Depremin geldiğini ve daha büyük felaketlerin de kapıda beklediğini görmek için büyük bilimci ve deprem araştırmaları uzmanı olmak gerek...
Depremin geldiğini ve daha büyük felaketlerin de kapıda beklediğini görmek için büyük bilimci ve deprem araştırmaları uzmanı olmak gerekmiyor. Bu konularda çok yüzeysel bilgimizle bile felaketin yaklaştığını en az iki yıldan beri yazıp duruyoruz. “Önlem alınmalıdır” diye talepler dile getiriyoruz.
Bilimciler de uyardılar bu konuda ve şimdi de uyarıyorlar: “Kahramanmaraş fay hattında 1500 yıllarından beri deprem olmadı, büyük bir enerji birikimi var. Bu nedenle depremin çok daha büyüğü kapıda bekliyor.” Bilimciler bunu söylüyor. Fakat yetkili resmi ağızlardan “imtihan”, “kader” “kıyamet”, “teslimiyet” gibi sözleri duyuyoruz. Onlar bilimcilerin bilgisine, filozofların önerilerine başvurmuyor. Onlar ruhani tabakanın sözcülerini teyit etmeye çağırıyor.
Sanki insan Stoacı bir sükûnetle kendisini doğanın güçlerine teslim etmeye mahkûmdur. Sanki Thales Anadolulu değildir. Sanki Thales ile 2700 yıl önce mitostan logosa geçiş bu topraklarda, yani burnumuzun dibinde, Ege’de, Miletos’da yaşanmadı.
Mitostan logosa geçiş; eş deyişle olayları gizeme dayalı efsanevi hikâyelerle açıklama tarzından bilimsel, matematikle, fizikle, kimyayla, biyolojiyle, astronomiyle, felsefeyle vs. açıklamaya geçiş tam da bu topraklarda yaşanmadı.
Sanki “İyonya rasyonalitesi” denilen düşünme tarzı bu topraklarda temellendirilmedi. Sanki dünyanın dünyevi, doğanın ilahi değil doğal, doğanın doğaya içkin, akla dayalı doğa-bilimsel ve felsefi açıklanması insanlık tarafından sınanmadı. Bu düşünme tarzı ve bakış açısını üstlenenler sanki uygarlık tarihinde çığırlar açmadı, insanlığı sanki uzaya taşımadı.
Elbette doğanın doğal/nesnel işleyişini engellemek mümkün değildir. Doğada olan şeyler oluyor. Fakat insan doğada olan çoğu şeyi engelleyemese de, onun yönünü değiştirebilir, olacak şeylere karşı önlemler alabilir. İnsan basit bir şekilde kendisini olanlara tabi kılan bir varlık değildir. İnsan kendisini özne olarak kavrayan bir varlıktır. İnsan önünü görmek isteyen bir varlıktır. İnsan öngörmek ve geleceği kendi elleriyle kurmak isteyen bir varlıktır. Onu özgür kılan bu perspektiftir.
Thales güneş tutulmasını matematiğin yardımıyla hesaplayıp öngördü. Astronominin yardımıyla bir yıl sonraki zeytin mahsulünün nasıl olacağını öngördü. İnsan belki tüm doğal süreçlere hâkim olamaz. Ama insan bilimin yardımıyla ulaştığı öngörülerinin ışığında önlemler alabilir.
Kaç gündür depremler oluyor ve yetkililer bilimcilere, konun bilimsel araştırmasını yapan uzmanlara değil, ruhani tabakanın sözcülerine başvuruyor. Ruhani tabakanın uzmanlarınca kurnazca seçilmiş bir takım Türkçe açıklamalı Arapça sözler dolaşıyor WhatsApp gruplarında. Araplar bile artık Thalesçe düşünüyor. Orijinalin kopyadan farkı burada yatar. Orijinal olan hep dinamik olandır, gelişir. Kopya yerinde sayar. Kendi orijinalimiz Thales’tir, matematiktir, fiziktir, bilimdir, akıldır, mantıktır ve felsefedir.
