Emperyalizmin bölgesel savaşlar ve işgaller için sürekli kendi ordusunu kullanması mümkün değildir. Pahalıdır, politik olarak çok risklidir,...
Emperyalizmin bölgesel savaşlar ve işgaller için sürekli kendi ordusunu kullanması mümkün değildir. Pahalıdır, politik olarak çok risklidir, pratik olarak çoğu zaman mümkün değildir. ABD Vietnam sonrası geliştirdiği Nixon doktrini uyarınca, bazı bölgesel ülkeleri askeri müdahaleler için jandarma olarak kullanma tezini geliştirdi. Daha önce de kullanıyordu ama bunu bir doktrin şeklinde 60’larda düzenledi. ABD’liler bizim jandarma dediğimize, pivot (eksen) ya da pillar (ana direk) ülkeler demektedir. Türkiye, ABD için pillar ülkelerden birisidir. Bu ülkelerin ordusu emperyalizm tarafından iki görev göz önüne alınarak organize edildi. Birincisi, emperyalizmin ülke içi yatırımlarını ve pazarını emekçilere karşı korumak için bir iç savaş ordusu olarak, ikincisi bölgesel savaşlarda jandarmalık...
Bankalara “milli şuurla hareket edin’’ diyen Maliye Bakanı Albayrak ile, Türkiye’nin bir alt-emperyalist olduğunu iddia eden tüm sol liberal yazarlar, farklı politik kamplarda olmalarına rağmen aynı telden çalmaktadır. Aradaki fark, Albayrak ve Perinçek’in yanı sıra tüm yandaş basın ve milliyetçi çevreler bu politikaları desteklerken, bizim cenahta yer alıp alt-emperyalizm tanımlaması yapanlar ise bu politikalara karşılar. Biz de karşıyız, ama Türkiye alt-emperyalist olduğu için değil, doğrudan emperyalizmin jandarma gücü olduğu için.
Önce Albayrak’ın iddiasını konuşalım. Türk bankacılık sektörü milli değildir ve milli şuuru yoktur. Türkiye finans sektörü emperyalist finans şirketlerinin bir uzantısıdır. Türkiye sigorta sisteminde 60 civarında şirket bulunmaktadır ve bunlardaki yabancı payı yüzde 73’tür, hem de 2016 yılı itibari ile. Geri kalan payların bir kısmı borsada işlem görmektedir ve yine yabancı portföyler tarafından tutulmaktadır. Türk ortaklara kalan pay ancak yüzde 23’tür.[1] Bankacılık sektörü farklı değildir. Yüzde elliye yakını emperyalist şirketlerin denetimindedir.[2] Tabii bu rakam doğrudan yabancı sermayeye ait olan bankaların pazar payına ilişkindir. Yoksa milli olduğu varsayılan mesela Ziraat, ya da İş Bankası gibi yerel bankalar Türkiye’ye yönelen emperyalist sermayenin aktığı en önemli kanallar durumundadır. Emperyalist sermaye, milli olduğu iddia edilen bu bankalar eli ile yatırıma dönüştürülür. Türkiye’nin en büyük firmalarının hisse ve borç senetlerinin alınıp satıldığı borsa ise, yüzde 65 oranında emperyalist fonların denetimi altındadır. Bu fonlar işlem yapmayı durdurunca ya da satışlara başlayınca borsa çöker. Böyle bir finans sektörünün milli şuuru olmaz, onların tek şuuru emperyalist çıkarlardır. Türk finans sektörü ile emperyalizmin çıkarları bütünleşmiştir.
Bırakın finans ve bankacılık sektörünü, hiçbir sektörde milli burjuvazi bulamazsınız. Türkiye’nin en büyük şirketleri ya Bosch, Siemens, Mercedes gibi emperyalistlerin şirketlerin doğrudan yatırımıdır, ya TOFAŞ, Fiat, Renault, TÜPRAŞ vb gibi emperyalist şirketlerin Türkiye temsilcilerinin şirketleridir. Bir kısmı ise doğrudan emperyalist şirketlere hammadde, mamul madde ve yedek parça üreten ara üretici durumundadırlar. Birçok pazarlama devi ise emperyalist şirketlerin doğrudan pazarlamacısı, dağıtımcısıdır. Orta büyüklükte işletmeler pazarlama ve tedarikçi olarak emperyalist zincirlere eklemlenmiştir. Maden ve tarım devleri ise emperyalist şirketlerin hammadde tedarikçisi durumundadır. Maden politikası, tarım politikası doğrudan emperyalist politikalar tarafından belirlenmektedir. Tarım ve madencilik politikalarını bile emperyalist çıkarların belirlediği bir ülkede milli burjuvazi aramak saçmadır. Zamanında ekonominin derin kovuklarında, nispeten bağımsız olarak kurulan, orta ölçekli firmalardan Komili, Banvit, Sırma Su, Polisan, İnci Akü, Mutlu Akü, Yörsan, Yemek Sepeti, Tav, Flormar gibi yüzlerce firma, son yıllarda yabancı firmalara satılmıştır.
