O’nu aşağılamak için bir sabaha karşı çırılçıplak astılar. Cenazesi 500 yıl oralarda kaldıktan sonra 1924’te Türkiye’ye getirildi. 20 yıl Topkapı Sarayında bir şişenin içinde kemikleri bekletildi. Bakanlar Kurulunun kararıyla şu anki Çemberlitaş’ta bulunan Sultan Mahmut Türbesi haziresine ve karşı çıktığı adamların, saray hanedanı ve mensuplarının yanına gömüldü. Şu anda mezarı da orada bulunmaktadır. İşte Şeyh Bedreddin hikayesi kısaca genel çerçevesi ile budur...


Kaynaklara göre Şeyh Bedreddin İsyanı’nın 18 Aralık 1416, 1418 veya 1420 yılında olduğu söyleniyor. Ama kuvvetle muhtemel 18 Aralık 1416. Bundan 600 küsür yıl önce bu topraklarda Şeyh Bedreddin yaşadı ve bu gök kubbede bir seda bırakıp gitti.

Onun ”sedası” neydi?

Şeyh Bedreddin bugünkü Bulgaristan toprakları içerisinde kalan, o zaman Eflak Boğdan diye anılan mekanda yani Trakya’da doğmuş büyümüş birisiydi. Çocukluk yılları Edirne’de geçti. O zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun başşehri Edirne idi. Malumunuz önce Bursa, sonra Edirne, sonra İstanbul oldu. Henüz daha İstanbul feth edilmemişti. İstanbul’un fethedilmesine daha yaklaşık otuz yıl vardı. 1400’lü yılların ilk çeyreği, o yıllardayız. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Fetret Dönemi yaşıyordu. Yıldırım Beyazıt Ankara Savaşında Timur’a yenilmişti. İmparatorluk dağılmaya yüz tutmuştu. Adına Fetret Dönemi denilen yani ara, boşluk dönemi denilen bir dönem yaşanıyordu. Yıldırım Beyazıt’ın oğulları taht kavgasına tutuşmuştu, birbirlerine girmişlerdi. Her birinin ardında bir ordu birbirlerini kesip doğruyorlardı. Böylesi bir ortamda Anadolu’da tam bir kaos ortamı yaşanmaya başlanmıştı. Anadolu köylüsü müstelzimlerin (vergi toplayıcıların) zulmü altında inliyordu. Ağaların, beylerin, paşaların, ileri gelen saray erkanının toprakları vardı. Geniş arazilerdeki bu topraklarda marabalar çalıştırılıyordu ve çalıştıklarının büyük bir bölümünü ağalarına, beylerine, paşalarına ve saraya göndermek zorundaydılar. Birçoğu buna dayanamayarak kaçıyordu. Bunlara çiftbozan deniliyordu. Yani çifti bozup adam kaçıyor, İstanbul’a gidiyor, orada çeşitli yeraltı işlerine karışıyor idi.

