2011 yılındaki seçim döneminde Erdoğan’ın “Benim Bir Çılgın Projem var” diye ortaya attığı “Kanal İstanbul”, sekiz yıl boyunca politik v...
2011 yılındaki seçim döneminde Erdoğan’ın “Benim Bir Çılgın Projem var” diye ortaya attığı “Kanal İstanbul”, sekiz yıl boyunca politik vaatler çöplüğünde tutulduktan sonra, son aylarda yine bizzat Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirildi.
2011’de pek de önemsenmeyen, “bir çılgınlık anı projesi olmalı” diye görülen “çılgın proje”; bugün de bir “ulaşım projesi” olarak akılcı gerekçelerle açıklanamasa da “bugün yarın kazma vurulacak” bir proje olarak artık, kamuoyu gündeminde tartışılıyor.
Dünyada var olan belli başlı kanallar, gemilerin büyük kara parçalarını dolanma zorunluluğunu ortadan kaldıran Süveyş, Korint, Panama kanalları gibi aşılacak deniz yolunu kısaltan, nehirlerin birbirine bağlanmasıyla da su taşımacılığını karaların yüzlerce kilometre derinliğine kadar uzatan ve maliyetini azaltan “su yolları” olarak inşa edilmiştir. Ama Kanal İstanbul dünyadaki bu kanal fikriyatıyla uyumsuzdur. Tersine İstanbul Boğazı’na paralel, taşımayı pahalılaştıran, yolu kısaltan değil hatta biraz da uzatan bir kanal olarak inşa edilmek istenmektedir. Üstelik parasız geçilen İstanbul boğazına alternatif olarak yapılmak istenen “parası ödenerek” geçilebilecek Kanal İstanbul her tür akılcı gerekçeden yoksundur.
Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan’ın Kanal İstanbul’a meşruiyet kazandırmak için yaptığı, “Yılda 50 bin gemiden 100’er bin dolar alınarak 5 milyar dolar gelir sağlanacak” hesabının, Kanal İstanbul’un dört başı mamur bir “Zihni Sinir projesi” olmasının ötesinde bir karşılığı yoktur.
Kanal İstanbul Cumhurbaşkanı tarafından yeniden gündeme getirildiğinden beri çeşitli yönleriyle tartışılıyor. CHP bu konuda bir “Çalıştay”topladı; İBB çeşitli etkinliklerle uzmanların ve bilim insanlarının görüşlerini kamuoyuna aktarmaya aracılık etti.
Çok sayıda bilim insanı, iktisatçı, çevre ve şehircilik, deprem uzmanı İstanbul’un kendine özgü sorunları ile bu projenin yol açacağı sorunları açıkladı.
Ulaştırma Bakanlığı tarafından hazırlanan ÇED raporu eleştirilere yanıt olarak öne çıkarılsa da raporun gerçekleri ve bilimsel verileri değil “Kanal İstanbul isteseniz de istemeseniz de yapılacak” diyen Cumhurbaşkanının sözünü esas aldığı ve dayatmaya meşruiyet sağlamak için hazırlandığı gerçeği apaçık ortadaydı.
“Kanal İstanbul” gerçeği ise aslında şudur:
1- Kanal İstanbul çevre düşmanı bir projedir: Kanal İstanbul, Marmara ve Karadeniz’i birleştireceği 45 kilometre boyunca ormanlar göller, bataklıklardan oluşan doğal yapıyı tahrip ederken bölgenin tarımı, doğal bitki ve hayvan popülasyonunu da yok edecektir. Dahası, Karadeniz’in kirli suyunu kapalı bir deniz olan Marmara’ya aktararak, Marmara’nın oksijen seviyesini deniz canlıları için yaşanamaz hale getirecektir. Bu konuda bilim ve çevre mühendisleri ile çevre örgütleri, Kanal İstanbul’un “çevre düşmanı bir proje” olduğu konusunda fikir birliği içindedir.