Türkiye’de yatırımların yönünü ve ekonomik politikaların temelini son 20 yılda ülkeye giren yüz milyarlarca dolarlık yabancı sermaye ve onların temsilcisi kurumlar belirlemiştir. Bu paranın borsa, inşaat vb. spekülatif sektörlere akma sebebi, bu paranın sahiplerinin yani emperyalizmin tercihleridir. Türkiye’de milli burjuvazi yoktur, emperyalist şirketlerin pazarlama, üretim, tedarik ağlarında yer alan, yerli ama çıkarları emperyalizm ile bütünleşmiş bir burjuvazi vardır.
Türkiye’de çıkarları emperyalizm ile bütünleşmeyen, aksine ölümüne çatışan tek bir kesim vardır. Emekçi halk. Yollar, köprüler, yeni havaalanları, AVM’ler bankalar, fabrikalar, limanlar, tarım politikaları, maden ve HES yatırımları vb. emekçilerin kanını emperyalist metropollere pompalayan boru hatları gibidir. Bu boru hatlarının açma kapama vanası ise finans sektörüdür.
Yeni sömürge mi, alt-emperyalist mi?
Alt-emperyalizm tezi taraftarlarından Mahmut Memduh Uyan, Türkiye’nin “emperyalist politikalara yönelen… bir ülke” olduğunu iddia ediyor. Uyan eskiden Türkiye’nin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu kabul ediyordu. Bu duruma da açıklık getirmiş. “1980 öncesi ülke nüfusunun %65-70’i kırsal alanda yaşıyordu. Günümüzde ise bu oran tersine kentlere doğru gelişmiştir.” Sanırım Uyan emperyalizmi sadece köylülere bulaşan bir şey sanıyor. Köylüler şehirlere taşınıp proleterleşince olay bitmiş. Birden tekelci burjuvazimiz bağımsızlaşıyor ve oligarşinin bir parçası olan emperyalizm ülkeden yok olmasa bile etkisi kayboluyor. Türkiye kendi bağımsız politikalarını dayatabilen alt emperyalist bir ülke oluyor.[3]
Bu teorik düzeysizlik tüm alt-emperyalizm tezi taraftarlarında var. Mesela eski bir Mahir Çayan’cı olan Engin Erkiner, alt-emperyalizm olgusunu “Güney Kürdistan’da özellikle inşaat alanında yapılan yoğun yatırımlarla tüketim maddeleri ihracatı, Suriye’nin iç pazarında önemli yer tutmanın yanı sıra bu ülkedeki rejimin geleceğiyle yakından ilgilenme, Libya’ya yönelik tutum, Somali’ye yardım ve Türk şirketlerinin Afrika ülkelerindeki yatırımları…” ile açıklıyor. Tüketim malzemeleri ve inşaat malzemeleri ihracatı sömürge ülkelerin en önemli yönüdür. Bunun sebebi emperyalist olma değil ama tam tersine ucuz emektir. Sayın Erkiner dışarı çıkıp en yakın markete gitse bunu görür. Bu durumda Almanya, İngiltere gibi ülkelere ihraç yapan ülkeler de emperyalist oluyor mu? Türkiye Avrupa’ya en fazla oto ihracatı yapan ülkelerden birisidir. Bağımsız olarak otomobil yapamayan, otomobil teknolojisine bile sahip bulunmayan Türkiye şimdi otomobil devi mi sayılacak? Son 30 yılda üretim emperyalist ülkelerden bizim gibi yeni sömürge ülkelere kaydı. Tersinden bir örnek verecek olursak, Bangladeş dünyanın en önemli tüketim maddeleri üreticisidir. Türkiye’de yüzlerce Bangladeş şirketi faaliyet göstermektedir. Yani şimdi Bangladeş alt-emperyalist mi oluyor? Tüketim maddeleri ihracı emperyalist ülke olmanın bir kıstası değildir.[4]
Dış müdahalecilik yeni mi?
Türkiye’nin komşu ülkelerin rejimleri ile ilgilenmesi ise 1950’lerde başlar. Türk devleti o zamanlar hem Irak hem de Suriye’yi işgal etmeyi ciddi olarak düşünmüştü. Her ikisinde de sebep emperyalistlerin bu konuda talepleri idi. 1957 Ağustos’unda Suriye, ordu şefini değiştirir ve birkaç Amerikalı ülkeden atılır. ABD bunun üzerine Türkiye, Ürdün gibi ülkeleri harekete geçirir. Türk ordusu sınırda operasyonlara başlar. Ürdün ülke içinde muhalif Suriyelileri silahlı ayaklanma için faaliyete geçirmeye başlar. Ankara’da Irak (o zamanlar Irak ABD denetiminde idi), ABD ve Türkiye arasında askerî harekât konusu görüşülür. Ancak, Kruşçev, eğer Suriye’ye saldırılırsa Türkiye’yi füzelerle vuracağını açıklayınca, ABD ve İngiltere geri adım atar. Türkiye’nin o zamanki müdahalesi ile şimdiki müdahalesi arasında ne fark var? Türkiye’nin 1945 sonrası hiçbir dış askerî harekâtı, emperyalizmden ve onun çıkarlarından, taleplerinden bağımsız değildir.
Emperyalizmin bölgesel savaşlar ve işgaller için sürekli kendi ordusunu kullanması mümkün değildir. Pahalıdır, politik olarak çok risklidir, pratik olarak çoğu zaman mümkün değildir. ABD Vietnam sonrası geliştirdiği Nixon doktrini uyarınca, bazı bölgesel ülkeleri askeri müdahaleler için jandarma olarak kullanma tezini geliştirdi. Daha önce de kullanıyordu ama bunu bir doktrin şeklinde 60’larda düzenledi. ABD’liler bizim jandarma dediğimize, pivot (eksen) ya da pillar (ana direk) ülkeler demektedir. Türkiye, ABD için pillar ülkelerden birisidir. Bu ülkelerin ordusu emperyalizm tarafından iki görev göz önüne alınarak organize edildi. Birincisi, emperyalizmin ülke içi yatırımlarını ve pazarını emekçilere karşı korumak için bir iç savaş ordusu olarak, ikincisi bölgesel savaşlarda jandarmalık. Şah dönemi İran devleti, İsrail, Güney Afrika, Pakistan, Güney Kore, Suudi Arabistan jandarma olarak örgütlenen devletlerden sadece bazılarıdır. Türkiye ordusu 1950’lerden beri bu hedefler göz önüne alınarak organize edilmektedir. Bu işler ABD ordusu ve NATO subayları ve uzmanları eşliğinde yapılmıştır. Bu konuda yüzlerce kitaplık külliyat mevcuttur.
“Alt-emperyalizm”in sınırları
İlhan Uzgel ise Duvar gazetesinde yazdığı konu ile ilgili bir makalede, önce Lenin’in artık vaktinin geçtiğini ve emperyalizmin onun tezleri ile anlaşılamayacağını iddia ediyor ve “Türkiye’nin küresel sistemdeki konumu(nun) literatürdeki yarı-çevre ve alt-emperyalist tanımlarına neredeyse bire bir’’ uyduğunu ileri sürüyor. Lenin’i artık geçersiz sayan Uzgel’e göre, “yarı-çevre ülke bölgesinde iktisadi etkinlik kurar, bazı durumlarda kendi parası sınırlı da olsa kullanım alanı bulabilir… Yarı-çevre ülkelerinin bu ekonomik yayılması, merkezi rahatsız etmez çünkü buralar genelde merkezin pazar ve yatırım için yeterince cazip bulmadığı alanlardır ya da merkez ülkeler farklı alanlara yatırım yapmaktadır.”
Yazısından anladığımız kadarı ile emperyalizm olgusunu Marini ve Wallerstein’den öğrenen Uzgel’e göre emperyalizm, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Gürcistan, Kosova, Makedonya vb. ülkeleri pazar ve yatırım için pek cazip bulmuyor, bu yüzden bu ülkelerde Türkiye’nin emperyalistçilik oynamasına izin veriyor. Ama aynı emperyalizm, yatırım ve pazar için cazip bulmadığı bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek, yönetimlerini değiştirmek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için savaşlar çıkarıyor, yüz milyarlarca dolar harcayıp işgaller düzenliyor, milyonlarca insan öldürüyor, bu bölgelerde on binlerce askeri tutuyor. Hatta bu ülkeler için Rusya ve İran gibi ülkelerle savaşmayı göze alıyor. Sayın Uzgel’e akıl vermek gibi olmasın ama Lenin’in üstünü çizmek algılama ve analiz yeteneğine pek yaramamış.
Aslında Uzgel kendisi de yazdıklarında bir tutarsızlık olduğunu hissediyor. Yazısının devamında, Türkiye’nin pivot (yani eksen) ülke olduğunu ve Türkiye’nin alt-emperyalistliğinin sınırının ABD’nin çıkarları olduğunu belirtiyor ve eksen ülkelere ABD tarafından bölgesel sorumluluk yüklendiğini kabul ediyor. Bu bile Türkiye’nin alt-emperyalist değil, ama bir jandarma olduğunun zımnen de olsa kabulüdür.
Suriye, Irak ya da Libya’da emperyalizm kazandıktan ve istikrar geldikten sonra Türkiye burjuvazisine tek düşecek olan taşeron işlerdir. Bu işler zaten savaş öncesi de Türk inşaat firmalarınındı. Taşeronluk yani. Aslında Türkiye burjuvazisine Türkiye’de bile düşen taşeronluktur. Koç ailesinin Fiat fabrikasındaki durumu nedir ki? Bunların payı, sağladıkları ucuz işgücünün, Türkiye’nin bir pazar olarak korunmasının, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesinin karşılığıdır. O kadar, ne eksik ne fazla! İşgal ve savaş öncesi, bu ülkelerin her birinde Türkiyeli firmaların milyarlar, hatta bazılarında on milyarlar tutan kontratları vardı. Dahası, Türkiye bu ülkelere yüksek miktarda tüketim malzemeleri ihraç ediyordu. Bu yüzden savaş patladığında Erdoğan gerek Libya, gerekse Suriye operasyonlarına karşı çıkmıştı. Ama sonra hizaya geçip savaşa müdahil oldu. Bu ülkelerin pazarı, yeraltı ve yerüstü kaynakları ise, Türkiye pazarı kime aitse, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kim sömürüyorsa, onlara gider.
Yandaş basın Türk ordusunun ne kadar güçlü olduğuna vurgu yapıyor, milli silah sanayimizle övünüyor. Alt-emperyalizm tezi taraftarları ise bu iddiayı hiç sorgulamadan kabul ediyor. Hatta Erkiner silah ihracatını Türkiye’nin emperyalist olmasına kanıt olarak sunuyor. Milli olduğu vurgulanan silah sanayinin emperyalizmden bağımsızlığı, otomotiv sanayinin emperyalizmden bağımsızlığı kadardır. Yani yoktur. Avrupa’nın en büyük otomobil üreticilerinden olan Türkiye, hala bağımsız otomobil üretmeyi tartışıyor, çünkü otomobil sanayimiz emperyalist oto tekellerinin bir uzantısıdır. Aynı olgu silah sanayimiz için de geçerlidir. Üretilen önemli silahların hepsi emperyalist silah tekellerinin lisansı ile üretilmektedir. Öyle ki ihraç için bile bu ülkelerin izni gerekmektedir. Silah sanayiinde, teknoloji, lisans vb. emperyalistler tarafından verilmekte, emek yoğun parçaların üretimi ise Türkiye’de yapılmaktadır. Bu silahların gerek kullanımı gerekse ihracı emperyalistler tarafından katı kurallara bağlanmıştır. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse Atak helikopterlerinin satışı ABD Savunma Bakanlığı’nın iznine tabii. Bu helikopter ABD’li Honeywell ile İngiliz Rolls Royce şirketlerinin lisansı ile üretim yapıyor. Türkiye bu yüzden birçok ülkeye satış yapamadı.[5] Diğer silahlar için de aynı olgu geçerlidir.
Emperyalizmi görmeli
Alt-emperyalizm teorisi emperyalizmi görmeme teorisidir. İç politikada kullanılan Kemalist/askeri vesayet vb. tezlerin, demokrasi ve özgürlük umutlarını AB vb. emperyalistlere bağlayan tezlerin, dış politikadaki yansımasıdır. Emekçiler şunu iyi anlamak zorundadır. İçinde yaşadığımız çağı anlamak ancak emperyalizmi, onun çıkarlarını, işleyiş mekanizmalarını, iç çelişkilerini kavramakla mümkündür. Emperyalizm basitçe dışsal bir oldu değildir. Basit bir işgal meselesi de değildir. Emperyalizm senin açlık ücretindir, emperyalizm kontrgerilladır, Jitem’dir, başkanlık sistemidir, faşizmdir, her geçtiğinde ya da geçmediğinde para ödediğin köprüdür, sana sağlık, okul vb. olarak dönmeyen vergilerindir, dinciliktir, Yap işlet modelidir, ormanlarının madenlerle mahvedilmesi, nehirlerinin emperyalist şirketler için kurutulmasıdır, yok edilen tarımındır, karakolda gördüğün işkencedir, askeri darbelerdir. Şovenizmdir, tüm Ortadoğu’yu saran işgaller, savaşlar, gerici-dinci faşist yönetimlerdir. Ülkeye akan ve aktıkça seni daha da yoksullaştıran ve hepsi de spekülasyonlara akan on milyarlarca dolar değerindeki yabancı yatırımlardır. Demokrasi, bağımsızlık, özgürlük ve barış ancak anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele ile kazanılabilir. (AHMET KAPLAN - SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] https://aktuerdunyasi.wordpress.com/2016/05/10/turk-sigorta-sektorunde-sermaye-yapisi/
[2] https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/bankalarda-yabanci-ruzgari-esiyor-6010445
[3] https://artigercek.com/haberler/birlik-yerine-solun-curumuslugunu-nasil-asacagimizi-
tartismaliyiz-1 Sayın Uyan’ın röportajının başlığı solun çürümüşlüğünü nasıl aşacağımızı tartışmalıyız şeklinde. Solun çürümüşlüğü 1980’lerin başında ideolojinin çürümesi, liberalleşmesi, yozlaşması şeklinde başlamıştı. Vardığı nokta ise solun bölgede Irak, Libya, Suriye başta olmak üzere birçok ülkeyi işgal eden, bombalayan milyonlarca insanı öldüren, on milyonlarcasını sürgün eden emperyalizmi görememek olmuştur.
