Emniyet teşkilatından yandaş tüm STK’lara, ekonomi odalarından spor federasyonlarına kadar Saray ve AKP rejiminin hakimiyeti altındaki kurumların tüm gücünü ortaya koymasının nedeni demokrasiyi korumak değil, mevcut rejiminin devamına hizmet ederek kendi işleyişlerini de garanti altına almak...
Sivil ya da askeri fark etmeksizin her darbenin bir suç olduğunu, geçmişte tüm darbelerde mağdur edilen bu ülkenin onurlu insanları, yüzünü sola dönenler gayet iyi biliyor. Zaten bu insanlar yıllardır olduğu gibi bugün de darbeye karşı durmakta. Ancak bugün “demokrasi savunucusu” ilan edilen kesimlerin demokrasiyle uzaktan yakından alakaları olmadığı söylemleriyle ve eylemleriyle bir kez daha ortaya çıkıyor. Hiçbir suçu olmayan zorunlu askerleri tekbirlerle linç eden, idam isteriz diye bağıran, Ankara’da 10 Ekim Katliamı anıtını yıkan, Alevi mahallerine saldırmak isteyen, parklarda oturup kendi halinde alkol tüketenlere saldıran, Suriyelilere ait dükkanları yağmalayan bu güruhun demokrasi talebiyle ne alakası olabilir?
“Demokrasiye sahip çıkıyoruz” oyunu inandırıcı olmadığı gibi tehlikeli bir hal almaya başlıyor. Burada düşündürücü olan iktidarın ve ona yakın olan tüm mekanizmaların bir anda gösterdiği refleks ve bu refleksin bize gösterdikleridir. Emniyet teşkilatından yandaş tüm STK’lara, ekonomi odalarından spor federasyonlarına kadar Saray ve AKP rejiminin hakimiyeti altındaki kurumların refleksleri gerçekten demokrasiyi savunmak adına olsaydı yapılacak tek şey tebrik etmek olacaktı. Ancak biz böyle olmadığını biliyoruz. Bu yapıların tüm gücünü ortaya koymasının nedeni demokrasiyi korumak değil, mevcut rejiminin devamına hizmet ederek kendi işleyişlerini de garanti altına almak. Hemen hemen herkesin kafasında aynı soru var; bu darbe girişimi herhangi bir sol/sosyal demokrat ya da merkezde duran bir hükümete karşı yapılsaydı bugün demokrasi savunuculuğuna soyunan kitlenin tutumu ne olurdu?
TOBB’dan MÜSİAD ve TÜMSİAD’a kadar AKP’nin “Anadolu Aslanları” olarak kurguladığı tüm ticari ve ekonomik odaların koşulsuz bir şekilde mevcut rejime sahip çıkması suç ortaklığına ve sermaye hükümdarlığına sahip çıkmaktan başka bir şey değildir. Yaklaşık iki ay önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na hakaret boyutuna varan cümleler sarf eden TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun demokrasi adına nutuk atması samimi midir? En büyük başarısı “devlet büyükleriyle” fotoğraf çektirmek olan MÜSİAD ya da TÜMSİAD mensuplarından nitelikli bir demokrasi savunuculuğu beklenebilir mi? Saray etrafında şekillenen yapılardan Saray’ı savunmaktan başka bir şey beklemek en büyük yanılgı olacaktır. Bu yapılar kendi varlıklarını Saray ve AKP rejiminin onlara açtığı alanda kurmakta iken mevcut refleksleri kendi açılarından gayet anlaşılabilirdir.
Yaşanan bu gelişmeler bize sivil toplum kuruluşları etrafında tüm alanlara sirayet edebilmenin önemini gösteriyor. AKP’nin bizzat kurduğu, desteklediği, belirli alanları teslim ettiği STK’lar bugün en temel görevlerini yaparak kendilerini var eden güce sahip çıkıyor. Zaten bu kuruluşların var edilme amacı da bu değil mi? Öte yandan bu kuruluşların çağrı metinleri dikkatli incelendiğinde ilk saatlerde demokrasi adına yapılan çağrılar daha sonrasında “Cumhurbaşkanımıza ve hükümetimize sahip çıkıyoruz”a evrilmiş durumda.
Yani ilk başta örtük verilen mesaj daha sonra alenileştirilmiş şekilde sunuluyor.
AKP’nin kendisine yakın tüm sivil toplum kuruluşlarını “Milli İrade Platformu” etrafında bir araya getirmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Neredeyse her alanda faaliyette bulunan çeşitli kuruluşlardan oluşan platform son iki gündür özellikle Taksim Meydanı’nda bir araya gelen kitleleri mobilize etmekte önemli bir görev üstleniyor. Bu platformda çocuk tecavüzleri ile gündemde olan Ensar Vakfı’ndan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Osmanlıca dil eğitimi taşeronu Hayrat Vakfı’na kadar pek çok İslami vakıf ve kuruluş bulunmakta. Aynı zamanda hemşehri federasyonları, vakıfları ve dernekleri de insanları mobilize etmek konusunda çok iyi bir şekilde kullanıldı ve kullanılmaya devam ediliyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bunun insanların kendilerine yakın gördükleri hükümete sahip çıkmasını eleştirmek olmadığıdır. Meydanlarda gövde gösterisi yapanların sadece kendilerine ve iktidarlarının sürmesine sahip çıkmalarını demokrasi sosuyla sunmalarıdır. Bu çıkış demokrasi kavramını sadece konuşmalarını süslemek için kullananların yapaylığına karşıdır.
