HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Stalin'e göre; "Köksüz bir kozmopolit ve Bolşevizm düşmanı"... Rosa Luxemburg: Devrimin gonca gülü...

ROSA LUXEMBURG: DEVRİMİN GONCA GÜLÜ... Rosa Luxemburg dünya devrimci hareketinin en önde gelen kadın önderlerinden biriydi. Marks’ın K...


ROSA LUXEMBURG: DEVRİMİN GONCA GÜLÜ...

Rosa Luxemburg dünya devrimci hareketinin en önde gelen kadın önderlerinden biriydi. Marks’ın Kapital’ine eleştiri yöneltecek, Parti ve devrim anlayışında Lenin’le kıyasıya çatışacak kadar teorik donanımlı, yürekli ve özgürdü. Yaşarken de öldükten sonra da dostları ve düşmanları arasında çok güçlü duygular yarattı.

Avusturyalı revizyonist sosyal demokrat lider Viktor Adler onun için “Zehirli bir fahişe”, Stalin ise “Köksüz bir kozmopolit ve Bolşevizm düşmanı” demişlerdi. Buna karşılık Almanya’da 1968 kuşağı Köln üniversitesine onun adını verdi. Bugün yapılan gösteri ve yürüyüşlerde hâlâ onun adı haykırılıp saygı ve coşkuyla sloganlar atılmakta.

Rosa Luxemburg 1871’de Polonya’da doğdu. Ana ve babası liberal görüşlü Yahudilerdi. Bir çocukluk hastalığı sonunda topal kalmıştı. İnsanlar arasında üçlü bir aşağılamanın baskısını hissediyordu: kız çocuğu, Yahudi ve topal.

Erken yaşta edebiyata ilgi duydu, öyküler yazmaya başladı. Politik çevrelerle ve çarlık karşıtı kuruluşlara ilişki kurdu (Polonya’nın bir kısmı o zaman Rusya’nın işgalindeydi). Milletler ve ırklar arasındaki sınırları parçalayacak düşünceler peşindeydi. Marks’ı okumaya başladı. 15 yaşındayken “Proletarya” adlı küçük bir sosyalist partiye üye oldu.

19 yaşında polis takibinden kurtulmak için tarafsız olan İsviçre’ye göçtü. Zürih’te doğa bilimleri ve iktisat okudu, “Polonya’nın Endüstriyel Gelişimi” adlı doktora tezini verdi.

1898’de Berlin’e taşındı, Alman vatandaşı olmak için sahte evlilik yaptı ve Alman sosyal demokratlarının partisi SPD’ye üye oldu.

Aynı yıl Engels’in eski dostu Bernstein’ın marksizmin devrimci özünü boşaltan revizyonist tezlerine karşı savaş açtı.

Rus Sosyal demokrat Partisi 1903’te Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye bölündüğünde Lenin’in yanında yer alıp revizyonizme karşı onu destekledi.

1904’te parti organı Die Neue Zeit’te yazmaya başladı. Bu gazetedeki yazılarıyla Rus Sosyal demokratlarının örgütlenme biçimi üzerine Lenin’le polemiğe girdi, onun merkeziyetçi görüşlerini eleştirdi. 

1904 haziranında imparator II.Vilhelm’e hakaretten dolayı ilk kez hapise atıldı.

1907 ile 1914 yılları arasında parti okulunda dersler verdi ve bu dönemde önde gelen bir marksist teorisyen oldu. Şimdi Avrupa’nın en büyük politikacılarından biriydi, en iyi konuşmaları yapan devrimci bir yıldızdı.

Rosa, 1800’lerin sonunda “emperyalizm” kavramını kullanan ilk marksist teorisyenler arasında yer aldı. Lenin ve Bucharin’le birlikte kapitalizmin gelişim sürecini açıklamak üzere savaş ve sermaye birikimi arasındaki bağlantıyı kuran tezler geliştirdi.

Rosa, SPD’nin reformist politikasına ve parti içinde giderek artan merkeziyetçiliğe ve hiyerarşiye karşı çıktı. Partinin savaşı desteklemesi üzerine 1916’da Karl Liebknecht, Leo Jogiches, Franz Mehring ve Klara Zetkin ile Spartaküs Hareketi’ni (Spartakusbund) kurdu.

Harekete babası Marks’ın yakın dostu olan Liebknecht’in önerisiyle M.Ö. 73’te Romalılara karşı ayaklanma başlatan Spartacus’ün adı verildi. Çıkardıkları broşürlerle işçi sınıfını savaşa karşı genel greve teşvik ettiler.

13 aydır hapishanede bulunan Rosa 1916 martında serbest bırakılmıştı. Ancak temmuz ayında Liebknecht ile birlikte “vatan haini” suçlamasıyla yeniden tutuklandı. Liebknecht zorla cepheye gönderildi. Bir yıl sonra Kautsky’le birlikte Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’ni (USPD) kurdular.

