Toplumsal varoluşunu 12 Eylül ve Fethullah Gülen’e, siyasal varlığını ise 28 Şubat ve yine Fethullah Gülen’e borçlu olan Recep Tayyip Erdoğan bir güneş gibi doğacaktı bizim garibanın şafağında. ABD’ye gidildi, tanışıldı, çeşitli güvenceler verildi. Hocası el verdi AKP iktidara geldi, iktidarı paralel paralel paylaştılar, mutlu günler başladı...


Köye traktör, İstanbul’a gecekondu hemen hemen eş zamanlıdır. Her ikisi de ilk gittiği yerde davul zurnayla karşılanmıştır. Köydeki işi traktöre kaptırdıktan, tarım yavaş yavaş geçimlik değil pazar için üretime yöneldiğinden, köyünden kopan aileler her şeylerini satıp nakite çevirdikten sonra son umut İstanbul’a yollanırlar(dı). Eğer parayı garlarda yollarını gözleyen kentin üç kağıtçılarına kaptırmazlarsa, dayıoğlunun evinin hemen yanındaki boş arsaya temeli atmak için kazmaya, çimentoya yatırırlardı. Köydeki 10 bin yıllık yaşantısından kopup, cebinde bu yaşantıdan arttırdığı 3 kuruşla İstanbul’a gelmiş olan bu gariban şimdi ki cafcaflı kulelerin temelini atmış, sermayesini koymuştur. İthal ikamesi imalatın emekçisi, kültürün tüketicisi olmuştur.

Ancak O, köyünden çıktıktan sonra paralar biriktirilmeye, makinalar çalışmaya, binalar yükselmeye, başlamıştır. Bir ponzi şeması gibi toprak ve emek rantı göçün devamıyla  birikiyor, her yeni gelen kentin eteğine yerleştikçe, merkezdeki binalar yükseliyor, değeri artıyordu. Bir zamanlar, çok da eski değil kentin eteklerinde arsa bedavadır (1989 yılında çalıştığım film şirketinin çaycısı sürekli beni uyarıyordu, “Murat abi gel sana da bir arsa çevirelim Tarabya üstünde.”) üstelik emeğe aç sermaye yardım etmekte, yer göstermektedir. Yeni kurulan köylerde, öyle dünyanın başka yerindeki gecekondular gibi tenekeden değil, betonarmedir. Yamaçlara saçılmış ve yuvarlana yuvarlana yerini bulmuş tohumlar gibi filizlenmişlerdi. O zaman gecekonduyu neden bir kentsel ve estetik sorun olarak düşündüğümüzü şimdi anlamıyorum. Bağla elektiriği, suyu, aç kanalizasyonu, vitalara da begonyaları ektin mi, cennet. Bu cennetlerin şimdi çok azı sağ kaldı. Bir örnek Küçük Armutlu olabilir.

Boş arsada yardım etmek için sadece sermayede beklemiyordu garibanı, Cumhuriyetin okullarında yetişmiş gençler de oradaydı. Yardım ediyor, akıl veriyor, yol gösteriyordu, dolandırıcılara karşı da aşı yapıyordu.

Yalnız bu aşı yapma meselesi biraz çığırından çıktı. Sermaye göçü karşılayan, ağırlayan ve el verenin aslında sosyalistler olduğunu dehşetle farkettiğinde çatışmalar başlamıştı bile. Sosyalizm ve Anadolu toprağından gelen İslam bir türlü uzlaşmışlar ve birlikte hareket etmeyi başarmışlardı.

1970’lerdeki seçimleri hatırlayan var mıdır bilmem? Önce kentlerdeki oylar sayılır, sosyal demokratlar heyecanlanırdı. Ancak yolu, suyu, elektiriği olmayan ama evliyası, şıhı, şeyhi bol olan kırsaldan gelen oyların sayımı yavaş yavaş akmaya başladığında memleketin kaderinin değişmemiş olduğunu bir kez daha anlardık. Göç ve onun yolunu bekleyen sosyalistler yavaş yavaş bu dinamiği değiştirdi.