2- Kanal İstanbul, İstanbul’un su kaynaklarını tahrip eden bir projedir: Resmi nüfusu 16 milyonu geçen İstanbul’un en önemli sorunlarından birisi de yeterli tatlı su kaynağı sorunudur. Kanal İstanbul, Terkos gölü başta olmak üzere İstanbul’a su sağlayan göl ve barajların yüzde 25’ini (kimi hesaplara göre de yüzde 29’unu) tahrip edecektir. DSİ ve İSKİ’nin bu konudaki raporları ÇED raporuna konulmayarak, “Melen Çayı projesi”nin İstanbul’un su ihtiyacını sağlayacağı ve sorun yaşanmayacağı iddiasıyla konu kapatılmaya çalışılmıştır. Ancak gerek İSKİ ve DSİ gerekse konunun uzmanları Kanal İstanbul’un, İstanbul’da başka kaynaklardan karşılanamayacak büyüklükte su kaynağı kaybına yol açacağını rakamlarla ortaya koymaktadırlar.
3- Kanal İstanbul modern şehircilik anlayışına karşı bir projedir: Kanal İstanbul İstanbul’u bir ada iki yarımadaya bölerek, ada ile yarım adalar arasındaki ulaşımı, çok büyük gemilerin geçmesine uygun yükseklikte köprüler sistemine bağlayarak ulaşımı maliyet ve zaman bakımdan zorlaştıracaktır. Dahası bu proje İstanbul’u Karadeniz’e doğru büyüterek ve iki milyon ek nüfusun yerleştirilmesine sebep olurken, eski kent mahallerinde önemli miktarda zorunlu nüfus kaymasına yol açacağı ve kente yeni nüfus ekleyecek girişimleri teşvik edeceği için şehir plancıları ve yerel yönetimciler tarafından şehircilik anlayışla bağdaşmayan bir proje olarak reddedilmektedir.
4- Kanal İstanbul deprem yıkımını büyütecek bir projedir: Jeologlar ve jeofizikçiler, Kanalın Kuzey Marmara Fayı’da ortaya çıkacak depremin etkilerini daha yıkıcı hale getireceğini öne sürüyor ve depremle Kanal İstanbul arasında bağ kuruyorlar. İstanbul depremi üzerine uzun zamandan beri çalışmalar yapan bilim insanları, Kanal İstanbul’a karşı çıkışlarını başlıca iki nedene bağlıyorlar. Bunlardan birincisi; kanal inşaatı sırasında bol miktarda kullanılacak olan patlayıcıların ve iş makinelerinin yaratacağı titreşimlerin bölgedeki fayları harekete geçirme ihtimalinin yüksekliğidir.
İkincisi ise; “7 şiddeti”nden büyük bir depremin Marmara’da yaratacağı bir tsunaminin kanalda 8-10 kat daha yıkıcı olma ihtimalidir. Depremle ilgili çalışma yapan uzmanlar kanal için harcanacak büyük meblağın “İstanbul’un depreme hazırlanması için kullanılması”nı da öneriyorlar.
5- Kanal İstanbul bir rant projesidir: Kanal İstanbul, ülkenin ve halkın bir ihtiyacını karşılamak için değil bir rant projesi olarak tasarlanmıştır. Tartışılmaya başlanmasından beri, bu projenin rant boyutu hep gündeme getirilmiştir ve yetkililer de “Hayır böyle değil” dememişlerdir. Tam tersine Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan, 15-20 milyarlık maliyetin tamamının kanalın açılmasından sonra, burada oluşturulacak ticari tesislerin ve kurulacak kentin yaratacağı ranttan karşılanacağını söyleyerek, projenin bir rant projesi olduğunu açıkça kabul etmiştir. Üstelik bunu bir marifetmiş gibi savunmuştur. Kısacası Kanal İstanbul, ülkenin ve halkın ihtiyacını karşılamak için tasarlanmış bir proje değildir; rant yaratmak ve bu rantı büyük inşaat firmalarının ve iktidarla ilişkilerinden yararlanarak bölgedeki toprakları satın alan[1] yerli ve yabancı arazi sahiplerinin cebine aktarmak için oluşturulmuş bir projedir.