Dört yıldır süren savaşı sorgulamaya başlayan Alman askerleri, önceki yıl Rusya’da gerçekleşen ekim devriminden de etkilenerek kasım 1918’de ayaklandılar ve silahlarını kendi generallerine yönelterek askeri yönetimi alaşağı ettiler. Rusya’daki Ekim Devrimi’ni demir parmaklıklar arasında coşkuyla karşılamış olan Rosa ile Liebknecht, Spartakist devrimciler tarafından hapisten kurtarıldılar.

Spartakistler kasım ayaklanmasına aktif olarak katılmışlar ve bu ayaklanmayı yönlendirmişlerdi. Hedef, iktidarı askerlerden aldıktan sonra önemli endüstrileri devletleştirmek ve bir devrimci Alman cumhuriyeti kurmaktı.

Liebknecht 9 kasımda Spartakistlerin zaptettiği kraliyet sarayının kızıl bayrak çekilmiş olan balkonundan “Alman Sosyalist Cumhuriyeti”ni ilan etti. Aynı anda bir kilometre kadar ötede bulunan parlamento binasındaki bir pencereden sağcı sosyal demokrat Philip Scheidemann da kendi cumhuriyetlerinin ilanını duyuruyordu.

Spartakistler bir ay sonra, aralık 1918’de “dönek Kautsky”le bağlarını atıp diğer devrimci gruplarla birlikte Alman Komünist Partisi’ni kurdular.

O yıllarda dünyadaki bütün marksistler, Rusya’nın bir başına sosyalizme giden yolu açamayacak kadar yoksul ve geri bir ülke olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden özellikle “sürekli devrim” tezini savunan Troçki’nin başını çektiği Bolşevikler, Sovyetler’in geleceğinin Avrupa’da gerçekleştirilecek olan devrimlere bağlı olduğunu görüyorlardı.

Şimdi beklenen o gün gelmiş gibiydi. Ancak Almanya’da doğmuş olan iktidar boşluğunu kimin dolduracağı ve devrimin hangi yönde gelişeceği henüz belli değildi.

Gerçi sağcı sosyal demokratlar parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek Friedrich Ebert’in başbakanlığında bir hükümet kurmuşlardı ama Spartakistler de sokaklarda ve fabrikalarda daha radikal bir sosyalist politika izliyor ve bütün güçlerini işçi ve asker konseylerine yönelterek iktidara yürüyorlardı. Son hesaplaşma günü kaçınılmazdı artık.

1 ocak 1919’da Berlin’de yüz binlerce işçi Sosyal Demokrat Parti yönetiminin devrime ihanetini protesto etmek üzere sokaklara döküldü. Birçok stratejik bina işgal edildi.


Ne ki, tarihe “Spartaküs Ayaklanması” olarak geçen bu olay Komünist Parti’nin üstesinden gelemeyecek kadar büyüktü. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht arandıkları için aralık ayından beri gizleniyorlardı. Parti bu büyük devrimci dalgayı yönlendirme inisiyatifini ele geçiremedi.

Sosyal demokrat yönetimin emriyle ordu ve sivil faşist milisler ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdı.

Sokak çatışmalarında binlerce işçi ve devrimci can verdi ve yenilgiden sonra yüzlercesi kurşuna dizildi.

Günlerden 15 ocak 1919’a gelinmişti.

“Orospu! Aşağılık orospu! Öleceksin!” Berlin’de Kurfürstendamm’daki görkemli otel Eden’in lobisinde sesler böyle yankılanıyordu. Yalnızca iki ay önce Alman imparatorunun koruyucu elit grubuna kumanda eden Waldemar Pabst “kadın” misafirinin yolda olduğunu anladı.

Kadın içeri girince yerinden kalkmadı ve hemen söze girdi: “Bayan Rosa Luxemburg musunuz siz?”. Yanıt: “Kendiniz karar verebilirsiniz”. “Resimlerinizi gördüm, siz olmalısınız!”. Yanıt: “Öyle diyorsanız öyledir”.

Pabst sinirlendi. Evet, bu kadın komünist Luxemburg idi, Almanya’nın en tehlikeli devrimcisi, kasım ayında Berlin’de ayaklanma başlatıp “Özgür Sosyalist Cumhuriyet”i ilan eden Spartaküs Hareketi’nin beyni.

Pabst, bu komünistleri ezmek için Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran Almanya’yı küçültücü o ünlü ateşkes anlaşmasından sonra Fransa’daki birliğini Berlin’e getirmişti. Berlin’de sosyal demokrat başbakan Friedrich Ebert ve savunma bakanı Gustav Noske’nin onayıyla askerlerini silahlı sivil milis güçlerine dönüştürmüş ve bu lüks otelin birinci katında karargâhını kurmuştu.

Spartakistleri ezmişti. Daha bir gün önce, 14 ocak 1919’da askerler partinin yayın organı Vorwärt’e saldırdıkları gün, Rosa Luxemburg son başyazıyı yazıp yenilgiyi kabul etmişti:

“Berlin’de düzen kuruldu! Tarih önünde Alman ordusunun onuru kurtarıldı. Flander ve Argonne’da rezilce yenilenler, üç yüz Spartaküse karşı... parlak bir zaferle şanlarını yeniden kazanmışlardır”.

