullandığı tüm araçları kastediyorum. Ve bir süredir Türkiye’de iktidarlar kendi siyasetlerini Türk-İslam sentezi ve daha da çok siyasal İslam ambalajıyla pazarlıyorlar. Damarlarımızda siyasal İslamcılığın, yozlaştırıcı sıvısı dolaşıyor. Siyaset, ticaret, ahlak vb. meşruiyetini ondan alıyor.
Hastalıklarımızı tahlil etmede ikinci bir yöntem ise, elbette ilkiyle oldukça ilişkili olarak, toplumun dışkısı yerine koyabileceğimiz, tipik, karakteristik, belli bir döneme özgü suçlar. Dünyanın en fazla silah satan, en fazla yer işgal eden, sürekli olarak ölüm ve savaş ideolojisi yayan ABD’deki karakteristik suçun, rahatça edinilebilen silahla, rastgele ateş açılarak yapılan katliamlar olması tesadüf mü? Ve suç kataloğunda bizim payımıza da din alet edilerek yapılan istismarlar, işlenen cinayetler düştü maalesef... Tesadüf mü?
Din istismarı ve korku
Türkiye yaklaşık iki hafta boyunca bir aileyle yatıp kalktı. Milyonlar, kurmaca bir dizi, bir film serisi izler gibi ATV’de Müge Anlı’nın programına, avukatlarının yönlendirmesi ve kendi istekleriyle katılan Palu ailesinin maceralarına saplanıp kaldı.
Sakarya-Kocaeli-İstanbul hattında gelişen, en az 3 cinayet, 4’ü çocuk ve henüz bilinmeyen sayıda kadına cinsel istismar ve tecavüz, gasp, işkence gibi bir dizi suç içeren oldukça karmaşık olaylar silsilesinde temel motivasyon kaynakları hiç şaşırtıcı değil: Cinsel ve maddi tatmin.
Yöntem ise yine toplumumuzun bir süredir çok alışık olduğu bir unsura dayanıyor: Din istismarı ve korku.
Lokal alanda nasıl üretilir
Otoriterliğin ve faşizmin yayıldığı toplumlarda başka türlüsünü görmek mümkün değil; otoriterlik ve biat kültürü, korkutarak tesis ediliyor. Korkutulan, hasımlar değil, gücünü aldığın kişiler oluyor. “Yedi düvel bize düşman”, “üst akıl planlar yapıyor”, “bizi yok etmek istiyorlar” diyen otorite yükseliyor. Korkulara oynayan otorite gücünü kutsallara dayandırdığında ise artık sorgulanamaz bir zırha sahip oluyor.
Palu ailesi vakasında da işte bu makro gerçeğin lokal ve sınırlı bir alanda yeniden üretilmesine tanık oluyoruz.
Cinci hocalık ehliyetini babasından aldığı, henüz ilkgençlik yıllarında üvey kız kardeşlerine cinsel tacizde bulunduğu anlaşılan Tuncer Ustael isimli şahsın, Palu ailesine damat olarak girmesiyle başlayan öyküde, ailenin dini ve maddi hassasiyetlerine oynanarak oluşturulan bir kötülük şebekesiyle karşı karşıyayız.
Tanıdık suçlar dizisi
Neler yok ki bu öyküde;
-Dini otoriteyi sorgulayabilecek, mallara el konmasına engel olabilecek kişilerin fahişelik veya kadın satıcısı olarak yaftalanması ve öldürülmesi.
-Kendisinin tecavüzle suçlanacağını bilen şahsın, “baldızım yemeğime ilaç koyup bana tecavüz etti” iddiasına ailenin inanması.
- Büyü, “üç harfliler” ve “organ mafyası peşimizde” yalanlarıyla evinden kaçıp iki ay boyunca bir binek otomobilde yaşayan 10 kişilik aile.
- Ailenin, yine benzer korkularla 5 evlerini damatlarının üzerine yapması.