Şimdi böylesi bir dönemde Anadolu’da ve İslam dünyasının birçok yerinde imparatorlara, krallara ve saraylara karşı çıkan muhalif, öteki İslam tarihinin unsurları olan gruplar vardı. Mesela Anadolu’da Kalenderiler, Torlaklar, Ahiler vardı. Azerbaycan’da Hurufiler, Kürdistan’da Vefailer; Şeyh Ebu’l Vefa, Tokat ve Amasya civarında Babailer, Trakya’da Sarı Saltuk Ocağı vardı, birbirinden farklı birçok grup. Bunlar muhalif akımlardı ve çoğu şehirlere girmeyi bile kabul etmiyordu. Mesela Torlaklar şehirlerde değil dağlarda, yamaç ve tabiatın içinde yaşamayı tercih ederlerdi. Bugünkü Avrupa’daki karşılığı çevreciler, anarşistler, sosyalistler, hippiler gibi değişik muhalif akımlara tekabül eden, o zamanki devrimci sufi tarikatlar ve akımlar tarafından temsil edilen derviş grupları söz konusuydu. Bunlar Anadolu’nun değişik yerlerine dağılmış vaziyette idiler. Trakya’da Bogomiller vardı, Avrupa içlerinde Katar şövalyeleri vardı. Bunlar da merkezi Hıristiyanlığa karşı muhalif akımlardı. Hepsininde eşitlikçi, ortaklaşacı bir dünya görüşü söz konusuydu. Bu tarihin çok gerilerinden beri gelen bir meseleydi. İslam dünyasına doğru gittiğimizde, Suriye’den Afganistan’a kadar İsmaililer, Hasan Sabbah ve taraftarları Nizariler vardı. Bahreyn’e doğru Karmatiler vardı. Aşağı Mezopotamya’da Zenc hareketi vardı. Azerbaycan’da Babak el Hürrem’i hareketi, Horasan’dan gelen Ebu Müslim Horasani söz konusuydu. Bunlar bizim bildiğimiz Emevi, Abbasi, Osmanlı saray çizgisinin dışındaki Öteki İslam Tarihi gruplarının akıp geldiği mecralardır. Bütün bunlar şu ana kadar bizlere asi, zındık, dinden çıkan, kafir, münkir, mülhit gruplar olarak anlatılmıştır. Resmi saray tarihçileri bunları hep kötülemiştir. Halbuki kötü olan bunlar değildi. Bunlar doğru olanı savunuyorlardı. Yoldan çıkanlar krallık ve imparatorluk kuranlar, saray yaptıranlardı, dinden çıkanlar da onlardı. Ama tam tersine çevrilerek, onları bize hep kötüleyerek anlattılar.

İşte Şeyh Bedreddin, 1400’lü yılların hemen başında yaşamış olan Öteki İslam Tarihi’nin en önemli simalarından ve sembollerinden birisidir. Şeyh Bedreddin’in dünya görüşünü oluşturan iki sahne anlatmak istiyorum. Bunlar aynı zamanda Şeyh Bedreddin’in yaşadığı iki büyük travmadır. Zihinsel dönüşüm ve yeniden doğuş yaşamıştır. Bu olaylardan sonrada Şeyh Bedreddin’i, Şeyh Bedreddin yapan da budur.

Şeyh Bedreddin’in Bursa’da yaşadığı ilk olay arkadaşı olan Bursa’daki Yahudi İlahiyatçı Elenos ile ilgilidir. Yahudi olmasına rağmen, Yahudiliğinden dolayı değilde, dini, felsefi görüşlerinden ve sınıfsal duruşundan dolayı, üç dinin ileri gelenlerinin fetvası ile kazığa bağlanıp, yakılarak öldürülme cezasına çarptırılmıştı. Hem Yahudi Havrası din adamları, hem Hristiyan Kilisesinin papazları, hem de Caminin Müslüman müftüleri, hocaları, şeyhleri, şıhları ortaklaşa bir şekilde bunun yakılarak idam edilmesi gerektiğine dair karar almışlardı. Şeyh Bedreddin buna engel olmaya, infazi durdurmaya çalışmış, tanıdıklarına, kadıya, müftüye gitmiş, yapmayın etmeyin demiş ama idam edilmesini durduramış ve Elenos yakılmak suretiyle öldürülmüştü. Şeyh Bedreddin yanarak ölen insanı görünce bu korkunç olay karşısında şok geçirir. Kurumsal dinlerin varlığı, din adamları ve bu dinler adına kurulmuş olan tapınaklar hakkında derin bir şüpheye düşer.

Peki o yakılan Yahudi din bilgini neyi savunuyordu? Bizatihi Yahudi mabedinin ileri gelen din adamları tarafından öldürülmesine fetva verilen kişi, ne savunuyordu? Diyordu ki; ‘’Bütün dinler birdir. Ha Kiliseye gitmişsin, ha Camiye gitmişsin, ha Havraya gitmişsin farketmez. Ha Kabe’nin etrafında dönmüşsün, ha ateşin etrafında dönmüşsün aynı şeydir. Allah hepsini işitir. Dinin aslı bunlar değildir. Allah’a iman bunlarla ölçülmez’’ deyince bu dinlerin din adamları bundan rahatsız oldular. Her biri dükkanımızı tezgahımızı dağıtıyor diye telaşa kapıldılar ve kendi dükkanlarına, tezgahlarına ve tapınaklarına sarıldılar. Onun öldürülmesini sağladılar. İşte bunu görünce Şeyh Bedreddin dinlerin birliği ve tüm dinlerin eşitliği fikrine ulaştı. Bu ise her üç dini ve daha başka hangi din varsa hepsini rahatsız eden bir konuydu. Bu olaydan sonra Şeyh Bedreddin’in ulaştığı bu bilincin bütün fikirlerine de yansıdığını görüyoruz.