Bilim ve mühendislik çevreleri; DSİ, DHMİ, İSKİ, TÜBİTAK gibi konuyla doğrudan ilgili kamu kurumları böyle bir projenin hangi zararlara yol açacağını açıkça ifade etmektedirler. Ancak Hükümet bu raporları ya görmezden gelmiş ya da baskıyla değiştirtmiştir.
Bütün bu gerçekleri görmezden gelen Ulaştırma Bakanlığı’nın Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna karşı yüz binlerce vatandaş, “hayır” dilekçeleri vermiştir.
Ancak bütün karşı çıkışlara karşın Erdoğan, “İsteseniz de istemeseniz de Kanal İstanbul yapılacak” diyerek hem bu projenin arkasındaki anti-demokratik, otoriter zihniyeti hem de hangi sınıfın çıkarlarını savunduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Kanal İstanbul’un çok tartışılan yanlarına özet olarak değindikten sonra şimdi de burada onun popüler yanının gölgesinde kalan ama çok da önemli yönleri üstünde duracağız.
‘KANAL İŞTANBUL’ BİR ‘TEK ADAM YÖNETİMİ’ PROJESİDİR
Girişte de değinildiği gibi Kanal İstanbul henüz “tek adam tek parti” ifadesinin kullanılmadığı (bilinmediği demek daha doğru) bir dönemde 2011 seçim kampanyası sırasında Erdoğan tarafındanbir çılgın proje olarak vaat edildi. Başlangıçta içeriği gizlenen proje kampanyanın sonuna doğru açıklandı: Bu kanal projesi ne ekonomik ne jeolojik ne şehircilik hiçbir konuda fizibilite çalışması yapılmadan açıklanırken tezahüratla da karşılandı. Ancak Erdoğan’ın başka gaileleri öne çıkınca “çılgın proje” bir süre siyaset piyasasından geri çekildi. Bu süre içinde Kanal İstanbul’dan söz edilmedi. Ta ki Erdoğan tarafından birkaç ay önce yeniden gündeme getirilinceye kadar!
Nitekim son günlerde Kanal İstanbul’un gündeme getirilmesiyle AKP-MHP ittifakından yandaş medyaya, “Nuh’un oğluyla cep telefonuyla konuştuğu”nu iddia eden “akademisyenler”den Katarlı yatırımcılara kadar tek adama biat yarışındaki çıkar çevreleri her köşeden yeniden harekete geçti.
Son birkaç ay içindeki tartışmalar sırasında açıkça görüldüğü gibi Türkiye’nin ekonomisinden dış politikasına, iç politikasından şehirciliğe, deprem sorunundan tarihsel gerçekliğine kadar her konuyu ilgilendiren bir proje olma niteliği taşıyan Kanal İstanbul, henüz tek adamcılığın gündemde olmadığı ama Erdoğan’ın şahsında zuhur ettiği bir dönemde ortaya atılmış ve tek adam yönetiminin hukuki ve kurumsal bir gerçeklik haline geldiği dönemde de dayatılmıştır.
Bu zihniyet Erdoğan’ın, Gebze’de “yerli otomobil” tanıtımının hemen ardından Darıca’da yaptığı mitingde ortaya çıkmıştır. Muhalefete karşı söylenmiş gibi görünse de orada söylenen “İsteseniz de istemeseniz de Kanal İstanbul’u yapılacak” sözü gerçekte Kanal İstanbul’a karşı olan ülke nüfusunun çoğunluğuna bir meydan okumadır.