- Yine aynı korkularla yaratılan biat kültürü içerisinde cinayet, çocuklara ve kadınlara işkence, cinsel istismar ve tecavüzün sorgulanmaması. Hatta aile fertlerinin, giderek suç ortağı haine gelmesi.
- Davalar, savcılığa suç duyuruları, ihbar mektupları gibi araçların bir tehdit unsuru olarak düzenli şekilde kullanılması vb.
Daha önce de söylediğimiz gibi, öykü çok tanıdık ve bir o kadar mide bulandırıcı.
Yukarıda sayılanların, içinde yaşadığımız düşünce ve duygu iklimiyle, iktidar ilişkileriyle elbette ilgisi var. Devlet aygıtının işleyişinde, atamalarda, işe alımda, iş bulmada, siyasi ve ticari çıkar elde etmede, itibar kazanma-kaybetmede tarikat-cemaat ilişkilerinin, dini referansların esas kriter haline geldiği bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Dahası, “kadınla erkek eşit değildir” vaazlarıylat, doğum ve istihdam politikalarıyla, salgılanan güç ideolojisiyle şekillenen bir toplumda, tüm mikro ilişkiler ağının kadını ve çocuğu baskılayan, mağdur eden sonuçlar yaratması da eşyanın tabiatına uygun.
İzleyen devlet
Ancak meselenin bir başka boyutu daha bulunuyor. Palu ailesi örneğinde, 10 yılı aşkın süredir devam eden suç silsilesinde devletin kurumlarının iştiraki olmasa da basiretsizliği ve göz yumması olduğunu anlayabiliyoruz. Vücudu şırınga izleriyle dolu, sistematik istismara maruz kaldığı hekim raporuyla sabit 6-8 yaşlarındaki çocukların, polis eliyle ailelerine teslim edildiği iddialarını görüyoruz. Son aşamada ise televizyon programının iki haftayı aşan yayınlarının ardından sayısız suç ve ihbar dosyasının birleştirilmesi ve aile üyelerinin “kasten adam öldürme” suçlamasıyla işleme başlanması ancak mümkün oluyor.
Yalnız ve korkmuş...
Mikro ölçekte “doğru, yanlış, ahlak, namus” sorgulamasını yaptığı “Üç Maymun” adlı filmiyle “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde sahneye çıkan Nuri Bilge Ceylan, “Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” demişti.
Aynı Nuri Bilge, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile ataerkil yapının toprağın derinlerine gömülen suçları üzerinden bir memleket anatomisi de çıkarmıştı. Yönetmenin sözlerine, söylemediği anlamlar biçmek haddimize değil elbette ancak gelin bir değişiklik yapalım. Korkmuş, gözleri bağlı yalnız ve güzel insanlarımız, tutkuyla sevdiğimiz o güzel insanlar, bir “Palu diyarı”ndan çok daha fazlasını hak ediyor.
Ve şair, kabahatin çoğunu bize veriyorsa, umudu da bizde gördüğündendir...
(DOĞAN ERGÜN - CUMHURİYET)
Bir zamanlar ‘Palu ailesi’ diyarında
Türkiye iki hafta boyunca Palu ailesinin maceralarına saplanıp kaldı: En az 3 cinayet, 4’ü çocuk ve henüz bilinmeyen sayıda kadına istismar, tecavüz... Temel motivasyon şaşırtıcı değil: Cinsel ve maddi tatmin. Yöntem ise bir süredir alışık olduğumuz unsura dayanıyor: Din istismarı ve korku.
Otoriterliğin ve faşizmin yayıldığı toplumlarda başka türlüsünü görmek mümkün değil; otoriterlik ve biat kültürü, korkutarak tesis ediliyor. Korkutulan, hasımlar değil, gücünü aldığın kişiler oluyor. Korkulara oynayan otorite gücünü kutsallara dayandırdığında ise artık sorgulanamaz bir zırha sahip oluyor.