İkinci büyük travmayı Kahire’de yaşadı. Şeyh Bedreddin Kahire’ye gitmişti, orada yirmi yıl yaşadı. Daha sonra döndü. Orada kaldığı yirmi yıllık sürecin sonuna doğru Bursa’daki gibi bir ikinci yeniden doğuş yaşadı.


Bunun sebebi de şuydu: Bir taraftan Kahire’de Sultan’ın çocuğuna ders veriyordu. Sultanlar zamanın en büyük alimine çocuklarından ders aldırırlardı. Tabiri caizse o zamanın modası buydu. Zamanın en büyük alimi olarak da Şeyh Bedreddin’i gördükleri için Mısır Sultanı çocuğuna onun terbiyesini verdirdi. Saraya gidip geliyordu. Mısır’da kaldığı süre içerisinde İbni Haldun ile tanıştı. Kaygusuz Abdal’ın nefeslerini dinledi. Onunla tanıştı. Mısır’da birçok gruplarla tanıştı. Eskiden köle olan, alıp satılan bir kadınla evlendi. O da Kıpti idi. Ondan da bir sürü şeyler dinledi. Bir taraftan Mısır’ın yoksul semtlerinde, mezarlarda yaşayan insanları görüyordu, diğer taraftan saraydaki şatafatlı hayatı görüyordu. Bir taraftan şu ana kadar öğrendiği bilgilere bakıyordu, diğer taraftan yeni tanıştığı insanların taze ve devrimci fikirlerine bakıyordu. Kendisi klasik bir Osmanlı ulemasıydı. Müslüman, Türk, Sünni, Hanefi çizgide Osmanlı’da en yüksek rütbeli olarak kazaskerlik yapmış bir ulema idi. Ve ulemanın da zirvesiydi, hocaların hocası, kadıların kadısı ünvanına sahipti. Yukarıdakileri ve aşağıdakileri gördü, ikisini birbiriyle karşılaştırdı, saray hayatını gördü, yoksul semtlerdeki sefaleti gördü, kendi klasik fikirlerine, fıkıh bilgilerine baktı ve ele avuca sığmaz, uçsuz bucaksız engin bir derya gibi önünde akan devrimci sufi fikirler onu etkiledi. Bunları birbirleriyle karşılaştırdı ve bir gün bir karar aldı. Nil Nehri’nin kenarına gelerek, eskiden yazdığı ne kadar kitap, ne kadar malı mülkü varsa hepsini ırmağa attı ve orada yeniden bir doğuş yaşadı. Üzerine derviş elbisesi giydi, mülkiyetsizliği ifade eden dikişsiz ihram… Bundan sonra ben bu yoldan yürüyeceğim diyerek yeniden doğdu.

Bunun üzerine bu olay büyük bir heyecanla karşılandı. Osmanlıda kadılar kadısı, hocalar hocası olan kişi dervişlerin arasına katılmış, dikişsiz elbise giymiş, kitaplarını, malını, mülkünü her şeyini ırmağa atmış göndermişti. Bu heyecan yaratan bir yeniden doğuş olarak karşılandı ve ondan sonra Anadolu’ya döndü. Onu Anadolu’nun her yerinde özellikle Ege kıyısında heyecanla karşıladılar. Oradan kendi memleketine doğru gitti. Bugünkü Aydın, Manisa, İzmir, Karaburun, Balıkesir ve İznik’ten geçti ve Musa Çelebi’nin yanına gitti. Musa Çelebi’nin Şeyh Bedreddin’e ‘’gelip düşündüklerinizi uygulayın’’ ısrarlı teklifi üzerine, kazaskerlik görevini kabul etti. Börklüce Mustafa’yı Kethüda (başyardımcısı) olarak atadı. Ve ilk yaptığı iş köylüye toprak dağıtmak oldu. Ağaların, beylerin, paşaların elindeki toprakları alıp, topraksız köylüye dağıttı. Hz. Ali de halife olduğunda, Emevilerin elindeki toprakları alıp topraksız köylülere dağıtmıştı. Onun bir benzerini yaptı.

Musa Çelebi, kardeşi Mehmet Çelebi ile arasında Taht kavgası yüzünden çıkan savaşı kaybetti. Mehmet Çelebi kazanınca Şeyh Bedreddin’i maaşa bağlayıp İznik’e sürgüne gönderdi. İznik’te yaşayan Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve diğer Anadolu’daki muhalif gruplarla irtibatını sürdürüyordu ve Börklüce 1416 yılının yaz aylarında ayaklandı. Bu ayaklanma sonbahara kadar devam etti. Ayaklanma sırasında 8 bin kişi savaş meydanında, 2 bin kişi de savaştan sonra kafaları kesilerek öldürüldü. Torlak Kemal de Manisa civarında ayaklandı. O da aynı akıbete uğradı. Şeyh Bedreddin İznik’ten Kastamonu üzerinden gemiye binerek Deli Orman’a ve oradan Edirne’ye doğru yürüme planıyla yola çıktı. Ama ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlandığı görülünce, Sakız civarında yakalandı ve bugünkü Yunanistan sınırları içerisinde kalan Sakız’da bir sabaha karşı çırılçıplak asılmak suretiyle şehit edildi.

Hakkında fetva verdiler ama en yüksek fetva makamı zaten kendisi olduğu için fetvanın altına ‘’başkasının mühür basmasına gerek yok, verin mührü ben basayım’’ diyerek mührü bastı. Padişah Mehmet Çelebi ile tartışmaya girdi ve uyduruktan bir yargılama yaptılar. Zındıklıktan veya dinden çıkmış olmaktan suçlayamadılar. Siyaseten ‘’huruc alessultan’’ padişaha karşı ayaklanma suçundan suçlu buldular. Padişahla yapmış olduğu tartışmada; ‘’Niçin ulul emre isyan ettin, yani Müslümanların halifesine niye isyan ettin, karşı geldin? Bunu yaparak yoldan çıktın.’’ denildi. O’da Padişaha; ‘’Sen niye Hak’ka karşı geldin, sen niye Hak’kın yolundan ayrıldın, zulme saptın, saltanat için gece gündüz insan öldürüyorsun, katlediyorsun, köylüye, insanlara zulüm ediyorsun, haraç topluyorsun ve bunun üzerinde yaşamaya kalkıyorsun. Senin gibi bir zalime isyan ettiğim için ben yoldan çıkmış olmuyorum, sen Hak’ka karşı gelmiş olduğun için yoldan çıkmış oluyorsun’’ dedi. Şeyh Bedderddin’i hiçbir şekilde özür dilemesi için ikna edemediler ve pişman olduğunu dair tek bir cümle söylemedi. Verin mührü ben basayım dedi ve mührü kendi bastı. Bununla oradaki alim geçinen padişah yalakalarını da böylelikle aşağılamış oldu.

O’nu aşağılamak için bir sabaha karşı çırılçıplak astılar. Cenazesi 500 yıl oralarda kaldıktan sonra 1924’te Türkiye’ye getirildi. 20 yıl Topkapı Sarayında bir şişenin içinde kemikleri bekletildi. Bakanlar Kurulunun kararıyla şu anki Çemberlitaş’ta bulunan Sultan Mahmut Türbesi haziresine ve karşı çıktığı adamların, saray hanedanı ve mensuplarının yanına gömüldü. Şu anda mezarı da orada bulunmaktadır. İşte Şeyh Bedreddin hikayesi kısaca genel çerçevesi ile budur.

Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. İslam’ın bu yiğit evladını sevgiyle, rahmetle selamlıyorum. (İHSAN ELİAÇIK)
Daha yeni Daha eski