Pabs bu yazıyı okumuştu. Rosa’ya karşı şiddetli bir nefret duyuyordu. Denizci subay Linder ve diğerleri Rosa’yı, Karl Liebknecht’i yakaladıkları dairede bulmuşlardı. Saat 22.15’ti. Belli ki, Liebknecht’in evine karakol kurmuşlardı.

Pabst, Rosa’nın yandaki odaya götürülmesini emretti.

Saat 23.15’te Linder otele geri döndü. Pabst’a yakalanan Liebknecht’in yaptıkları o küçük yolculuk sırasında kaçmaya çalıştığını ve bu yüzden onu vurmak zorunda kaldıklarını rapor etti.

(Liebknecht’in cesedi bir morga bırakılmıştı. Cesedin üzerinde “kimliği meçhul bir adam” yazıyordu)

Pabst yandaki odaya gitti. Rosa bir koltukta oturuyordu ve paltosundaki askerlerin çekiştirmesiyle yırtılan yerleri dikmekle meşguldü. Önündeki masada sayfaları açık vaziyette Goethe’nin Faust kitabı duruyordu.

Komutan “Ayağa kalk!” diye buyurdu.

Rosa’yı otelin lobisinden dışarı doğru sürüklediklerinde saat 23.40’tı. Tam döner kapıdan çıkarken Otto Runge adlı asker ileri fırlayıp tüfeğinin dipçiğiyle Rosa’nın çenesine vurdu. Rosa yere yıkıldı. Runge yeniden vurdu. Rosa’yı dışarıda bekleyen Priamus marka cabriolet arabaya sürüklediler. Rosa’nın ağzından ve burnundan kanlar akıyordu.

Askerlerden Max Weber sağına, Willy Grantke soluna, Kurt Vogel de ön koltuğa oturdu. Tam araba hareket etmek üzereyken von Rzewuski adlı bir baron kapıdaki basamağa zıpladı ve nerdeyse bilincini yitirmiş olan Rosa’ya şiddetli yumruklar attı.

Araba doğuya, Cornelius köprüsü ve Landwher kanalına doğru yol aldı. Otelden kırk metre kadar ileride Nürnberger Strasse’nin hizasına geldiklerinde bir silah sesi işitildi.

Yarbay Vogel’in tabancasından çıkan kurşun Rosa’nın sol kulağında patladı. Rosa anında ölmüştü. Saat 23.45’ti.

Ertesi sabah Waldemar Pabst, başbakanlığa telefon etti ve Rosa Luxemburg’un bir çapulcu sürüsü tarafından linç edildiğini bildirdi. Karşı taraftan “tebrikler” yanıtı geldi.

Bu cinayetler Berlin’de bahar ayları boyunca şiddetli çatışmalara yol açtı. Sosyal demokrat hükümet bin kişiden fazla insanın ölümüne neden oldu.

Rosa’nın cesedi mayıs ayında Landwehr kanalında bulundu. On binlerce işçi cenaze merasimine katılmak için fabrikaları terk etti. Kortej boyunca yaşlı kadınlar kırmızı Spartaküs gülleri satıyor, katılımcıların çoğu ağlıyordu.

Rosa 8 mart 1917’de (dünya kadınlar günü) Polonya’daki Wronke hapishanesinde yatarken İsviçre’deki günlerini anımsıyor ve yakın dostu Hänschen”e yazdığı uzun mektubunu şöyle bitiriyordu:

“...ve onların yakınında sessizce uzanıyorum, güneşin vücudumu yaktığını duyumsuyorum, gözlerimi kırpıştırıp az ilerideki bağcı aileyi seyrediyorum ve kafamda hiçbir düşünce olmaksızın bir ot sapını çiğniyorum, ama bütün vücudumu sarmalayan tek bir duyguyla: Tanrım, dünya ne kadar güzel ve hayat ne harika! Ve yukarılarda Col de Jamen’de Glion’dan gelen bir tren kara bir solucan gibi hızlanarak ilerliyor. Üzerinde uzaklara gitmekte olan bir dostun selamı gibi salınıp kaybolmaya yüz tutmuş minik bir duman halesiyle”.

Rosa 47 yıl yaşadı. Yazdığı birçok kitap, broşür ve bildiri bugün marksist literatürde müstesna bir yer tutuyor.

Bu ufak tefek, çelik iradeli, keskin zekalı, alabildiğine enerjik ve cesur ama bir o kadar da yumuşak huylu ve sevecen kadını en güzel tanımlayan ifade “Kalemiyle savaşan yazar, sesiyle savaşan ajitatör ve vücuduyla savaşan aktivist” olmalı. (TURHAN KAYAOĞLU - AHVAL) (METNİN ÜST BAŞLIĞI TARAFIMIZCA KONULMUŞTUR - Gazete Demokrat)