12 Eylül 1980 darbesi tam da bu değişimi hedeflemişti. Ecevit’in en güvendiği general -kendi elleriyle seçmişti YAŞ’ta-, CIA ile işbirliği içinde, ABD’nin desteği, NATO’nun iteklemesi ile Türkiye’nin kaderini değiştirecek, daha doğrusu kadersiz hale getirecek darbeyi gerçekleştirdi. Sabah kalktığımda yaz tatilini geçirmek için geldiğim, doğduğum kasabada bir tane arkadaşım kalmamıştı, darbe hepsini Erzurum’un zindanlarına çoktan sürüklemişti. Türkiye’de ‘ortanın solu’ %48’den döndü.

Şairler Devrimi askerlerin postalları altında ezildi.

Şairler ve şiir ortadan kaybedildikten sonra kentlerde göçü karşılamak için yeni bir yapılanma gerekliydi. İşte ben Fethullah Gülen’in adını ilk defa bu zamanlarda duydum. Kasetleri Eminönü’nde satılıyordu, Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses’in kasetleriyle yan yana. Kim öldüyse, o zamandan beri ağlıyor Fethullah Gülen.

Zindanlara atılan şairler yerine artık bu hoca CIA darbesinin göçü asimile eden eli olacak ve elindeki yeni, içerikten yoksun İslam’la bizim garibanı karşılıyacaktı. Garlardaki üçkağıtçının yerini, varoşlardaki cemaatler almıştı. Kendisinin de dediği gibi “Darbe Allah’ın bir lütfu gibiydi” (“Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz”, “Kenan Evren cennete girebilir.”)

Kenan Evren elinde Kur’an orada burada halka konuşmalar yaparken cemaatler pıtrak gibi çoğaldı. Cemaatlerin giremediği birkaç mahalle de vardı, Alevi nüfusun yoğun olduğu mahalleler. Bu mahalleler darbeye karşı direnişi sürdürdü. Askerin eksik bıraktığını polis tamamladı. Şairlerin kardeşleri sokak ortalarında ikişer üçer öldürüldü.

Garibana manevi içeriğinden tamamen boşalmış, her yaşantıda bir günah, her taşın altında bir cin bulan, kısacası insanın aklını başından alan bir İslam, işbirlikçi sermayenin payına ise talan edilecek koskoca bir ülke düşmüştü. Talan başladı, hala da Moğol yağması gibi devam ediyor. Garibansa aklını ve bedenini birbirinin düşman hale getiren bu yeni İslam’a bu yeni çatışmaya harcıyordu bütün enerjisini. Kadın yasaktı, genç bir kızın elini tutmak, gülümsemek, kırlarda dolaşmak, kentin eteklerindeki bir kır gazinosunda Ayhan’la Belgin gibi, göz göze çay içmek, şiir, sosyalizm vs. hepsi yasaktı. Gem vurulmuş, sakatlanmış hormonlar cennetinin, gemi azıya almış sapık düşleri için, ölümden sonrasına saklamalıydı kendisini.

Dünyalar bölüşülmüştü, garibana öte dünya, sermayenin payına ise bu dünya düştü. Garibanı liberal miberal, darbesiz marbesiz soyuyorduk artık. O da dua ederek bekliyordu ölümden sonra gelecek güzel günleri. Cennete giden kestirmeler de yok değildi. Kulelerden düşmek, kazanların içinde patlamak, 19’unda, bilmediğin bir köyün topraklarında, çiçeğini koklamadığın bir dağın yamacında ‘şehit düşmek’, kolunu dişlilere kaptırmak, sermayenin ateşi için yerin dibini kazarken kendi mezarını kazmak…

Bunlar da güzel günleriydi garibanın. Henüz iktisadın olduğu, liberalin içinden neokon şeytanın daha çıkmadığı günler. Oysa bitmeyecek savaş başlamak üzereydi.