Böylece Kanal İstanbul’un halkın ne dediği önemsenmeden ele alınan bir dayatma, bir tek adam projesi olduğu vurgulanmıştır.
KANAL İSTANBUL SINIFSAL BİR PROJEDİR
Kanal İstanbul gibi önemli sonuçları olabilecek bir projenin bile, “tek adam”ın ağzından çıkıp, onun dayatmalarıyla yürütüldüğünden söz ediyoruz. Ama “tek adam yönetimleri” bir tek adamın her şeyden bağımsız inisiyatifi anlamına gelmez. Tek adam yönetimi hakim sınıfların ya da ağırlıklı bir bölümünün ortak çıkarını temsil eder. Kanal İstanbul projesi de bir kişinin fantezisi değildir. Çıkarlarına uygun bir figür olarak gördükleri Erdoğan’ın etrafında toplanan sermaye kliğinin dolaysız çıkarlarına karşılık gelmektedir.
Kanal İstanbul gibi büyük bir rant projesi Erdoğan’ın istihareye yatıp, gördüğü ya da “yukarıdan” vahiy ile kendisine gönderilmiş bir proje değildir.
Diğer önemli projeler gibi “çılgın proje” de sermayenin en seçkin temsilcileri tarafından projelendirilmiştir. Erdoğan bunun hem sözcüsü, siyasi kolaylaştırıcısı hem de gayretlerinin karşılığını her bakımdan alan siyasi ve ekonomik bir kişiliktir.
“Sermayenin seçkin temsilcileri”nin, Erdoğan ve danışmalarıyla hangi mekanizmalarla konuştuğunu, Erdoğan’ın bunu kendi projesi olarak sunmasını kimlerin, nasıl başardığını, bu projenin asıl akıl hocalarının kimler olduğunu bilmemiz çok olanaklı değil. Zaten gereksiz de.
Ama bu projenin kimlere devasa rant sağlayacağı, projenin arkasındaki çıkar çevreleri, en fazla nemalanacak sermaye klikleri ortadadır.
Kanal İstanbul inşaatından çıkacak devasa miktardaki hafriyatın kazılıp taşınması, kanalın etrafında konutlar, ticarethaneler, rezidanslar, oteller ve marinalar ile birlikte 2 milyonluk nüfusa sahip yeni bir kentin inşa edileceği düşünülürse bölge yıllar sürecek devasa bir şantiye haline getirilecektir. Bu şantiyenin her etabı şimdiye kadar halkın ortak malı olan meraların, tarlaların, hazine malı ormanlık arazilerin yağması anlamına gelecek ve burada yapılan her inşaatın karşılığı yatırım yapana misliyle geri dönen bir rant olacaktır. Ulaştırma Bakanı Cahit Turha da kanalın inşaatı için gerekli milyar dolarların kanal etrafında oluşacak bu rant kaynaklarından karşılanacağını kamuoyuna müjde olarak bildirmiştir.
Bu rant kaynağı; iktidarın “yandaş sermaye” bloğunun en önünde yer alan, duble ve oto yolları, tünelleri, devasa köprüleri, yolcu garantili havalimanlarını, hasta garantili şehir hastanelerini, termik santralleri, sayısız HES’leri, kaçak-yasal maden ocaklarını açan, kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, inşaat, maden-enerji, savunma sanayi firmalarının sahibi ve sayıları birkaç elin parmaklarını aşmayan büyük sermeye gruplarındın hizmetine ve yağmasına açılmıştır. Şimdiye kadar nasıl olduysa bu mekanizma aynı biçimde çalışmaya devam edecek “Kamu Özel Şirket Ortaklığı” adı altında yürütülen kapitalist yağma sistemi, büyük bir ihtimalle Kanal İstanbul için de çalışacaktır.
AKP’ye yakın kimi rant zengini aileler ile Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak gibi Arap ülkelerinden emir ve şeyhler de Kanal İstanbul etrafında toprak almıştır (İBB Başkanı İmamoğlu, Kanal İstanbul’un geçeceği bölgede 30 milyon metrekare toprağın el değiştirdiğini açıkladı). Bu sıraya girmiş “Kanal zenginlerini” de çıkar çevresi içine ekleyebiliriz.
Dahası Hükümetin Kanal İstanbul’un kamuoyu gündemine getirilmesinden çok önce, Arap ülkelerinde “kanal rantı”nı pazarlamaya başladığı, birçok Arap ülkesinin TV kanallarında reklam-tanıtım kampanyası yapıldığı da ortaya çıkan gerçeklerdendir.
AKP iktidarı tarafından beslenip büyütülen, kamudaki başlıca tüm ihaleleri alan “yandaş sermaye kliği”, Erdoğan’ın “Benim çılgın projem” olarak andığı bu yağma projesi için pazarlamaya çoktan başlamıştır. Bu kliğin uluslararası müttefiki Ortadoğu’daki petrol zengini şeyhleri, emirlerin yakınındaki ailelerdir.
Bu biçimiyle Kanal İstanbul bırakalım halkı, sermayenin bütün kesimlerine bile açık olmayan, bundan önceki büyük kamu projeleri gibi “tek adam yönetimi”etrafında kenetlenmiş olan bir sermaye kliğinin çıkarını gerçekleştirmek üzere hazırlanmış bir projedir.
KANAL İSTANBUL BİR KRİZDEN ÇIKIŞ PROJESİDİR
AKP’nin 18 yıllık iktidarı büyük inşaat firmaları için bir rant ve kar cenneti olmuştur. Oto ve duble yollar, tüneller, devasa köprüler, sayısız HES, JES ve termik santral, her ilde hava alanı, en büyük kentlerden kasabalara kadar rezidanslar, gökdelenler yaparak “kentsel dönüşüm”ü“rantsal dönüşüm”e çeviren inşaat tekelleri için büyük atılım yıllarıdır bu dönem. AKP hükümetlerinin en önemli işi de sektörün önünü açmak, bu büyük tekellerin her istediğini yerine getirmek olmuştur.
Hükümetin ekonomi politikasının başlıca birkaç dayanağından biri (birincisi denebilir) ekonomideki sorunları inşaat sektörünü besleyerek aşmak olmuştur.
Bunun nedenini soranlara iktidarın sözcülerinin,“inşaat sektörünün canlanmasının; çimento, demir çelik, ahşap, plastik, boya, tuğla, mobilya, beyaz eşya, başta olmak üzere 250 işkolunu canlandırdığını” öne sürerek yanıt vermeleri de açıkça göstermektedir ki, iktidar için inşaat sektörü sadece inşaat sektörü değil, ekonomi politikasının da ağırlık merkezidir.
Devlet eliyle dağıtılan en büyük projelerin sayısı 10’u geçmeyen büyük inşaat firmalarına verilmekte ve bu firmalar yandaş sermayenin en gözü kara ve agresif kesimini oluşturmaktadır. Sektör ülkenin en ücra köşelerine kadar yerel rantın bölüşümünde de başroldedir. İnşaat sektörü AKP için ekonomik olduğu kadar siyasi belirleyiciliğe de sahiptir.
Ne var ki içinden geçtiğimiz ekonomik krizden en ağır yarayı yine bu inşaat sektörü almıştır ve pek çok büyük firma, hükümetin sağladığı kredi kolaylıkları ve borçların yeniden yapılandırılması gibi desteklerle ayakta kalmaktadır.[2]
AKP iktidarı krizden çıkış için bir yandan bütün yükü halkın sırtına yıkmaya çalışırken diğer yandan da bugüne kadar ekonomi politikasının lokomotifi olarak kullandığı inşaat sektörünü canlandıracak çareler yaratarak krizi aşmaya çalışmaktadır. Suriye’de giriştiği askeri harekatlarda ve Libya’ya dair planlarda tankların, obüslerin yanına TOKİ’yi de koşması, hatta planlamada TOKİ’nin merkeze alınması, TOKİ’yle ilgi amaçların BM kürsüsünden ilan edilmesi de açıkça gösteriyor ki, uluslararası ve ulusal çaptaki her konuda AKP iktidarının aklında hep inşaat sektörü vardır!
Kanal İstanbul’un merkezi ve yerel bütçeye maliyeti her ne kadar 15-20 miyar dolar (90-120 milyar TL) olacağı söylense de uzmanlar bu maliyetin bunun iki katından az olmayacağını belirtmektedir. Kanal İstanbul’un başlıca amaçlarından biri önümüzdeki beş yıl içinde bugünün parasıyla 200-250 milyar TL’nin inşaat sektörünün en büyük patronlarının cebine aktarılmasıdır. Sadece inşaatın değil sanayideki çeşitli sektörlerin çarkının da bu yakıtla döneceği umulmaktadır.
Dolayısıyla Kanal İstanbul’da iktidarın ısrarının bir nedeni kendisine yandaş olan sermaye kliğine büyük bir rant aktarması ise diğer nedeni de bu büyük rantı, “krizden çıkmak için”piyasayı canlandıran bir dayanak olarak görmesidir.
Kaldı ki ulaşım ve taşıma için hiçbir anlamı olmayan Kanal İstanbul gibi büyük maliyetli bir projenin iktidarın meteliğe kuruşun attığı bir zamanda gündeme getirilmesini krizden çıkış planıyla bağlantı kurmadan anlamlandırmak çok olanaklı değildir.
KANAL İSTANBUL YENİ OSMANLICI DIŞ POLİTİKANIN BİR PROJESİDİR
Kanal İstanbul’un gündeme gelmesiyle birlikte “Kanal İstanbul’un Montrö Anlaşması’nı tartışmaya açacağı”iddiası ortaya atılmıştır.
Bu iddiayı Erdoğan, “Montrö Anlaşması Türkiye’nin ne kadar aleyhine ne kadar lehinedir bu tartışmalıdır” diye yanıtlayarak Montrö Anlaşması’nın tartışmaya açılmasını kışkırttı. Ancak tartışmanın genişlemesinin Türkiye’yi çok zora sokacağı fikri kamuoyunda baskın hale gelince, Erdoğan bu iddiasını yinelemedi. Hükümet cenahı bir adım geri attı; “Kanal İstanbul Monrö’yü tartışmaya açamaz. Çünkü Montrö çok daha geniş, Marmara’yı, Karadeniz’i ve Çanakkale Boğazı’nı da kapsayan bir anlaşmadır. Bizim de Montrö’yü tartışmaya açtırmak gibi bir amacımız yok” çizgisine dönüldü.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Ulaştırma Bakanı Turan “Kanal İstanbul’la Motrö’yü tartışmaya açtırmak gibi bir niyetimiz yok. Montrö‘yü savunuyoruz…” diyerek günü kurtarmaya çalışsa da, yandaş medyada iktidarın icraatlarını gerekçelendiren ideologlar ve yazarlar, Montrö’yü tartışmak gerektiğini, artık Türkiye’nin yeni ve haklarını daha iyi savunacak bir anlaşma yapabileceğini, Kanal İstanbul üstünden bu tartışmanın açılmasının iyi olacağını açıkça savunmaktadırlar.
Çünkü onlara göre; önümüzdeki yüzyıl (yüzyıllar) Atlantik’ten Pasifik’e uzanan İslam dünyası için, dünyada yükselen bir güç olarak, yeni dünya düzeninin başat gücü olacak, bu gücün oyun kurucu ülkesi de Türkiye olacaktır! Erdoğan da bu yeni dünyanın kurulmasının lideri olarak vardır!