Neoliberal siyaset devleti “çekirdek ödevlerine” geri çekti. Bunlar; savunma, ekonomi, güvenlik ve maliye gibi birkaç alanla sınırlıdır. Devlet bunu yaparken tüm toplumsal sorumluluğunu toplumun üzerine yıktı. Ama bunu, bu konuda toplumu örgütleyip, eğiterek ve böylelikle özne haline getirerek yapmadı.
Bunu, yani toplumsal sorunların çözümünü toplumun üzerine yığarken postmodernist söylemi ölçü alarak, postmodernistleri danışman olarak kabul edip toplumu, örgütsüzleştirerek, özne olmaktan çıkararak yaptı. Postmodernist “özne çözümünün”, “yapı sökümünün” insanı öznesizleştirmenin nerede ve neden düşünüldüğü ve nasıl hâkim anlayışa dönüştürüldüğü şimdi artık tam olarak anlaşıldı. Postmodernizm, postyapısalcılık, postkolonyalizm, postmarksizm vs. kaderci politikanın felsefeyle süslenmiş sözünden başka bir şey değildir öyleyse.
Toplum, uygulanan bu kader siyaseti sonucu biçare hale getirildi ve şimdi yaşam tam anlamıyla rastlantısal bir hale dönüştürüldü. Toplum en önemli varlık nedeni olan yaşamı mümkün kılmak, yaşamı muhafaza etmek ve yaşamı iyileştirmek görevini yerine getiremez oldu. Toplum yaşam çürüten, ömür tüketen, insan öğüten bir yığına, bir Leviathan’a, yaşam tüketen bir canavara dönüştü. Bu halimize Şahmeran bile ağlar oldu.
Sanki bu topraklardan doğayı araştırmamızı ve doğayı bilip onun güçlerine hâkim olduğumuz oranda insanın dünyada mutluluğunun en önemli koşulunu yerine getireceğimizi salık veren bir Epikuros geçmedi 2400 yıl önce.
Sözüm ona sekülarizm adına Descartes’ın akıl kavramını eleştirenler, onun insanı evrensel özne olarak tasarlamasını demokrasi ve özgürlük adına yerenler şimdi ne diyecekler? Fay hatlarına “lütfen kırılmayın” diye yakaracaklar mı; merhametli olun diye dua mı edecekler? Bunu yaparlarsa söylemlerine uygun, tutarlı davranacaklardır.
Demokritos’tan beri biliyoruz ve Aristoteles bu konuda bütün insanlığı yüzlerce yıllardan beri eğitiyor: Dünyada insanın mutluluğu kendi elindedir ve bunun için gerekli olan erdem ve basiret öğrenilebilir. Sophokles insanı her şeyi değiştiren ve değiştirerek her şeyi kendi egemenliği altına alan bir varlık olarak anlatır.
Bu büyük insanlık şairi 2500 önce yaşadı. Bu büyük insanlık geleneğini sürdüren ve “insan doğanın da kurdudur” diyen Yaşar Kemal çağımızın insanı. Ve Anadolulu. Böyle büyük bir şair geçti bu topraklardan. Bu topraklar artık kaderciliğe inanmanın toprakları olamaz. Bu toplum kaderciliğe mahkûmiyeti ve teslimiyeti kabul eden ahlakın toplumu olamaz.
Çare insan gücünü dünyada en üstün güç olarak tanımlayan Hobbes’a dönüşte. Çare Hegel’e, yani Hegelci bakışa, eş deyişle toplumu örgütleyip her bakımdan eğitip, eylem gücüyle her duruma hazır hale getirme ilkesine dayanmakta.
Çare Marx’a, yani insanı emeğiyle özneleştiren bakışa dönüşte.
Doğal, toplumsal, ve zihinsel güçlerine hâkim olmayan bir toplum biçare ve kurban olmaya mahkumdur. Yalvarmak ve yakarmak çare değildir. Çare toplumu eğiterek ve örgütleyerek yeniden özneleştirmektedir. (DOĞAN GÖÇMEN)