[4] http://www.enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1373:alt-emperyalizm-ve-tuerkiye&catid=34:engin-erkiner. Engin Erkiner eskiden Mahir Çayan’ın görüşlerini oldukça dogmatik savunan bir sosyalist idi. Ama öyle sağ bir noktaya gelmiş ki, alt-emperyalizm tezini reddedenlerin “ABD karşıtlığı anlamında anti-emperyalizme bile varabileceğini” iddia ediyor. Ne diyim Allah kulunu bir kere şaşırtmasın!
[5] https://www.airporthaber.com/havacilik-haberleri/filipinler-atak-helikopterlerini-istiyor.html
Bankalara “milli şuurla hareket edin’’ diyen Maliye Bakanı Albayrak ile, Türkiye’nin bir alt-emperyalist olduğunu iddia eden tüm sol liberal yazarlar, farklı politik kamplarda olmalarına rağmen aynı telden çalmaktadır. Aradaki fark, Albayrak ve Perinçek’in yanı sıra tüm yandaş basın ve milliyetçi çevreler bu politikaları desteklerken, bizim cenahta yer alıp alt-emperyalizm tanımlaması yapanlar ise bu politikalara karşılar. Biz de karşıyız, ama Türkiye alt-emperyalist olduğu için değil, doğrudan emperyalizmin jandarma gücü olduğu için.
Önce Albayrak’ın iddiasını konuşalım. Türk bankacılık sektörü milli değildir ve milli şuuru yoktur. Türkiye finans sektörü emperyalist finans şirketlerinin bir uzantısıdır. Türkiye sigorta sisteminde 60 civarında şirket bulunmaktadır ve bunlardaki yabancı payı yüzde 73’tür, hem de 2016 yılı itibari ile. Geri kalan payların bir kısmı borsada işlem görmektedir ve yine yabancı portföyler tarafından tutulmaktadır. Türk ortaklara kalan pay ancak yüzde 23’tür.[1] Bankacılık sektörü farklı değildir. Yüzde elliye yakını emperyalist şirketlerin denetimindedir.[2] Tabii bu rakam doğrudan yabancı sermayeye ait olan bankaların pazar payına ilişkindir. Yoksa milli olduğu varsayılan mesela Ziraat, ya da İş Bankası gibi yerel bankalar Türkiye’ye yönelen emperyalist sermayenin aktığı en önemli kanallar durumundadır. Emperyalist sermaye, milli olduğu iddia edilen bu bankalar eli ile yatırıma dönüştürülür. Türkiye’nin en büyük firmalarının hisse ve borç senetlerinin alınıp satıldığı borsa ise, yüzde 65 oranında emperyalist fonların denetimi altındadır. Bu fonlar işlem yapmayı durdurunca ya da satışlara başlayınca borsa çöker. Böyle bir finans sektörünün milli şuuru olmaz, onların tek şuuru emperyalist çıkarlardır. Türk finans sektörü ile emperyalizmin çıkarları bütünleşmiştir.
Bırakın finans ve bankacılık sektörünü, hiçbir sektörde milli burjuvazi bulamazsınız. Türkiye’nin en büyük şirketleri ya Bosch, Siemens, Mercedes gibi emperyalistlerin şirketlerin doğrudan yatırımıdır, ya TOFAŞ, Fiat, Renault, TÜPRAŞ vb gibi emperyalist şirketlerin Türkiye temsilcilerinin şirketleridir. Bir kısmı ise doğrudan emperyalist şirketlere hammadde, mamul madde ve yedek parça üreten ara üretici durumundadırlar. Birçok pazarlama devi ise emperyalist şirketlerin doğrudan pazarlamacısı, dağıtımcısıdır. Orta büyüklükte işletmeler pazarlama ve tedarikçi olarak emperyalist zincirlere eklemlenmiştir. Maden ve tarım devleri ise emperyalist şirketlerin hammadde tedarikçisi durumundadır. Maden politikası, tarım politikası doğrudan emperyalist politikalar tarafından belirlenmektedir. Tarım ve madencilik politikalarını bile emperyalist çıkarların belirlediği bir ülkede milli burjuvazi aramak saçmadır. Zamanında ekonominin derin kovuklarında, nispeten bağımsız olarak kurulan, orta ölçekli firmalardan Komili, Banvit, Sırma Su, Polisan, İnci Akü, Mutlu Akü, Yörsan, Yemek Sepeti, Tav, Flormar gibi yüzlerce firma, son yıllarda yabancı firmalara satılmıştır.
Türkiye’de yatırımların yönünü ve ekonomik politikaların temelini son 20 yılda ülkeye giren yüz milyarlarca dolarlık yabancı sermaye ve onların temsilcisi kurumlar belirlemiştir. Bu paranın borsa, inşaat vb. spekülatif sektörlere akma sebebi, bu paranın sahiplerinin yani emperyalizmin tercihleridir. Türkiye’de milli burjuvazi yoktur, emperyalist şirketlerin pazarlama, üretim, tedarik ağlarında yer alan, yerli ama çıkarları emperyalizm ile bütünleşmiş bir burjuvazi vardır.