Dolayısıyla onlara göre; Lozan Anlaşması, Montrö Anlaşması gibi Osmanlı’nın tasfiye edildiği dünyadaki büyük güçlerin bize dayattığı, Türkiye’nin eski Osmanlı dönemindeki gücüne ulaşmasını engelleyen anlaşmalardır; bu yüzden de yeni Türkiye’nin bu anlaşmaları değiştirmesi için mücadele etmesi gerekir!
Kanal İstanbul’un İslamist-cihadist yeni Osmanlıcı gerekçesi Yeni Şafak’ın ve AKP’nin ideologlarından İbrahim Karagül tarafından 13 Aralık tarihli köşesinde açıkça savunuldu:
Önümüzdeki dönemde “dünyanın merkezi yeniden İslam dünyasına (kendisi buna “orta dünya” diyor -İ.Ç) kayacak” diyen Karagül, bu kayışın dünyanın büyük güçleri arasında bir hesaplaşmayla olacağını, olmaya da başladığını öne sürmektedir.
“İşte bu büyük güçler hesaplaşmasında Türkiye yeni ve güçlü bir oyuncu olarak sahneye çıktı. Küresel ölçekte güç kaymasını iyi okuyarak coğrafyasında var olma mücadelesine girişti. Harita çizenlere harita ile cevap verdi…”dedikten sonra Montrö ve onu savunlar için de şunları söylüyor: “Kanal İstanbul ile Montrö yürürlükten kalkar diye ödleri patlıyor. Çünkü bu anlaşma, Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkımızı sınırlıyor” diyor.
Yeni dünya düzeninin Çin-Rusya-Türkiye’nin yükselişi ile kurulacağı ütopyasının İslami soslu versiyonunu savunan yandaş ideologlar, meczup Avrasyacıların peşinde, bu ideali gerçekleştirebilmenin en önemli şartının büyük güç olmaktan geçtiğini propaganda ediyor ve bunun için de Erdoğan’ın “tek adam yönetimi”nin arkasında hizaya geçmeye işaret ediyorlar.
Libya’da iç savaşa müdahil olma, Suriye halklarına rejim dayatma, çeşitli ülkelere “Askeri üsler kurma”, yoksul İslam ülkelerine okullar açılarak misyonerler yetiştirme, milyarlarca dolar harcayarak camiler yapma, Sünni cihadist güçleri destekleme, Müslüman Kardeşlerle (İhvan) girişilen ideolojik-siyasi bütünleşme girişimleri, aynı zihniyetin dış politikaya yansımasıdır.
Nitekim Karagül de konunun sadece Kanal İstanbul olmadığını, Kanal İstanbul’a karşı çıkanların “…çok yakın gelecekte ‘Türkiye nükleer silah çalışıyor’ diye kıyameti koparacaklar”ını söyleyerek yeni Osmanlıcı zihniyetin nükleer silah üretimi için harekete geçeceğini, geçtiğini de şimdiden ilan etmekte bir sakınca görmemektedir.
Montrö Anlaşması’nı tartışmaya açmak isteyenin, Karadeniz’de sürekli bir savaş filosu bulundurmak için Montrö’nün değiştirilmesini isteyenin ABD ve NATO olduğu da dikkate alınmalıdır. İpleri her zaman ABD’nin elinde olan bir gelenekten gelen yeni Osmanlıcı takımının Montrö’yü tartışmaya açmak istemesinin ABD’nin ekmeğine yağ sürdüğü, bunu bilinçli olarak yaptığı da tartışmasızdır. Dahası Montrö’nün en önemli savunucusunun Rusya oluğu da dikkate alındığında, yeni Osmanlıcı dış politika erbabının, hayranı oldukları Abdulhamit zihniyetinin mirasçısı olarak, ABD-NATO ve Rusya arasındaki bir çekişmeden yararlanmak için Motrö’yü ortaya attıkları düşünülebilir.