Biz ise şimdilik ölmedik ama yaşamıyoruz da
Bütün bunlar yaşanırken Türkiye siyasi tarihinin en karanlık döneminden geçtiğimizi kabul etmek maalesef yarınların daha karanlık olabileceği gerçeğini örtemiyor. Karamsarlık, umutsuzluk ve belirsizlik yıkılamadığı gibi her geçen gün daha da büyüyor. “Daha neler göreceğiz” dediğimiz, yaşamadan önce “Mümkün değil, burada olmaz” dediğimiz her şeyi televizyonlarda canlı yayınlarda izleyerek yaşar hale geldik. Apolitik bir söylem diye dalga geçilen “Türkiye Iraklaşıyor, Suriyeleşiyor” yaklaşımının en politik gerçeklik olarak hayatımızın merkezine yerleştiğini yaşıyoruz. Yaşadıklarımızı tek tek olaylar olarak düşündüğümüzde bile her insanın psikolojisini yıkıma uğratmaya yetecektir, oysa biz bunları istikrarlı bir şekilde yaşıyoruz ve daha da kötüsü bir çıkış yolu bulamıyoruz. Durumumuza dair en iyi özet galiba “Şimdilik ölmedik ama yaşamıyoruz da…” olacaktır.
Kamusal alanın tamamına hakim olmaya çalışan bir rejim ve onun kurumları karşısında kendimizi yalnız hissetsek de asla yılmamamız gerektiği en büyük kabulümüz. Bu kirli savaşın en temiz noktasında olan bizler tüm karanlığa inat önce kendi hayatlarımızdan başlayarak renkliliği ve onurlu bir hayatı kurmak için mücadele etmeliyiz. Yapmamız gereken ilk şey bu yaşananların hepimizi tek tek ele geçirmesine engel olmaktır.
Gericiliğin, lümpenliğin ve örgütlü kötülüğün bizi teslim almasına izin vermeyelim…
Son olarak;
“Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma hayyam…”
(EGEMEN ALDOĞAN - SENDİKA.ORG)
Sivil ya da askeri fark etmeksizin her darbenin bir suç olduğunu, geçmişte tüm darbelerde mağdur edilen bu ülkenin onurlu insanları, yüzünü sola dönenler gayet iyi biliyor. Zaten bu insanlar yıllardır olduğu gibi bugün de darbeye karşı durmakta. Ancak bugün “demokrasi savunucusu” ilan edilen kesimlerin demokrasiyle uzaktan yakından alakaları olmadığı söylemleriyle ve eylemleriyle bir kez daha ortaya çıkıyor. Hiçbir suçu olmayan zorunlu askerleri tekbirlerle linç eden, idam isteriz diye bağıran, Ankara’da 10 Ekim Katliamı anıtını yıkan, Alevi mahallerine saldırmak isteyen, parklarda oturup kendi halinde alkol tüketenlere saldıran, Suriyelilere ait dükkanları yağmalayan bu güruhun demokrasi talebiyle ne alakası olabilir?
“Demokrasiye sahip çıkıyoruz” oyunu inandırıcı olmadığı gibi tehlikeli bir hal almaya başlıyor. Burada düşündürücü olan iktidarın ve ona yakın olan tüm mekanizmaların bir anda gösterdiği refleks ve bu refleksin bize gösterdikleridir. Emniyet teşkilatından yandaş tüm STK’lara, ekonomi odalarından spor federasyonlarına kadar Saray ve AKP rejiminin hakimiyeti altındaki kurumların refleksleri gerçekten demokrasiyi savunmak adına olsaydı yapılacak tek şey tebrik etmek olacaktı. Ancak biz böyle olmadığını biliyoruz. Bu yapıların tüm gücünü ortaya koymasının nedeni demokrasiyi korumak değil, mevcut rejiminin devamına hizmet ederek kendi işleyişlerini de garanti altına almak. Hemen hemen herkesin kafasında aynı soru var; bu darbe girişimi herhangi bir sol/sosyal demokrat ya da merkezde duran bir hükümete karşı yapılsaydı bugün demokrasi savunuculuğuna soyunan kitlenin tutumu ne olurdu?
TOBB’dan MÜSİAD ve TÜMSİAD’a kadar AKP’nin “Anadolu Aslanları” olarak kurguladığı tüm ticari ve ekonomik odaların koşulsuz bir şekilde mevcut rejime sahip çıkması suç ortaklığına ve sermaye hükümdarlığına sahip çıkmaktan başka bir şey değildir. Yaklaşık iki ay önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na hakaret boyutuna varan cümleler sarf eden TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun demokrasi adına nutuk atması samimi midir? En büyük başarısı “devlet büyükleriyle” fotoğraf çektirmek olan MÜSİAD ya da TÜMSİAD mensuplarından nitelikli bir demokrasi savunuculuğu beklenebilir mi? Saray etrafında şekillenen yapılardan Saray’ı savunmaktan başka bir şey beklemek en büyük yanılgı olacaktır. Bu yapılar kendi varlıklarını Saray ve AKP rejiminin onlara açtığı alanda kurmakta iken mevcut refleksleri kendi açılarından gayet anlaşılabilirdir.
Yaşanan bu gelişmeler bize sivil toplum kuruluşları etrafında tüm alanlara sirayet edebilmenin önemini gösteriyor. AKP’nin bizzat kurduğu, desteklediği, belirli alanları teslim ettiği STK’lar bugün en temel görevlerini yaparak kendilerini var eden güce sahip çıkıyor. Zaten bu kuruluşların var edilme amacı da bu değil mi? Öte yandan bu kuruluşların çağrı metinleri dikkatli incelendiğinde ilk saatlerde demokrasi adına yapılan çağrılar daha sonrasında “Cumhurbaşkanımıza ve hükümetimize sahip çıkıyoruz”a evrilmiş durumda.
Yani ilk başta örtük verilen mesaj daha sonra alenileştirilmiş şekilde sunuluyor.
AKP’nin kendisine yakın tüm sivil toplum kuruluşlarını “Milli İrade Platformu” etrafında bir araya getirmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Neredeyse her alanda faaliyette bulunan çeşitli kuruluşlardan oluşan platform son iki gündür özellikle Taksim Meydanı’nda bir araya gelen kitleleri mobilize etmekte önemli bir görev üstleniyor. Bu platformda çocuk tecavüzleri ile gündemde olan Ensar Vakfı’ndan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Osmanlıca dil eğitimi taşeronu Hayrat Vakfı’na kadar pek çok İslami vakıf ve kuruluş bulunmakta. Aynı zamanda hemşehri federasyonları, vakıfları ve dernekleri de insanları mobilize etmek konusunda çok iyi bir şekilde kullanıldı ve kullanılmaya devam ediliyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bunun insanların kendilerine yakın gördükleri hükümete sahip çıkmasını eleştirmek olmadığıdır. Meydanlarda gövde gösterisi yapanların sadece kendilerine ve iktidarlarının sürmesine sahip çıkmalarını demokrasi sosuyla sunmalarıdır. Bu çıkış demokrasi kavramını sadece konuşmalarını süslemek için kullananların yapaylığına karşıdır.
Biz ise şimdilik ölmedik ama yaşamıyoruz da
Bütün bunlar yaşanırken Türkiye siyasi tarihinin en karanlık döneminden geçtiğimizi kabul etmek maalesef yarınların daha karanlık olabileceği gerçeğini örtemiyor. Karamsarlık, umutsuzluk ve belirsizlik yıkılamadığı gibi her geçen gün daha da büyüyor. “Daha neler göreceğiz” dediğimiz, yaşamadan önce “Mümkün değil, burada olmaz” dediğimiz her şeyi televizyonlarda canlı yayınlarda izleyerek yaşar hale geldik. Apolitik bir söylem diye dalga geçilen “Türkiye Iraklaşıyor, Suriyeleşiyor” yaklaşımının en politik gerçeklik olarak hayatımızın merkezine yerleştiğini yaşıyoruz. Yaşadıklarımızı tek tek olaylar olarak düşündüğümüzde bile her insanın psikolojisini yıkıma uğratmaya yetecektir, oysa biz bunları istikrarlı bir şekilde yaşıyoruz ve daha da kötüsü bir çıkış yolu bulamıyoruz. Durumumuza dair en iyi özet galiba “Şimdilik ölmedik ama yaşamıyoruz da…” olacaktır.
Kamusal alanın tamamına hakim olmaya çalışan bir rejim ve onun kurumları karşısında kendimizi yalnız hissetsek de asla yılmamamız gerektiği en büyük kabulümüz. Bu kirli savaşın en temiz noktasında olan bizler tüm karanlığa inat önce kendi hayatlarımızdan başlayarak renkliliği ve onurlu bir hayatı kurmak için mücadele etmeliyiz. Yapmamız gereken ilk şey bu yaşananların hepimizi tek tek ele geçirmesine engel olmaktır.
Gericiliğin, lümpenliğin ve örgütlü kötülüğün bizi teslim almasına izin vermeyelim…
Son olarak;
“Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma hayyam…”
(EGEMEN ALDOĞAN - SENDİKA.ORG)