Türkiye’de çıkarları emperyalizm ile bütünleşmeyen, aksine ölümüne çatışan tek bir kesim vardır. Emekçi halk. Yollar, köprüler, yeni havaalanları, AVM’ler bankalar, fabrikalar, limanlar, tarım politikaları, maden ve HES yatırımları vb. emekçilerin kanını emperyalist metropollere pompalayan boru hatları gibidir. Bu boru hatlarının açma kapama vanası ise finans sektörüdür.
Yeni sömürge mi, alt-emperyalist mi?
Alt-emperyalizm tezi taraftarlarından Mahmut Memduh Uyan, Türkiye’nin “emperyalist politikalara yönelen… bir ülke” olduğunu iddia ediyor. Uyan eskiden Türkiye’nin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu kabul ediyordu. Bu duruma da açıklık getirmiş. “1980 öncesi ülke nüfusunun %65-70’i kırsal alanda yaşıyordu. Günümüzde ise bu oran tersine kentlere doğru gelişmiştir.” Sanırım Uyan emperyalizmi sadece köylülere bulaşan bir şey sanıyor. Köylüler şehirlere taşınıp proleterleşince olay bitmiş. Birden tekelci burjuvazimiz bağımsızlaşıyor ve oligarşinin bir parçası olan emperyalizm ülkeden yok olmasa bile etkisi kayboluyor. Türkiye kendi bağımsız politikalarını dayatabilen alt emperyalist bir ülke oluyor.[3]
Bu teorik düzeysizlik tüm alt-emperyalizm tezi taraftarlarında var. Mesela eski bir Mahir Çayan’cı olan Engin Erkiner, alt-emperyalizm olgusunu “Güney Kürdistan’da özellikle inşaat alanında yapılan yoğun yatırımlarla tüketim maddeleri ihracatı, Suriye’nin iç pazarında önemli yer tutmanın yanı sıra bu ülkedeki rejimin geleceğiyle yakından ilgilenme, Libya’ya yönelik tutum, Somali’ye yardım ve Türk şirketlerinin Afrika ülkelerindeki yatırımları…” ile açıklıyor. Tüketim malzemeleri ve inşaat malzemeleri ihracatı sömürge ülkelerin en önemli yönüdür. Bunun sebebi emperyalist olma değil ama tam tersine ucuz emektir. Sayın Erkiner dışarı çıkıp en yakın markete gitse bunu görür. Bu durumda Almanya, İngiltere gibi ülkelere ihraç yapan ülkeler de emperyalist oluyor mu? Türkiye Avrupa’ya en fazla oto ihracatı yapan ülkelerden birisidir. Bağımsız olarak otomobil yapamayan, otomobil teknolojisine bile sahip bulunmayan Türkiye şimdi otomobil devi mi sayılacak? Son 30 yılda üretim emperyalist ülkelerden bizim gibi yeni sömürge ülkelere kaydı. Tersinden bir örnek verecek olursak, Bangladeş dünyanın en önemli tüketim maddeleri üreticisidir. Türkiye’de yüzlerce Bangladeş şirketi faaliyet göstermektedir. Yani şimdi Bangladeş alt-emperyalist mi oluyor? Tüketim maddeleri ihracı emperyalist ülke olmanın bir kıstası değildir.[4]
Dış müdahalecilik yeni mi?
Türkiye’nin komşu ülkelerin rejimleri ile ilgilenmesi ise 1950’lerde başlar. Türk devleti o zamanlar hem Irak hem de Suriye’yi işgal etmeyi ciddi olarak düşünmüştü. Her ikisinde de sebep emperyalistlerin bu konuda talepleri idi. 1957 Ağustos’unda Suriye, ordu şefini değiştirir ve birkaç Amerikalı ülkeden atılır. ABD bunun üzerine Türkiye, Ürdün gibi ülkeleri harekete geçirir. Türk ordusu sınırda operasyonlara başlar. Ürdün ülke içinde muhalif Suriyelileri silahlı ayaklanma için faaliyete geçirmeye başlar. Ankara’da Irak (o zamanlar Irak ABD denetiminde idi), ABD ve Türkiye arasında askerî harekât konusu görüşülür. Ancak, Kruşçev, eğer Suriye’ye saldırılırsa Türkiye’yi füzelerle vuracağını açıklayınca, ABD ve İngiltere geri adım atar. Türkiye’nin o zamanki müdahalesi ile şimdiki müdahalesi arasında ne fark var? Türkiye’nin 1945 sonrası hiçbir dış askerî harekâtı, emperyalizmden ve onun çıkarlarından, taleplerinden bağımsız değildir.
Emperyalizmin bölgesel savaşlar ve işgaller için sürekli kendi ordusunu kullanması mümkün değildir. Pahalıdır, politik olarak çok risklidir, pratik olarak çoğu zaman mümkün değildir. ABD Vietnam sonrası geliştirdiği Nixon doktrini uyarınca, bazı bölgesel ülkeleri askeri müdahaleler için jandarma olarak kullanma tezini geliştirdi. Daha önce de kullanıyordu ama bunu bir doktrin şeklinde 60’larda düzenledi. ABD’liler bizim jandarma dediğimize, pivot (eksen) ya da pillar (ana direk) ülkeler demektedir. Türkiye, ABD için pillar ülkelerden birisidir. Bu ülkelerin ordusu emperyalizm tarafından iki görev göz önüne alınarak organize edildi. Birincisi, emperyalizmin ülke içi yatırımlarını ve pazarını emekçilere karşı korumak için bir iç savaş ordusu olarak, ikincisi bölgesel savaşlarda jandarmalık. Şah dönemi İran devleti, İsrail, Güney Afrika, Pakistan, Güney Kore, Suudi Arabistan jandarma olarak örgütlenen devletlerden sadece bazılarıdır. Türkiye ordusu 1950’lerden beri bu hedefler göz önüne alınarak organize edilmektedir. Bu işler ABD ordusu ve NATO subayları ve uzmanları eşliğinde yapılmıştır. Bu konuda yüzlerce kitaplık külliyat mevcuttur.
“Alt-emperyalizm”in sınırları
İlhan Uzgel ise Duvar gazetesinde yazdığı konu ile ilgili bir makalede, önce Lenin’in artık vaktinin geçtiğini ve emperyalizmin onun tezleri ile anlaşılamayacağını iddia ediyor ve “Türkiye’nin küresel sistemdeki konumu(nun) literatürdeki yarı-çevre ve alt-emperyalist tanımlarına neredeyse bire bir’’ uyduğunu ileri sürüyor. Lenin’i artık geçersiz sayan Uzgel’e göre, “yarı-çevre ülke bölgesinde iktisadi etkinlik kurar, bazı durumlarda kendi parası sınırlı da olsa kullanım alanı bulabilir… Yarı-çevre ülkelerinin bu ekonomik yayılması, merkezi rahatsız etmez çünkü buralar genelde merkezin pazar ve yatırım için yeterince cazip bulmadığı alanlardır ya da merkez ülkeler farklı alanlara yatırım yapmaktadır.”
Yazısından anladığımız kadarı ile emperyalizm olgusunu Marini ve Wallerstein’den öğrenen Uzgel’e göre emperyalizm, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Gürcistan, Kosova, Makedonya vb. ülkeleri pazar ve yatırım için pek cazip bulmuyor, bu yüzden bu ülkelerde Türkiye’nin emperyalistçilik oynamasına izin veriyor. Ama aynı emperyalizm, yatırım ve pazar için cazip bulmadığı bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek, yönetimlerini değiştirmek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için savaşlar çıkarıyor, yüz milyarlarca dolar harcayıp işgaller düzenliyor, milyonlarca insan öldürüyor, bu bölgelerde on binlerce askeri tutuyor. Hatta bu ülkeler için Rusya ve İran gibi ülkelerle savaşmayı göze alıyor. Sayın Uzgel’e akıl vermek gibi olmasın ama Lenin’in üstünü çizmek algılama ve analiz yeteneğine pek yaramamış.
Aslında Uzgel kendisi de yazdıklarında bir tutarsızlık olduğunu hissediyor. Yazısının devamında, Türkiye’nin pivot (yani eksen) ülke olduğunu ve Türkiye’nin alt-emperyalistliğinin sınırının ABD’nin çıkarları olduğunu belirtiyor ve eksen ülkelere ABD tarafından bölgesel sorumluluk yüklendiğini kabul ediyor. Bu bile Türkiye’nin alt-emperyalist değil, ama bir jandarma olduğunun zımnen de olsa kabulüdür.
Suriye, Irak ya da Libya’da emperyalizm kazandıktan ve istikrar geldikten sonra Türkiye burjuvazisine tek düşecek olan taşeron işlerdir. Bu işler zaten savaş öncesi de Türk inşaat firmalarınındı. Taşeronluk yani. Aslında Türkiye burjuvazisine Türkiye’de bile düşen taşeronluktur. Koç ailesinin Fiat fabrikasındaki durumu nedir ki? Bunların payı, sağladıkları ucuz işgücünün, Türkiye’nin bir pazar olarak korunmasının, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesinin karşılığıdır. O kadar, ne eksik ne fazla! İşgal ve savaş öncesi, bu ülkelerin her birinde Türkiyeli firmaların milyarlar, hatta bazılarında on milyarlar tutan kontratları vardı. Dahası, Türkiye bu ülkelere yüksek miktarda tüketim malzemeleri ihraç ediyordu. Bu yüzden savaş patladığında Erdoğan gerek Libya, gerekse Suriye operasyonlarına karşı çıkmıştı. Ama sonra hizaya geçip savaşa müdahil oldu. Bu ülkelerin pazarı, yeraltı ve yerüstü kaynakları ise, Türkiye pazarı kime aitse, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kim sömürüyorsa, onlara gider.
Yandaş basın Türk ordusunun ne kadar güçlü olduğuna vurgu yapıyor, milli silah sanayimizle övünüyor. Alt-emperyalizm tezi taraftarları ise bu iddiayı hiç sorgulamadan kabul ediyor. Hatta Erkiner silah ihracatını Türkiye’nin emperyalist olmasına kanıt olarak sunuyor. Milli olduğu vurgulanan silah sanayinin emperyalizmden bağımsızlığı, otomotiv sanayinin emperyalizmden bağımsızlığı kadardır. Yani yoktur. Avrupa’nın en büyük otomobil üreticilerinden olan Türkiye, hala bağımsız otomobil üretmeyi tartışıyor, çünkü otomobil sanayimiz emperyalist oto tekellerinin bir uzantısıdır. Aynı olgu silah sanayimiz için de geçerlidir. Üretilen önemli silahların hepsi emperyalist silah tekellerinin lisansı ile üretilmektedir. Öyle ki ihraç için bile bu ülkelerin izni gerekmektedir. Silah sanayiinde, teknoloji, lisans vb. emperyalistler tarafından verilmekte, emek yoğun parçaların üretimi ise Türkiye’de yapılmaktadır. Bu silahların gerek kullanımı gerekse ihracı emperyalistler tarafından katı kurallara bağlanmıştır. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse Atak helikopterlerinin satışı ABD Savunma Bakanlığı’nın iznine tabii. Bu helikopter ABD’li Honeywell ile İngiliz Rolls Royce şirketlerinin lisansı ile üretim yapıyor. Türkiye bu yüzden birçok ülkeye satış yapamadı.[5] Diğer silahlar için de aynı olgu geçerlidir.
Emperyalizmi görmeli
Alt-emperyalizm teorisi emperyalizmi görmeme teorisidir. İç politikada kullanılan Kemalist/askeri vesayet vb. tezlerin, demokrasi ve özgürlük umutlarını AB vb. emperyalistlere bağlayan tezlerin, dış politikadaki yansımasıdır. Emekçiler şunu iyi anlamak zorundadır. İçinde yaşadığımız çağı anlamak ancak emperyalizmi, onun çıkarlarını, işleyiş mekanizmalarını, iç çelişkilerini kavramakla mümkündür. Emperyalizm basitçe dışsal bir oldu değildir. Basit bir işgal meselesi de değildir. Emperyalizm senin açlık ücretindir, emperyalizm kontrgerilladır, Jitem’dir, başkanlık sistemidir, faşizmdir, her geçtiğinde ya da geçmediğinde para ödediğin köprüdür, sana sağlık, okul vb. olarak dönmeyen vergilerindir, dinciliktir, Yap işlet modelidir, ormanlarının madenlerle mahvedilmesi, nehirlerinin emperyalist şirketler için kurutulmasıdır, yok edilen tarımındır, karakolda gördüğün işkencedir, askeri darbelerdir. Şovenizmdir, tüm Ortadoğu’yu saran işgaller, savaşlar, gerici-dinci faşist yönetimlerdir. Ülkeye akan ve aktıkça seni daha da yoksullaştıran ve hepsi de spekülasyonlara akan on milyarlarca dolar değerindeki yabancı yatırımlardır. Demokrasi, bağımsızlık, özgürlük ve barış ancak anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele ile kazanılabilir. (AHMET KAPLAN - SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] https://aktuerdunyasi.wordpress.com/2016/05/10/turk-sigorta-sektorunde-sermaye-yapisi/
[2] https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/bankalarda-yabanci-ruzgari-esiyor-6010445
[3] https://artigercek.com/haberler/birlik-yerine-solun-curumuslugunu-nasil-asacagimizi-
tartismaliyiz-1 Sayın Uyan’ın röportajının başlığı solun çürümüşlüğünü nasıl aşacağımızı tartışmalıyız şeklinde. Solun çürümüşlüğü 1980’lerin başında ideolojinin çürümesi, liberalleşmesi, yozlaşması şeklinde başlamıştı. Vardığı nokta ise solun bölgede Irak, Libya, Suriye başta olmak üzere birçok ülkeyi işgal eden, bombalayan milyonlarca insanı öldüren, on milyonlarcasını sürgün eden emperyalizmi görememek olmuştur.
[4] http://www.enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1373:alt-emperyalizm-ve-tuerkiye&catid=34:engin-erkiner. Engin Erkiner eskiden Mahir Çayan’ın görüşlerini oldukça dogmatik savunan bir sosyalist idi. Ama öyle sağ bir noktaya gelmiş ki, alt-emperyalizm tezini reddedenlerin “ABD karşıtlığı anlamında anti-emperyalizme bile varabileceğini” iddia ediyor. Ne diyim Allah kulunu bir kere şaşırtmasın!
[5] https://www.airporthaber.com/havacilik-haberleri/filipinler-atak-helikopterlerini-istiyor.html
Hiç yorum yok