Bir süre bu yeni CIA-FETÖ İslamı eski sağa payanda oldu. Pek farkında değildik ama ülkede artık iki İslam vardı, deyim yerindeyse altyapı değişmiş ama henüz üstyapı değişmemişti. Erbakan’ın 80 öncesinden taşıdığı az biraz anti-emperyalizm bulaşmış, henüz mizah duygusunu kaybetmemiş olanla, CIA-FETÖ’nün gözüyaşlı, eli kanlı İslam’ı.

Sonrasına hemen hemen hepimiz tanık olduk. Post-modern darbeyle siyasal İslam’ın içinden anti-emperyalizm, mizah temizlendi. Borsa ve Parlemento darbesiyle ulusalcı demokrat faşizm ortadan kaldırıldı.

Anladık ki darbeler için artık asker postallarına gerek kalmamıştı. Borsa vardı, dolar kuru vardı, medya vardı, meclis vardı. Tıpkı bir cin gibi darbe her taşın altından, her kuytudan birdenbire üstümüze atılabilirdi. Kısacası darbe manyağı olmuştuk.

Bu kadar darbeden sonra şöyle kafamızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda geriye kala kala Fethullah ve Erdoğan kalmıştı. Tekkeyi bekleyenin çorbayı içme zamanı gelmişti. Biliyordu darbe sırasının kendisine geleceğini bir halk hareketi, bir medya operasyonu gibi. Fethullah abisi her şeyi ayarlamıştı, İBB sağolsun çanakta para da birikmişti. Toplumsal varoluşunu 12 Eylül ve Fethullah Gülen’e, siyasal varlığını ise 28 Şubat ve yine Fethullah Gülen’e borçlu olan Recep Tayyip Erdoğan bir güneş gibi doğacaktı bizim garibanın şafağında. ABD’ye gidildi, tanışıldı, çeşitli güvenceler verildi. Yetmedi, ABD elçiliğine gidildi, tekrar gidildi. Elçiyle konuşuldu, ataşe ile konuşuldu. Elçiliğin karşısındaki otele yerleşildi, beklendi, kavasla konuşuldu, sabredildi. Sabrın sonu da selamet oldu. Hocası el verdi AKP iktidara gelidi, iktidarı paralel paralel paylaştılar, mutlu günler başladı.

Ne güzel günlerdi onlar. AB’ye girdik gireceğiz mış gibiydi. Liberaller, liberal gazetelerde, liberal makaleler yazıyor, liberalliğin gereği olarak bütün darbeleri liberalleştiriyor, lanetliyorlardı. Demokrasi de ha geldi ha gelecekmiş gibiydi, yetmiyor, biraz az geliyordu ama evet geliyordu sanki.

Bizim gariban büyülenmiş, bir gölge oyunu gibi izliyordu bu tartışmaları, bir yandan da cebi boşaltılıyordu. Köyden getirdiği para garda bekleyen değil, Meclis’e çökmüş dolandırıcılar tarafından çoktan yenmiş bitirilmişti. Ne gam, borç garibanın kamçısıydı. Onun adına kredilere imzalar atılıyor, hiç uçmayacağı uçakların hiç konmayacağı havaalanları, hiç geçmeyeceği duble yollar, köprüler inşa ediliyordu. Hep bizim garibanın parasıyla. Ama sıra ona da gelecekti, 2023 olmadı 2071, olmadı üç vakte kadar hele bir darbeler temizlensindi.

FETÖ hocamız yargıydı, basındı, orduydu, milli eğitim, işe almalardı, işten çıkarmalardı günlük işlerine bakarken, liberaller ironili, referanslı yazılar yazarken, yeryüzünde bulamadığımız cenneti reklamlarda buluyorken, Erdoğan’da sadece egosunu şişirmiyordu. Sanki biraz da canı sıkılıyordu.