Bu nedenlerledir ki Erdoğan ve yandaşları resmen, “Kanal İstanbul Montrö’yü tartışmaya açmaz” diyerek savunsa da Kanal İstanbul’u bahane eden ABD ve NATO’nun böyle bir tartışmayı açma fırsatını kaçırmayacağından şüphe etmek için bir neden yok.
Bu yüzden Erdoğan yönetiminin dış politikasıyla, kendisine ve partisine biçtiği yeni Osmanlıcı tarihsel misyonla bağlantılı olarak ele alındığında Kanal İstanbul’daki ısrar daha anlaşılır olmaktadır.
Erdoğan’ın Kanal İstanbul’la ilgili gerekçelerini açıklarken, “ekonomik kazanç” ve “sükse yapacak bir proje olma”ya vurgu yaparken bir de “siyasi yanı” olduğunu ama “Bunu şimdilik söylemeyeceğim. Zamanı gelince söyleyeceğim” dediği düşünülürse halktan gizli bir de gizli ajanda tuttuğu ortaya çıkar. Bu gizli ajandanın ise yeni Osmanlıcı, Motrö’nün tartışmaya açılmasını gerektiren iç ve dış siyasi durumla ilgili olduğu söylenebilir.
***
“Tek parti tek adam” yönetiminin inşası ilerledikçe ekonomi ile siyaset arasındaki makas da daralmaktadır. Milyar dolarların ortaya saçıldığı büyük projelerden söz edildiğinde, ekonomik gerekçeler bir sermeye kliğinin, siyasi gerekçeler ise iktidarı elinde tutan tek adam ve onun partisinin çıkarlarına indirgenebilmektedir.
Kanal İstanbul yakın tarihin en büyük projelerinden birisi olarak, elbette ki bir kanal projesi olmanın çok ötesinde bir öneme sahiptir.
Bu yüzden de Kanal İstanbul etrafındaki tartışma bir proje tartışması değildir. Tersine, yukarıdan beri ifade edilmeye çalışıldığı gibi, tek adam rejimi inşası ile onun ekonomi politikasının, işin içine tarihin ve ideolojinin de dahil edildiği iç ve dış politikasının tartışılmasıdır.
Dolayısıyla demokrasi mücadelesinin de kritik konularından biri haline gelmiştir. Bu yüzden de “Kanal İstanbul” önümüzdeki günlerde gündemde ağırlıklı bir yer taşıyacaktır. Sadece tartışılmayacak;
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye halkı ile halkın iradesini tanımayan iktidar arasında,
Projenin arkasındaki zihniyetle, cihadizimle, fetihçilikle, yeni Osmanlıcı “yayılmacı”lıkla,
Türkiye’nin bölgede demokrasi ve barış mücadelesinin ülkesi olmasını talep eden bütün çevrelerin emperyalizme ve “tek parti tek adam yönetimi”ne karşı mücadelesinin de önemli bir dayanağı olacaktır.
Bütün bu yukardan beri söylenenlerden anlaşılacağı gibi, Kanal İstanbul bir ulaşım yolu olarak tartışılmamakta, bir kanal olmanın dışındaki “her şey” olarak tartışılmaktadır. Ve giderek bu tartışma önümüzdeki aylarda ve yıllarda daha da yoğunlaşıp boyutlanarak sürecektir.
[1] İBB, son beş yılda bölgede 30 milyon metrekare toprağın el değiştirdiğini saptamıştır. Bölgede toprak alanlarda ilk üçte, sırasında Kuveyt, Suudi Arabistan ve Katar menşeli firma ve kişiler vardır.
[2] İktidarın ekonomik politikasına karşı çıkan iktisatçıların önemli bir bölümü ve muhalefet partileri, krizin nedeni olarak da iktidarın milyarlarca dolarlık dış borcu ve halktan toplanan vergileri betona gömmesi olarak göstermektedir. (İHSAN ÇARALAN - TEORİ VE EYLEM)