Ancak meselenin bir başka boyutu daha bulunuyor. Palu ailesi örneğinde, 10 yılı aşkın süredir devam eden suç silsilesinde devletin kurumlarının iştiraki olmasa da basiretsizliği ve göz yumması olduğunu anlayabiliyoruz.
Hastalıkların tespitinde öncelikle kan ve dışkı tahlillerine bakılıyor. Toplumların hastalıklarını tespit etmek için de benzer bir yöntem uygulanmalı.
Birincisi, egemen sınıfın halka enjekte ettiği, toplumun damarlarında akan kanı oluşturan ideoloji... İdeoloji derken, bir sınıfın kendi çıkarlarını toplumun tümünün çıkarlarıymış gibi göstermek için kullandığı tüm araçları kastediyorum. Ve bir süredir Türkiye’de iktidarlar kendi siyasetlerini Türk-İslam sentezi ve daha da çok siyasal İslam ambalajıyla pazarlıyorlar. Damarlarımızda siyasal İslamcılığın, yozlaştırıcı sıvısı dolaşıyor. Siyaset, ticaret, ahlak vb. meşruiyetini ondan alıyor.
Hastalıklarımızı tahlil etmede ikinci bir yöntem ise, elbette ilkiyle oldukça ilişkili olarak, toplumun dışkısı yerine koyabileceğimiz, tipik, karakteristik, belli bir döneme özgü suçlar. Dünyanın en fazla silah satan, en fazla yer işgal eden, sürekli olarak ölüm ve savaş ideolojisi yayan ABD’deki karakteristik suçun, rahatça edinilebilen silahla, rastgele ateş açılarak yapılan katliamlar olması tesadüf mü? Ve suç kataloğunda bizim payımıza da din alet edilerek yapılan istismarlar, işlenen cinayetler düştü maalesef... Tesadüf mü?
Din istismarı ve korku
Türkiye yaklaşık iki hafta boyunca bir aileyle yatıp kalktı. Milyonlar, kurmaca bir dizi, bir film serisi izler gibi ATV’de Müge Anlı’nın programına, avukatlarının yönlendirmesi ve kendi istekleriyle katılan Palu ailesinin maceralarına saplanıp kaldı.
Sakarya-Kocaeli-İstanbul hattında gelişen, en az 3 cinayet, 4’ü çocuk ve henüz bilinmeyen sayıda kadına cinsel istismar ve tecavüz, gasp, işkence gibi bir dizi suç içeren oldukça karmaşık olaylar silsilesinde temel motivasyon kaynakları hiç şaşırtıcı değil: Cinsel ve maddi tatmin.
Yöntem ise yine toplumumuzun bir süredir çok alışık olduğu bir unsura dayanıyor: Din istismarı ve korku.
Lokal alanda nasıl üretilir
Otoriterliğin ve faşizmin yayıldığı toplumlarda başka türlüsünü görmek mümkün değil; otoriterlik ve biat kültürü, korkutarak tesis ediliyor. Korkutulan, hasımlar değil, gücünü aldığın kişiler oluyor. “Yedi düvel bize düşman”, “üst akıl planlar yapıyor”, “bizi yok etmek istiyorlar” diyen otorite yükseliyor. Korkulara oynayan otorite gücünü kutsallara dayandırdığında ise artık sorgulanamaz bir zırha sahip oluyor.
Palu ailesi vakasında da işte bu makro gerçeğin lokal ve sınırlı bir alanda yeniden üretilmesine tanık oluyoruz.
Cinci hocalık ehliyetini babasından aldığı, henüz ilkgençlik yıllarında üvey kız kardeşlerine cinsel tacizde bulunduğu anlaşılan Tuncer Ustael isimli şahsın, Palu ailesine damat olarak girmesiyle başlayan öyküde, ailenin dini ve maddi hassasiyetlerine oynanarak oluşturulan bir kötülük şebekesiyle karşı karşıyayız.
Tanıdık suçlar dizisi
Neler yok ki bu öyküde;
-Dini otoriteyi sorgulayabilecek, mallara el konmasına engel olabilecek kişilerin fahişelik veya kadın satıcısı olarak yaftalanması ve öldürülmesi.
-Kendisinin tecavüzle suçlanacağını bilen şahsın, “baldızım yemeğime ilaç koyup bana tecavüz etti” iddiasına ailenin inanması.
- Büyü, “üç harfliler” ve “organ mafyası peşimizde” yalanlarıyla evinden kaçıp iki ay boyunca bir binek otomobilde yaşayan 10 kişilik aile.
- Ailenin, yine benzer korkularla 5 evlerini damatlarının üzerine yapması.
- Yine aynı korkularla yaratılan biat kültürü içerisinde cinayet, çocuklara ve kadınlara işkence, cinsel istismar ve tecavüzün sorgulanmaması. Hatta aile fertlerinin, giderek suç ortağı haine gelmesi.
- Davalar, savcılığa suç duyuruları, ihbar mektupları gibi araçların bir tehdit unsuru olarak düzenli şekilde kullanılması vb.
Daha önce de söylediğimiz gibi, öykü çok tanıdık ve bir o kadar mide bulandırıcı.
Yukarıda sayılanların, içinde yaşadığımız düşünce ve duygu iklimiyle, iktidar ilişkileriyle elbette ilgisi var. Devlet aygıtının işleyişinde, atamalarda, işe alımda, iş bulmada, siyasi ve ticari çıkar elde etmede, itibar kazanma-kaybetmede tarikat-cemaat ilişkilerinin, dini referansların esas kriter haline geldiği bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Dahası, “kadınla erkek eşit değildir” vaazlarıylat, doğum ve istihdam politikalarıyla, salgılanan güç ideolojisiyle şekillenen bir toplumda, tüm mikro ilişkiler ağının kadını ve çocuğu baskılayan, mağdur eden sonuçlar yaratması da eşyanın tabiatına uygun.
İzleyen devlet
Ancak meselenin bir başka boyutu daha bulunuyor. Palu ailesi örneğinde, 10 yılı aşkın süredir devam eden suç silsilesinde devletin kurumlarının iştiraki olmasa da basiretsizliği ve göz yumması olduğunu anlayabiliyoruz. Vücudu şırınga izleriyle dolu, sistematik istismara maruz kaldığı hekim raporuyla sabit 6-8 yaşlarındaki çocukların, polis eliyle ailelerine teslim edildiği iddialarını görüyoruz. Son aşamada ise televizyon programının iki haftayı aşan yayınlarının ardından sayısız suç ve ihbar dosyasının birleştirilmesi ve aile üyelerinin “kasten adam öldürme” suçlamasıyla işleme başlanması ancak mümkün oluyor.
Yalnız ve korkmuş...
Mikro ölçekte “doğru, yanlış, ahlak, namus” sorgulamasını yaptığı “Üç Maymun” adlı filmiyle “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde sahneye çıkan Nuri Bilge Ceylan, “Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” demişti.
Aynı Nuri Bilge, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile ataerkil yapının toprağın derinlerine gömülen suçları üzerinden bir memleket anatomisi de çıkarmıştı. Yönetmenin sözlerine, söylemediği anlamlar biçmek haddimize değil elbette ancak gelin bir değişiklik yapalım. Korkmuş, gözleri bağlı yalnız ve güzel insanlarımız, tutkuyla sevdiğimiz o güzel insanlar, bir “Palu diyarı”ndan çok daha fazlasını hak ediyor.
Ve şair, kabahatin çoğunu bize veriyorsa, umudu da bizde gördüğündendir...
(DOĞAN ERGÜN - CUMHURİYET)