Tam sıra bizim garibana gelmiş, atlayıp arabasına köprilerden geçecek, duble yolları katedecekken, o da ne? Nereyi kazsan, hangi taşı devirsen altından darbe çıkmaya başlamıştı. Öyle bir darbe planlanmış gibi görünüyordu ki bizim gariban için, askeri cephaneliklerdeki silahlar yetmeyeceği için her yere silah gömmüştü TSK. Birdenbire çarşaf çarşaf darbe planları yayınlanmaya başladı Fetördoğan’ın gazetelerinde. Seç beğen artık.

Şimdi artık hangisinin, darbenin mi, karşı darbenin mi, gerçek darbe olduğunu bilmediğimiz zamanlara gelmiştik. Fetördoğan medya ve yargı darbesi yapıp yaklaşmakta olan Suriye savaşına orduyu mu hazırlıyordu? Yoksa ‘laik albaylar’ın CIA’ye haber vermediği ama gazetecileri bilgilendirdiği darbe planları mı açığa çıkmıştı? Darbe darbe üstüneydi, sivili, askerisi, medyacısı, STK’sı, politiği, herkes, her şey bir darbeydi artık bizim garibanın aklına. Anlaşıldı ki ömür biter, darbe bitmezdi, toprağı sıksan darbe fışkıran ülkemizde. Düşünün artık Gezi bile bir darbeydi.

Darbesiz gariban, parasını bastırdığı, temelini kazdığı, vincinden düşüp öldüğü sermayenin kuleleri yükselirken darbeli dehşete, oradan da darbeli korkulara kapılmıştı. Darbeler önce cin, sonra musallat olmuştu başına.

İşte bu yüzden son darbe çok ağır geldi ona. Ne olduysa, Fetördoğan mitoz bölünmeyle ikiye yarılmış, darbelerin yavruları birbirine karşı darbe yapmaya koyulmuştu. Bizim gariban attı kendini sokaklara tankları paletlerinden, jetleri kanatlarından yakalamak için. Artık kendisi de bir darbe olmuş, idam sehpaları kurmak, ‘en büyük asker bizim asker’ sloganlarıyla askere gönderdiği oğlunu köprüde, öğretmen okuluna gönderdiği kızını okul bahçesinde asmak istiyordu. Bir yandan da umut dolu bir çabayla bir darbe yavrusunun kapısında aman ona bir darbe gelmesin diye nöbet tutuyordu.

Darbelerin sonuna gelmedik ama ülkenin sonuna geldik gibi duruyor. İktidar mekaniğini aslında hiç anlamamış gibi görünen Erdoğan’ın yıkma-kırma-dökme gücü hala var ama yapı kurmaya gücü ve aklı yok. Kötü bir şaka gibi elinde testere, sürekli üzerine çıktığı ağacın dallarını kesiyor. Kesip attığı her dalla iktidarı daha da çıplaklaşıyor, yalnızlaşıyor. Meydanlarda kamera açılarıyla çoğaltılmaya çalışılan ama gittikçe seyrelen kitlelerin arkasına saklanıp kendini iyi sıhhatte olsunlardan korumaya, tıpkı çöküş döneminin Osmanlısı gibi kurtlar sofrasında eski kanlılarından olmadık dostlar üretmeye çalışıyor. Dün düşürdüğü uçağa binmeye, evvelsi gün katlettiği halkın gözüne girmeye çalışıyor. Batı’dan kurtulayım derken bin beterinin, Doğu’nun…

Eyyy Sevgili gariban, bekle! Bekleme demiyoruz Saray kapılarında, kardeşlerinin katledildiği meydanlarda, bekle biraz daha ama akşam çok geç olmadan evine dön artık. Ne işin olur senin Saray’da yaşayıp, kilosu 4 bin TL’lik beyaz çay içen, altın klozete sıçanlarla. Bizim şair sana tavşan kanı Rize çayı demlesin, iki şiirle yıksın tüm saltanatları. Sen de bil artık dostunu, düşmanını, seninle kazma, kürek tutanı. (MURAT KARADENİZ - SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski