Asgari yaşam standartlarının altına düşmüş geniş yığınların, işsiz ve çaresizce yoksul milyonların, iflas eden esnafın ve bir dizi yanlış tercihin bedeli sonucu olarak ülkemizde kök salan Pandeminin ağır sonuçlarının can yakıp öfke biriktiren gerçekliğinin gölgelenmesi ve biriken öfkenin “sahte” hedeflere yönlendirilmesi isteniyor. Öfkenin yöneldiği alanlarda da Erdoğanist bir İslam ve Erdoğanist bir “cinsellik rejiminin” toplumsallaşmasına hizmet edilecektir. Halkın öfkesinin, çürütülüp çöpleştirilerek zararsız hale getirildiği, hatta başka halk güçlerine yöneltilerek kendisine vurduğu bir çıkmaza sokularak tüketilmek istendiği açık değil mi?
Kendi içlerinde farklı çıkarlara sahip çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olsalar da hepsine birden “İktidar Koalisyonu” diyebileceğimiz ve Erdoğan/Saray önderliğindeki bir alanda ortaklaşan siyasal güçler, başta ekonomi ve devlet alanında yaşananlar olmak üzere çok yönlü kriz dinamiklerinin belirlediği bir kaotik ortamda hareket ediyor.
Koalisyon güçleri, hem farklı tarihselliklerin içinde oluşmuş yapısal farklılıkları tarafından belirlenerek sürekli birbirleriyle didişiyor hem de krizdeki devleti yeniden ama kendi çıkarlarını gözeterek örgütlemeye çalışıyorlar.
Asabiyeti ve iç dengeleri farklı saiklerle harekete geçen siyasal ve toplumsal süreçler tarafından sürekli zorlanan ve zaten kısmen dağılan devlet, kendisini artık “bütünsel” değil ancak “parçalı” halde gösterebiliyor. Devletin “bekası” açısından bu “parçalı” duruşun hızla aşılması gerekiyor; ama nasıl?
Evet, farkında olmamaları imkânsız, koalisyon güçlerinin üstünde konumlandıkları zemindeki çatlaklar hepsinin varlığını tehlikeye düşürüyor ve bir biçimde elbirliği yapıp devleti onarıp yeniden örgütlemeleri gerekiyor. Zaten hepsinin devletin bütünsel kimliğini yeniden sağlama konusunda net oldukları, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle davrandıklarını görüyoruz.
Ama hem iktidar koalisyonunun içinde hem de resmi muhalefetteki farklı güçlerin, aynı zamanda, şimdiki kaotik ortamı kendi tikel konumlanmalarını devletin tümüne hâkim kılma fırsatı olarak görüp kendi ihtiyaçlarını özellikle gözettiklerini de görüyoruz.
Öyle ya, devletin acilen yeniden örgütlenmesi gerekiyor da hangi zeminde ve nasıl?
Böylesi geçiş dönemlerinde iradenin rolünün arttığı herkesçe bilindiği için, devletin yeniden örgütlenmesinde kolayca ortaklaşan egemen fraksiyonlar, yeniden örgütlenme sürecini, aynı zamanda onun niteliği konusunda kendi tikel yönelimlerini hâkim kılma imkanı olarak da görüyorlar.
Dolayısıyla kaçınılmaz olarak çelişkili ve hatta birbirini çelen tutumlar ortaya çıkıyor.
Henüz herhangi bir güç kendi hakimiyetinde bir konumlanmayı inşa edip diğerlerine kabul ettirmeyi de beceremedi.
Bu durum, kendi etrafında dönüp kuyruğunu ısıran yılan misali, aşılması hedeflenen “parçalı” durumun sürekli yeniden üretildiği bir çıkmazda sıkışıp kalma durumunu belirliyor.
Ya da, şayet bir “bütünlük” oluşacaksa, öyle anlaşılıyor ki, o da ancak “devleti çete haline dönüştürerek” sağlanabilecek: Çok “dar” bir zeminde konumlanarak, “toplumsal meşruiyet” yokluğunda, “hukuka” dayanmadan, “olağanüstü hal” durumunu ve “devlet şiddetini” hatta “savaş halini” süreklileştirmek pahasına!
İktidar ve muhalefet
Koalisyon, yaşanan çok yönlü krizin sisteme yüklediği zorluklara karşı tek çözüm gücünün kendi iktidarları olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın elbette “haklı” yönleri var. Gerçekten de sermaye düzeni sürekliliğini bir müddettir Erdoğan’ın özel katkısıyla sürdürebiliyor.
Ancak, halkın Gezi’de kendisine “Yeter, çekil!” dediği tarihsel momentte çekilmeyi kabullenmeyen Erdoğan’ın tam tersi yöndeki kendisini kalıcılaştırma zorlamaları, devlet gücünün hukuksuz-keyfi uygulamalarıyla desteklenerek sürüp gidiyor. Kendi yolunda “başarı” kazanıp ilerleyebildikçe, tam tersi yönde işleyen kendisini “boğucu” süreçleri de harekete geçirip-güçlendiren bu “Amok koşusu”, günümüzde sadece iktidarı değil ülkeyi de felakete sürükleyen bir yapı kazandı.
Geldiğimiz noktada, her türlü “tehlikeli” eşiklerin aşıldığını, hukuksuzluk ve keyfiliğin egemen olduğunu görüyoruz. Erdoğan, çözmesi gereken basit sorunlara bile cevap üretemeyen bir kapasite düşüklüğü ve beceriksizlik içinde çırpınırken, “içerde” ve “dışarda” cüretini arttıran bir “sergüzeşt” gibi davranarak mevcut krizleri büsbütün içinden çıkılmaz hale sokuyor. Hatta, şimdi ilerlenen yolda ısrar edilirse, küresel sermayenin yatırımlarını koruma amaçlı “dış” müdahalelerin önünün açılacağını saptayabiliriz.
Artık ortada iki hukuk sistemi var: İlki, trafik cezası, evlenme-boşanma, icra-iflas gibi günlük basit anlaşmazlıkların çözüldüğü herkesin bildiği “açık-normal” hukuk; ikincisi ise, “kim” tarafından yazıldığı, “nerede” olduğu hatta “ne” olduğu bile bilinmeyen ama Erdoğan öncülüğünde devletin ve toplumun temel sorunlarında uygulanan “gizli” hukuk! Üstelik, kaotik ortam süreklileştikçe ikincisinin alanı gittikçe büyüyor ve artık günlük basit sorunların çözümünde bile fiilen “geçerli” olduğu bir yaygınlık kazanıyor.
Ayrıca, sadece Erdoğan değil koalisyonun bütün güçleri, kendi aralarındaki güç dengelerinin sağladığı imkanlar oranında kendi “gizli” hukukunu uyguluyor, ama elbette bu konuda kimse Reis’in eline su dökemez!
Aslına bakılırsa pek de gizli olmayan çıplak çıkarların açgözlüce ülkeye dayatıldığı bir fiili durum söz konusudur. Hem ülke olağanüstü zorluklarla zorlandığı bir kaotik ortama sokuluyor hem de kendilerinin sorumlu olduğu bu “olağanüstü hal” gerekçe gösterilerek “gizli” bir hukukun uygulanması meşrulaştırılmaya çabalanıyor.
İşler öylesine çığrından çıkıyor-çıkarılıyor ki, böylece, kendi yarattıkları çıkmazın ancak aynı yolda daha da ileri gidilerek çözülebileceği ve böylesi bir ilerlemeyi de ancak kendilerinin yapabileceği iddiasını dayatarak iktidarlarını süreklileştirmeye çalışıyorlar. O çok sözü edilen “beka” öyle bir köşeye sıkıştırıldı ki, kendilerinin bekasıyla sistemin ve devletin bekasının birbirine kopmaz bağlarla bağlandığı bir “olağanüstü” yapıyı ya da “ucubeyi”, sanki “kaçınılmaz” bir durummuş gibi herkese dayatıyorlar.
O arada, bütün bu üst üste bindirilen “olağanüstü durumlar” üzerinden ve onların ortalığı toz dumana boğmasından faydalanan koalisyon içi güçlerin, aslında neredeyse tümüyle ellerinde olan devlete yine de güvenmeyerek, başta Erdoğan/Saray olmak üzere, sırf kendilerinin kontrollerinde olan “paralel devletçikler” kurduklarını görüyoruz. Koalisyon güçlerinin birbirlerine olan güvensizliklerinin ürünü olan bu “parçalı güç alanları”, aşmaya çalıştıkları “devlet krizini” yeniden üreten en önemli dinamiklerden birisi oluyor.
Bu güçlerin karşısında konumlanan “Restorasyoncu” muhalefet ise, sözümona muhalefet yapıyor olsa da, devlet krizinin ve ekonomik krizin sistemi zorladığı günümüz koşullarında, “olağanüstü” koşullarla zorlanan sistemin ve devletin “yüksek çıkarlarını” gözeten bir özel “sorumlu tutum” tarafından “inmelendirilmiş” durumdalar. Bu tutum onları da sonuç alamayan kısır bir konumlanma içinde tutuyor.
Öte yandan, restorasyoncu güçler, aynı zamanda ve gene “sorumlu tutum” gereği, iktidara muhalefet ederken, çok yönlü krizin oluşturduğu kaotik ortamda nesnel olarak oluşup güç biriktiren ve çıkış arayışı içinde olan olası bir halkçı-demokratik seçeneğin önünü açıp güçlendirmemeye çok özel dikkat gösteriyor.
Hatta öyle oluyor ki, sırf bu çok yönlü gerici “sorumluluklar” gereği, Erdoğan ne zaman sarsılıp dengesini kaybetse düşmemesi için telaşla koşturup destek veriyorlar.
Evet, “Restorasyoncu” güçler elbette Erdoğan düşsün istiyorlar, lakin “aman dikkat!” bu düşüş zaten krizdeki devletin yüklendiği riskleri fazla zorlamasın ve “sakın ha sakın” halkın inisiyatifini arttırmasın! Restorasyoncu muhalefetin siyasal zemini, somut-tarihsel koşullar üzerinden kendisine yüklenen gerici “hassasiyetlerin” özellikleri tarafından belirlenerek “faşizmden kopuşamayan merkez sağ liberalizm” olarak gerçekleşiyor.
Başarabiliyorlar mı?
Peki, sürece iktidar alanı açısından bakarsak, istediklerini başarabiliyorlar mı?
Evet, kısmen başarabiliyorlar, ama kısmen de başaramıyorlar.
Evet, iktidarlarını bir biçimde sürdürebiliyorlar, ama iktidarda yerleşik-kalıcı ve güven verici bir “faşist” konumlanmaya kavuşamıyor ve hatta tersine, iktidara “her an tetikte” oldukları bir ayakta kalabilme konumunda ancak tutunabiliyorlar.
Ya “Restorasyoncu” muhalefet, o ne durumda?
“Restorasyoncu” güçler hem Erdoğan’dan iktidarı kazasız-belasız alma hem de ama aynı süreç içinde halkın bağımsız-demokratik özlemlerinin içini boşaltarak yeniden sisteme içermeyi başarabiliyorlar mı?
Yüzeyden bakarsak, özellikle büyükşehir belediyelerini kazanmış olmanın kazandırdığı olanakları kullanarak yol alıyorlar ve normal bir seçim olursa kazanacakları anlaşılıyor.
Ancak, herkesinde bildiği gibi, iktidar güçleri, normal bir seçim yapmamaya veya bir biçimde seçim olursa onun oluş biçimini manipüle edebilecekleri bir “yasal” yapıya sokmaya ya da her şeye rağmen seçimleri kendileri kazanamazsa sonuçlarını geçersizleştirmeye oldukça kararlılar.
Bahçeli açıkça söyledi zaten, seçim sürecinde şeytana külahını ters giydireceklermiş!
Aynen öyle, onlar faşist bir kurumsallaşma süreci içinde ilerliyorlar ve bu sürecin kendi ihtiyaçlarını esas alan özgün bir rasyonalitesi var. Bu özgün rasyonalite içinde kendi iktidarlarının sürekliliği zorunlu ve ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. “Ya seçim sonuçları” mı dediniz, bir “çözümü” bulunur, yola devam edilir!
Çoktandır öyle değil mi; faşist kurumsallaşma sürecinin tıkandığı noktalarda farklı şiddet türleri devreye sokularak engeller aşılmaya çalışılıyor, engellerin gücü arttıkça kullanılan şiddetin gücü ve yayılımı sürekli arıyor. En son hiç gizlemeden yapılışıyla bile gelecekle ilgili bir “tehdit” anlamına gelen Mafia tahliyesi ya da sayısı ve yetkisi sürekli arttırılan bekçilik kurumu, başka şiddet türlerinin de daha sonra kullanılmak üzere hazırlandığını gösteriyor. Sınır ötesinde gittikçe daha geniş bir coğrafyaya yayılan savaş girişimleri de, başka kapasitelerinin yanı sıra aynı zamanda söz konusu şiddet odaklı özel sürecin çekirdek alanı içinde değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla, “faşist kurumsallaşma sürecinin kendisine özgü rasyonalitesine” gözlerini kapayan ve aslında olup biten birçok siyasal gelişmeye damgasını vuran bu gerçekliği görmemeyi “taktik” sanan restorasyoncu muhalefetin belediyeler üzerinden güncel kazanımları sadece yüzeyde tutunabiliyor. Ne yaptığını iyi bilen bir iktidarla, aslında zaten olmayan “hayali” bir hukuk üzerine gevezeliklerle “mücadele” ediyorlar!
Gerçek şu ki, resmi muhalefet, Erdoğan/Saray odaklı iktidar koalisyonunu kendi gücüyle iktidardan düşürecek kapasiteye sahip değil. Tam tersine, kendileri hangi niyeti taşırlarsa taşısınlar, olası seçim zaferi üzerinden yarattıkları sahte umutlarla “beklentiye soktukları” halkın muhalefetinin enerjisini düşürüp, bir süredir aslında ayakta kalmakta bile zorlanan iktidara zaman kazandırıyor, hatta önünü açıyorlar.
Hatta öyle anlaşılıyor ki, evet ortada olup bitenleri değerlendirmekte bir hata-yanılgı var, ama bu durum sadece bazı CHP’liler için geçerlidir. CHP genel merkezinde hakim olan ve Kılıçdaroğlu’nu da belirleyen güç alanı ne yaptığının tümüyle bilincinde ve Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni devlet düzeninin “gizli ortağı” olarak çalışıyor. Bu “gizli” tutumun sahipleri ve arkasındaki güç alanı, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni cumhuriyetin esasına karşı değil, sadece kimi biçimsel özellikleri ve başında kimin olacağı konusunda “muhalif!”
Restorasyoncu güçler, ancak demokratik halk muhalefeti 3. bir güç olarak bağımsız bir güç alanı oluşturup hedefine doğru ilerleyebildiği zamandır ki harekete geçeceklerdir. Böylece, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni sermaye düzeninin yeni “liberal” yüzü olarak halkçı muhalefeti pasifize edebilecekler!
İşte, yüzeyde kalmayan derin bir bakışla gelişmeleri yorumladığımızda, kurulan yeni sermaye düzeninde zaten iktidarla ortaklaşan restorasyoncular, ancak halkçı muhalefet belli eşikleri aşan bir güce ulaşarak düzen açısından risk doğuran bir seviyeye konumlanabilirse inisiyatif alacak, kurulan yeni düzene “yeni maskelerle” öncülük yapmak ve onu “farklı biçimlere sokarak” koruyabilmek için iktidar olmaya daha “hevesli” olacaktır.
Sonuç olarak, iktidar ve resmi muhalefeti olarak bütün sistem içi güçler, devletin şimdilerde neredeyse her an her yerde devrede olan şiddet gücünü arkalarına almalarına ve günlük toplumsal yaşamı neredeyse tümüyle kuşatarak sürekli “uyuşturucu masallar” anlatan bir medya ağıyla desteklenmelerine rağmen yeterince sağlam konumlanamıyor.
Sistemik kriz
Sistem güçlerinin “zayıf-güvenilmez” durumu, bir dizi küresel ve yerel ekonomik ve siyasi sebep tarafından belirleniyor.
Öncesinden başlayıp halen içinde olduğumuz Pandemi koşullarında iyice derinleşen kapitalizmin çok yönlü ve gittikçe derinleşen küresel krizi, ülkenin yerel koşullarının ürettiği özgün kriz dinamikleriyle ortaklaşınca, ortaya çıkan kaotik ortam, iktidarı ve muhalefetiyle bütün sistem güçlerini her yönden kuşatıp güçten düşürüyor. Yani, iktidar ve muhalefet açısından, sadece beceriksizlik ya da kapasite eksikliği veya güçsüzlük gibi aşılabilir zaaflar yok, bu zaafların hepsini belirleyip sürekli besleyen sistemik bir kriz gerçekliği içindeyiz.
Kapitalizmin yapısal işleyişinin üretip büyüttüğü ama çözme kapasitesinin olmadığı ekolojik krizin bir sonucu olan Pandeminin aniden vurduğu darbe, sistemin zaten içinde olduğu küresel ekonomik krizi hızla derinleştirdi.
Krizin en sert vurduğu yerlerden birisi olan ülkemizde, halkın çoğunluğu açısından asgari yaşam standartlarının altına düşen satın alma gücü, artan işsizlik ve yoksulluk, yayılıveren küçük esnaf iflaslarının birleşerek yarattığı çaresizlik, yalnızlık ve öfke, şöyle bir bakınca hiçbir umut vermeyen gelecekle ilgili beklentilerle ortaklaşarak, iktidar güçlerinin (ve aslında aynı ekonomi politikalarını savunan restorasyoncu muhalefetin) temellerini sorgulayan bir özel “halkçı-devrimci” süreci yaratıp güçlendiriyor.
Özel olarak da Erdoğan odaklı iktidarın meşruiyet alanının derinliği ve yayıldığı alan daralıyor. Daha doğrusu, öyle oluyor ki, günün küresel ve yerel koşullarının ürettiği özel bir “kuşatma”, iktidar alanını bütünüyle sarıp sarmalayarak, sürekli nüanse olup en ücra alanlara dek sızarak ve sürekli daha derinlere inerek kendisini var ediyor.
Kürt sorunu üzerinden yaşanan gelişmeler de, yarattığı yerel ve bölgesel açmazlarla iktidarı ve Kürtler söz konusu olunca iktidardan pek farkı olmayan muhalefetiyle bütün sistem güçlerini zayıflatıyor.
İktidar koalisyonu açısından gittikçe artan bir zayıflama netçe görülebiliyor.
Pasif ve aktif direnişler
Ancak, bütün bu gelişmelerin diğer sebeplerinin yanı sıra, devrimci-komünist bir tutumla özel bir vurgu yapıp parlatmamız gereken bir sebep daha var.
İktidar koalisyonunun rahatlıkla “zayıflık” olarak niteleyebileceğimiz güncel gerçekliğinin önemli bir sebebi, halkın içindeki ağırlıklı bir güç alanının, çoğunlukla “pasif” ama kimi zaman da “aktif” biçimlere bürünerek, ayakta kalabilmek için sürekli ilerlemesi gereken Erdoğan’ın önünü irili ufaklı engellerle kesmesidir. Yükselip alçalan dalgalar halinde ve farklı toplumsal güçler tarafından değişik biçimlere büründürülerek hiç bitmeden sürdürülen, sürdükçe de daha çok alan ve derinlik kazanan bu “engellemeler”, iktidarın “rahat-kalıcı” bir konumlanma inşa edebilmesine karşı sağlam bir “baraj” oluyor.
“Pasif” engeller; halkın, iktidarın estirdiği terör rüzgarından korkup sessiz kalsa da, neredeyse 24 saat bilincini esir almaya çalışan sistematik medya bombardımanına rağmen iktidara “onay” vermemesi, verdiği kadarını sürekli azaltması ve bu yolla iktidarın meşruiyet alanını sürekli daraltması biçimiyle kendisini gösteriyor.
Söz konusu “pasif” direniş sonucunda, yeterince onay alamadığı için meşruiyet alanı hızlanıp yavaşlayan bir tempoyla ama sürekli olarak zayıflayan iktidar, onca çabalamasına rağmen bir türlü aşamadığı bu “acı ve sert” gerçeklik tarafından sürekli baskılanıyor. Bu açmazdan çıkarak iktidarını sürdürebilmek için, iktidar güçleri sürekli daha fazla hukuksuz-keyfi tutumlara ve daha fazla devlet şiddetine yöneliyor. Gelin görün ki, bu saldırgan tutum da kendisini doğuran halkın pasif direnişini daha da geniş alana yaymaktan başka sonuç üretemiyor.
Güvenilir kamuoyu yoklamalarının sonuçları, vurguladığımız “pasif” direnişin gelişim seyrini ay ay sanki bir barometre gibi gösteriyor. Adeta halkla savaşarak iktidarlarını sürdüren iktidar koalisyonu, gücü ve etki alanı gittikçe daralan ve üstündeki örtülerin dökülmesiyle her gün biraz daha açığa çıkan bir “çeteleşme” kaderiyle yüzleşiyor.
İktidarın önderliğinde yürütülen ve muhalefetin de kimi farklılıklarıyla aslında “gizli” ortağı olduğu “devlet krizini şimdi dağınık-parçalı olan iç dengelerini yeniden kurmayı da içeren bir yolda devleti yeniden örgütleyerek aşma” süreci, öyle gelişiyor ki, onun kendisini gerçekleştirirken yaptığı hamlelerden oluşan somut-tarihsel hali “devletin yeniden örgütlenmesinin” özel bir “çeteleşme” yapısında olmasını belirliyor.
“Aktif” engeller ise, (bu yazının konusu dışında olan Kürt halkının özgürlük yolundaki kararlı hareketini bir yana bırakırsak), dağınık ve zayıf da olsa süreklileşen işçi direnişleri, ekolojik yıkıma karşı şehirler ve köylerdeki direnişler, özellikle de kadın kurtuluş hareketinin yaygın ve militan direnişlerinde…vd. kendisini gösteriyor.
İşte, tam da bu noktaya, faşizmin kurumsallaşma sürecine engeller koyan hatta kalıcılaştıkça giderek bir “baraj” sağlamlığına doğru ilerleyen halk gerçekliğine biraz daha dikkatli bakmalıyız.
2- Halkın barajı
Halkın barajı farklı yapı taşlarından oluşuyor.
İşçiler, düşen alım gücünün asgari yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale gelmesi, işyerlerinde çalışma süresi ve yoğunluğunun artması, iş güvenliği önlemlerinin olmaması ya da varsa da sonuç üretmeyen baştan savma düzenlemelerden öte gitmemesi, bütün sosyal haklarının budanması ve şimdilerde kıdem tazminatının tasfiyesi girişimlerinde görüldüğü gibi tümüyle tasfiye edilmesi yönelimleri ve siyasi örgütlenme bir yana sendikal örgütlenmenin bile devlet şiddetinin desteğiyle engellendiği cehennemi koşullarda üretim yapmaya zorlanıyor. Gelinen aşamada, işçiler yaşayabilmek için kendi acil ihtiyaçlarını kararlıca savunma zorunluluğuyla yüzleşiyor.
Değişik havzalarda yaşanan irili ufaklı direnişlerin varlığı, birleşip güç kazamama eksikliği taşısa da sınıfın öfkeli ve asgari ihtiyaçlarını savunmaya istekli olduğunu gösteriyor. Güç ve kararlılık eksikliği tarafından zayıflatılan direnişler, iktidarın saldırıları kıdem tazminatının gaspına kadar yükselince, ortak bir zeminde toplanarak ikna gücü kazanmaya zorlanıyor.
Pandemi, işçilerin kendilerini konumları ve ihtiyaçları ortak bir özel toplumsal kesim/sınıf olarak olarak görüp tanımasına özel bir ivme verdi. Başka herkes hastalıktan korunmak için evine kapanırken, işçiler sokakta ve üretimde olmak zorunda bırakıldı. İşini kaybederek günlük yaşamını sürdürememe korkusuyla her gün işine gitmek zorunda kalıp gün ışırken yola koyulan işçiler, kendisinin ve kendisiyle aynı kaderi paylaşanların toplumsal gerçekliği hakkında öyle ya da böyle özel bir bilinç kazandı!
Enformel sektör işçileri ise, sınıfın en kalabalık özel bir bölüğü olarak, zaten var olan zorlanmaların daha da derinleşmiş-sertleşmiş halleriyle iç içe bir cehennemi ortamda çalışmak zorunda. Ek bir “bonus” olarak da sağlık-emeklilik dahil hiçbir sosyal hakka sahip değiller!
Bu duruma şimdilerde sadece dağınık hak arama direnişleriyle cevap veriliyor olması, biriken öfkeyi gölgelememeli ve “patlama” olasılığını pratikte güçlendirme bilinciyle donanmış devrimci-komünist bir tutumla karşılanmalıdır.
İşsizlik ve yoksulluğun gittikçe derinleşerek kalıcılık kazanması, şehirlerin yoksul semtlerinde sıkıştırılıp çöpleşmeye zorlanan, kendisini yalnız ve çaresiz hissederek öfkesini biriktiren özel toplumsal güçler yarattı ve bu güçler sürekli genişliyor. İktidar çevrelerinin vurguncu zenginleşme tarzı ve görgüsüz şatafatlı yaşantısıyla öfkesi sürekli daha da bilenen işsiz-yoksul yığınların yaşamlarının merkezine neredeyse geri kalan her şeyi de kapsayacak bir güçle “ayakta kalıp-yaşayabilmek” ihtiyacı yerleşmiş durumda. Öfke ve yırtıcılık geri kalan her şeyi baskılayıp belirliyor ve akacakları kanal arıyor. Bu güçlerin sadece mevcut iktidardan değil, düzenin kendisinden de beklentileri tükeniyor.
Gezi isyanında özellikle öne çıkan işçi sınıfının kimi yeni bölükleri ise, kapitalizmin geliştiği oranda açığa çıkarttığı yapısal yıkıcılığına tepki olarak oluşan yeni anti-kapitalist hareketlerle kendilerini ifade ediyorlar. Bu konumlanma, sınıfın yeni bölüklerinin eski ayrıcalıklarının kaybolduğunu görüp kendisinin yeni durumunu kavraması ve sisteme karşı mücadelede kararlılık kazanmasının önünü açıyor. Beceri düzeylerinin yüksekliği üzerinden daha fazla ücret alıp sınıfın geri kalan bölüklerinden daha rahat yaşayabilen ve çoğunlukla “beyaz yakalı” olan bu işçiler, özellikle bilgi-işlem alanında çalışan kesimleri üzerinden sınıfın kavrama ve yönetme kapasitesini yükseltiyor. Sağlık, eğitim ve mühendislik alanında çalışanlar da aynı konumlanma içindeler.
İktidar koalisyonunun TTB, TBB ve TMMOB’ye yönelik saldırı hazırlığı tam da bu yeni gerçeklikten çıkıp geliyor. Ancak, öyle görünüyor ki, olası saldırılar sınıfın yeni bölükleri olan bu kesimlerin kendilerinin yeni-gerçekliğini, yani emeğiyle geçinen ücretliler olarak işçi sınıfının bir parçası olduklarını daha da derinden kavramalarını sağlayacak ve mücadele azimlerini yükseltecektir.
Aleviler, coğrafyamızın tarihsel derinliğinden çıkıp gelen ve eşitlikçi-özgürlükçü dinamiklerle yüklü olan bir inanç topluluğu olarak, günümüzün kapitalizm koşulları tarafından belirlenen özgün biçimlere bürünen laik, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü tutumlarla kendilerini var ediyorlar. Ülkedeki hiçbir halkçı-demokratik hatta komünist toplumsal ve siyasal güç yok ki bir biçimde Alevi halkı tarafından beslenmemiş olsun!
Faşist sürecin kendisine “örtü” olarak ürettiği özel bir İslam yorumu olan Erdoğanist İslam’ın kendi mutlak ideolojik egemenliği için ezerek asimile etmeyi ya da sürgüne zorlamayı hedeflediği Aleviler, halkçı direnişin en sağlam toplumsal güçlerinden birisidir. Faşizmin kendi toplumsal güç alanını konsolide edebilmek için yeni Alevi katliamlarını düzenleyebileceğini geçmişte yaşananların içinde pişip olgunlaşmış bilinçleriyle sezip kavrayan Aleviler, kitle tabanı olmalarına rağmen kendilerini yalnız bırakan CHP’den kopuşma arayışı içindeler.
Kadınlar, evet özellikle kadınlar, onları neredeyse nefes alıp vermelerini bile gözleyerek kuşatıp eve hapsetmek isteyen, sokakta ve evde taciz, tecavüz ve cinayetle diz çöktürüp köleleşmeye zorlayan iktidarın politikalarına karşı biriktirdikleri öfkeyi bir volkan gibi patlayarak gösterdi. Gezi’nin var olmasında ve sonra gün be gün yaşayabilmesinde özel ağırlık taşıyan kadınlar, günümüze kadar sürüp gelen eylemlilikleri ve güçlerini birleştirebilme becerileriyle de bütün halk güçlerine örnek oluyor, öncülük yapıyorlar. Erkek egemenliğinin en açık halini benimseyip savunan ve üstelik kadınları köleleştirme arzularını Erdoğanist bir dinin söylemleriyle kutsal-dokunulmaz hale sokmaya çalışan iktidar, tam tersi yönde hareket eden bir özel toplumsal süreç tarafından, öfkeli ama daha fazlasıyla bilinçli, özgürlükçü ve militan bir kadın hareketi tarafından kuşatılıp zorlanıyor.
Neoliberal dönemde sermayenin daha “rahat” hareket etme imkanını yakalaması, doğaya yönelik saldırganlık düzeyini hızla yükseltmesi sonucunu yarattı. Elindeki üretim araçlarının gelişkinlik düzeyindeki artmayla da birleşen sermayenin saldırganlık düzeyindeki yükseliş, doğanın ekolojik dengelerini bozan bir güce ulaştı. Bu özel “bozulma”, doğadaki canlı (ve elbette doğal olarak insani) yaşam gerçekliğini yok etme tehlikesini barındırıyor. Bu bir “korku filmi” değil, adım adım kendisini oluşturan somut-tarihsel bir maddi gerçeklik ve yaşadığımız günlerdeki Pandemi olabilecek olanların sadece “uvertürü” olarak görülmelidir. Evet, bozulmanın ulaştığı düzey artık görmek istemeyenlere bile kendisini gösterdiği bir aşamaya ulaşmış durumda.
Sermayenin esas olarak kendisini büyütmeye odaklanmış yapısal gerçekliği, doğrudan kendi hareketinin yarattığı ekolojik yıkımı önlemeye kapalı ve hatta tersine yıkımı daha da büyütmeye yazgılı. Zaten, bu gerçeklik, kapitalizmin ufukta gözüken ve geçen her on yılda gittikçe belirginleşen “yapısal sınırlarının” en önemli oluşturucu ögelerinden!
İşte, doğanın yıkımı yayılım ve derinliğiyle arttıkça, bu yıkımın doğrudan yaşandığı kırlardaki yaşam alanlarında yaşayanlar veya dolaylı sonuçlarıyla gittikçe artan oranda yüzleşen şehir sakinleri “yaşama hakkı” zemininde yükselen irili-ufaklı direnişlerle kendilerini ifade ediyorlar. İktidarın hiçbir sınır tanımayan bir arsızlıkla doğanın yağmalanmasına hız vermesi, tepkileri yoğunlaştırıyor. Hazineyi yağmalayarak boşaltan, üstelik ödenmesi gerek borçlar ve askeri maceraların gereksinimleri üzerinden meteliğe muhtaç duruma düşen iktidarın doğanın yıkımına kendi çıkmazından çıkış için tereddütsüz daha da hız vereceği ve “yaşama hakkını” savunanların direnişlerinin de hem daha yayılacağı hem de kalıcılık kazanacağı açıktır.
Zaten hep var olan ama Gezi’de yaşadıklarıyla kimi eski “gerici” tutumlarından kopuşarak daha yüksek bir zemine sıçrayan” Halkçı Kemalistler” diyebileceğimiz bir toplumsal güç alanı, laik-cumhuriyetçi hassasiyetleri tarafından belirlenerek iktidar alanının tam karşısında kararlı biçimde konumlanıyorlar. Gezi’de içinde nefes alıp verdiği “halkçı-demokrat-özgürlükçü” tutumlarla eğitilen bu güçler, geçmişte çok güvendikleri Ordu kurumunda yaşanan sefilce çözülmenin de ön açmasıyla, inandıkları değerleri kendi güçleriyle savunma konumuna yerleşti. Eskisinden farklı bir yapıda, bütün etnik kimliklere ve inançlara saygılı bir laiklik ve cumhuriyetçilik yolunda ilerliyorlar.[1]
Gençler, içine doğdukları despotik düzeni faşist bir kurumlaşmayla daha yoğun ve daha sert olacağı bir yeni siyasal düzene doğru sürükleyen iktidarı, tam tersi yönde özgürlüğe yönelen kararlı bir iradeyle sarsıp zorladılar. 12 Eylül darbesinden beridir apolitikleşme yönünde itelenen ve aslında neredeyse herkesin de “bunlardan bir şey olmaz” dediği bir dönemde gençler ayağa kalktı, kendisine saygı gösterilmesi, kendisinin yaşayacağı geleceğin egemenlerin günlük ihtiyaçları doğrultusunda bugünden tüketilmemesi ve “Özgürlük!” talepleriyle kendisini ifade etti.
Kendisine ait olan geleceğin bugünden yok edilmesine isyandan meşru ne olabilir ve özgürlük isteyen gençleri kim durdurabilir? Gezi’de ok yaydan çıktı, kimi zaman hızını kesse de kendi ihtiyaçlarını fark etme, özgürlüğe doğru yürüme ve kendisine kulluğu dayatan iktidarla uzlaşmama gençliğin yapısal bir özelliği halinde.
Bu özel toplumsal güçler, Erdoğan odaklı iktidar alanının istediği yönde ve hızda ilerlemesine direnç gösteriyor; üstelik, sadece orada kalmayıp, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaptıkları birçok hamlenin kendiliğinden oluşturduğu bir özel bileşkenin ivmelendirdiği özel bir duruş ve hareketi oluşturuyor. Henüz flu halde olsa da söz konusu bileşke, egemenlere ait siyasal ve toplumsal güç alanlarından bağımsız ve halkçı bir demokratik zeminin oluşması ve kendi hedeflerine doğru hareketinin güncel zeminini oluşturuyor.
Gezi ve sonrasındaki iniş çıkışlar
Erdoğan diktatörlüğünü inşa ederken kendi değerlerinden olan özel bir biyo-politik rejimini dayattı-dayatıyor. Bu dayatma, farklı toplumsal güç alanlarının tarihsel kazanımlarına ve güncel yaşam alanlarına-alışkanlıklarına karşı irili ufaklı ama sürekli hamleler yaparak yol aldı.
Gelin görün ki ilerlediği yola serpilmiş bazı “pürüzler” vardı. Alan boş değildi ve orada-burada yaşanan irili ufaklı ama sürekli hamlelerle kendilerini savunan bazı özel halk güçleri, diktatörlüğün inşasının hedefine doğru ilerlemesini yavaşlattı, dengesini bozdu ve asabiyetinde kimi çözülmeler yaratabildi.
Gezi’de aniden oluşan bir “büyülü” anda ortaklaşarak bir volkana dönüşen yukarıda vurguladığımız bu güçler, daha ilk andan başlayarak Erdoğan’ın hayallerini gölgeledi. İsyan, hem Erdoğan-Gülen ittifakını parçaladı hem de Erdoğan’ın iktidar yürüyüşünün ana güç kaynağı olan AKP’nin asabiyetini ve iç dengelerini bozdu. O “bozulma”, şimdilerde “içerden” vurarak hasar veren Davutoğlu ve Babacan ayrışmalarını yaratan sürecin ilk ivmelerini verdi.
7 Haziran 2015 seçimlerinde, AKP iktidarının devlet güçlerini kullanarak yaptığı onca baskıya rağmen, Kürt halkının özgürlük arayışıyla kaynaşarak bir “zafer” kazanan Gezi süreci, isyan günlerinden farklı ama onun ürünü bir zirveye yerleşti. Ancak, seçim sonuçları hukuk askıya alınarak ve sözümona “aldatılmış” olan CHP’nin ahmaklıkla mı bilinçli mi olduğu pek anlaşılamayan desteğiyle iktidar güçlerince geçersiz hale getirildi. Sonrasında, 1 Kasım’a dek süren yoğunlaşmış devlet terörüyle baskılanan Gezi odaklı halk hareketi, hızını kesip geri çekilme ve zayıflama konumuna geriledi.
15 Temmuz 2016 darbesi ve sonrasında Erdoğan’ın karşı darbesiyle yoğunlaşan gerici terör Gezi güçlerini daha da zayıflatabildi.
Öyle oldu ki, henüz 3 sene önceki Gezi sanki “milattan önce” yaşanmış gibiydi!
Peki, o zaman Gezi’nin enerjisi hemen bitti, etki alanı birden yok mu oldu?
Hayır, Gezi’nin açığa çıkardığı halkçı-demokratik toplumsal enerji, 1 Kasım sonrasında bir tutukluk ve zayıflama yaşasa da, bulduğu her fırsatta kimi zaman güçlü ama çoğunlukla zayıflamış haliyle ve farklı biçimlere bürünerek kendisini sürdürdü. Tıpkı 15-16 Haziran işçi ayaklanması gibi Gezi isyanı da ülke tarihinin önemli kırılma anlarından birisi olarak sonrasına kalıcı izler bırakacak, olup bitenler içinde özel bir belirlenim gücü olarak hep var olacak bir toplumsal ve siyasi gerçekliktir.
Şüphesiz, Gezi’yi bir fetiş nesnesine ya da kendisini sonsuza dek sürdürecek bir metafizik mutlaklığa dönüştürmemek gerekiyor. Binbir gerilimin iç içe geçtiği bir kaotik sürecin belirlediği günümüz koşulları, diğer bütün güçlere olduğu gibi, Gezi’de bir anda toplanan ve orada yaşananlar tarafından belirlenerek özel bir yapı kazanan halkçı güç alanına da, hem olumlu-güçlendirici ve kendisini aşmaya zorlayan hem de yıkıp ya da çözüp dağıtmayı hedefleyen yönlerden yükleniyor. Hangi güç alanının kendi hegemonyasını kuracağı, şimdi ve burada olup bitenlerin içinde belirleniyor-belirlenecek.
Gezi, tekrar edemez-etmeyecek! Gezi’de bir anda açığa çıkan toplumsal güçler ve onların Gezi’de yaşananlar üzerinden belirlenip, sonrasında da bazen ayrı-tikellikleri üzerinden serpilip geliştikleri kimileyin de ortaklaşarak güçlendikleri özel bir yapı kazanan ihtiyaçları ve özlemleri, günümüzde kendilerini gerçekleştirebilecekleri özel bir dönemle yüzleşiyor.
Gerçek yaşam kendilerini daha da yakıcı hale sokup güçlendirerek sürekli yeniden ürettiği için sürekli hareket halinde olan söz konusu ihtiyaçlar ve özlemler, uzun bir dönemdir süregelen kaotik ortamının inişli-çıkışlı güç dengelerinin 2019 seçimleri sonrasındaki şimdiki güncel “anında”, yeniden inisiyatif kazanmış durumda ve kendilerini yeniden öne çıkarabilme hatta şayet uygun hamleler yapabilirse gerçekleştirebilme fırsatını yakalamış durumda.
Gezi’nin zayıf yanları, kendisinin çapına uygun açıklık ve güçteki bir siyasal güç alanına ve hedefe/hedeflere sahip olmaması, kendisi dışındaki sebepler yüzünden sanayi işçileri ve Kürt halkıyla kaynaşamamış olması noktalarında odaklanıyordu. Şimdi içinde sarsılıp zorlanarak ayakta kalmaya çalıştığımız kaotik ortam ve onun güç dengelerinin güncel anı, işte tam da bu zaafların hızla aşılması zorunluluğunu dayatıyor.
Bu yönde en açık müdahaleleri her fırsatta sokağa çıkan kadın hareketi ve meşru-demokratik bir “Demokrasi Yürüyüşü” yapan HDP yapıyor. DİB platformu, koordinasyon oluşturma çabasındaki Alevi hareketinin farklı odakları ve doğanın yıkımına karşı çıkan toplumsal tepkiler üzerinden hareket eden kimi olumlu arayışlar da görülüyor.
“Kadınlar Birlikte Güçlü” biçimini keşfeden kadın hareketi, bu arayışları sıçratacak biçim ve davranış konusunda örnek oluyor. Hareket halinde olsalar da işçi sınıfı ve doğa savunucularının sürece müdahalesinin ise, özel bir siyasi irade tarafından temsil edilmedikleri için daha zayıf olduğunu saptayabiliriz.
DİSK’in kendisine düşen görevi yerine getirmediği-getiremediği ve tam da kendisini öne çıkmaya çağıran mevcut gelişmelerde inisiyatif alamadığı açıktır. TMMOB, TBB ve TTB’nin iktidarın yönelimlerinin zorlamasıyla inisiyatif geliştirmeye zorlanacağını tahmin edebiliriz. Nitekim, şimdilerde sokaklar ve meydanları mesken edinen Baro üyesi avukatların duruşu ortadadır.
Gezi’nin zaaflarının aşılması sürecinde farklı odaklar farklı vurgularla müdahale edecekler, o süreçte yaşananlar, günümüzün kendisine özgü halkçı-demokratik alanının özgün yapısını belirleyecektir.
Bu özgün süreç ilerledikçe Gezi’nin açığa çıkardığı özgürlükçü-demokratik nitelik taşıyan halkçı enerji, zaaflarını aşarak daha da zenginleşip güçlendiği, kendiliğinden halk hareketi olmaktan çıkarak siyasal niteliğinin farkına vardığı ve ihtiyaçlarının anayasal garantiye alındığı bir özel hedefe doğru yöneldiği bir konuma yerleşebilir.
3- Erdoğan’ın Reislik serüveni!
İktidar, herkesin de çok rahatlıkla gördüğü üzere, var olan çok yönlü krizi devleti faşist temellerde yeniden örgütleyerek aşmayı hedefliyor.
Gezi isyanının bastırılması sürecinde ete kemiğe bürünen faşist irade, başta 7 Haziran- 1 Kasım sürecinde yaşananlar ve 15 Temmuz Amerikancı darbe girişimini fırsat olarak görüp yapılanlar olmak üzere, sürüp gelen kaotik ortamın her zirvesinde verilen yeni ivmelerle güçlendirilerek sürdürülüyor. Henüz hedefine varamayan bu özel süreç/faşist irade, çok yönlü krizlerin hem doğurduğu ve hem de beslendiği kaotik ortamı yöneterek, yaşanan gerginlikleri kontrole alıp istediği yapıya sokmaya çalışarak, toplumun bütün bileşenlere yayılan sürekli sarsılma ve zorlanmanın yarattığı panik ve güvence ihtiyacına sahte cevaplarla sahte umutlar yaratarak ve kontrolüne aldığı medyaya “Fareli köyün kavalcısı” rolünü oynatarak yol alıyor.
Faşist iradenin ana yönelimi, her türden halk inisiyatifini tasfiye ederek, toplumsal ve siyasal alanın en ücra noktalarına dek uzanıp nefes alacak bir alan bile bırakmadan kapsayarak, yaşamın tamamen Ankara/Saray odaklı bir irade tarafından kontrol edildiği bir siyasal düzen kurmak.
Halk devlet tarafından, şimdiye dek olanı yetmemiş olacak ki, daha derinden fethedilerek diz çöktürülüp kullaştırılacak, köleleştirilecektir. Böylece, sermaye birikim süreçleri, kendi hedeflerine doğru yol alırken, kullaştırılan bir toplumsal alanda hiçbir “direnişçi” pürüzle engellenmeden mümkün olan en yüksek hızla ilerleyebilecektir.
Gerçekten de öyle mi?
Erdoğan odaklı iktidar alanının devleti ve toplumu en ücra köşelerine dek fethedip kontrolüne alması ve hedeflerine uyumlu bir yeni yapıya sokması biçiminde kendisini ifade eden faşizmin kurumsallaşma sürecini sadece en öndeki Reis’in keyfi eğilimlerine bağlamak, içinde yaşadığımız sürecin derinliğini hiç anlamamak olur. Böylesi tutumlar üstelik çok yaygın!
Tam tersine, Erdoğan’ın iktidar olmasında, iktidar sürecinde ve bu özel sürecin şimdiki faşizmin kurumsallaşması aşamasında, sermaye doğrudan devrededir ve ne olup bittiyse hep birlikteler.
Erdoğan, Ordu merkezli eski Kemalist rejimi tasfiye etmek ve iktidarın zirvesine sermayenin mutlak bir güçle sadece kendisi olarak yerleşmesine alan açmak için bir “maşa” olarak seçilip görevlendirildi.
Elbette, süreç tek yanlı akmadı. Erdoğan’ın simgelediği siyasal alanın arkasındaki özel sermaye güçlerinin ihtiyaçları ve hırsları da hedeflerine doğru hareket ediyorlardı ve nitekim şimdilerde herkesinde görebildiği gibi hedeflerine ulaştılar. Antika tefeci-bezirgan sermayenin 12 Eylül sonrasında Özal’ın ön açmasıyla kapitalistleşen yeni bölükleri olan bu güçler, TÜSİAD’da toplanan finans-kapitalden alan kopararak sistemin oligarşik zirvesinde kendileri de konumlanmak istiyordu ve Erbakan’la çıktıkları yol tıkanınca Erdoğan’la yeni bir hamle yapıyorlardı.
İki gerici sermaye yönelimi, elbette güçlü olan finans-kapitalin hegemonyasında ortaklaşıp, tarihlerinde olmadık büyüklükte kazançlar elde ettiler. Finans-kapital güçleri, en büyükleri olan Koç ve Sabancı gibiler söz konusu olduğunda, onlarca yılda kazandıklarıyla girdikleri Erdoğan döneminde, birikimlerini çok kısa bir sürede beşer onar kez katladıkları “utanç verici” kazançları hiç utanmadan arsızca elde ettiler. Ancak, Erdoğan’ın doğrudan temsilcisi olduğu MÜSİAD odaklı güçler de hedeflerine ulaştılar.
Sermaye birikimi süreçleri, Özal’la yakaladığı ivmeyi Erdoğan döneminde de katlayarak sürdürüp, Türkiye coğrafyasının öncesinde giremediği en ücra köşelerine kadar sızıp ülkeyi adeta fethederek, toplumsal ve siyasal yaşamın merkezine pazar ilişkilerinin zorunlulukları üzerinden kendi ihtiyaçlarını yerleştirebildiği içindir ki, olağanüstü hız ve yoğunluk kazandığı özel bir dönem yaşayabildi.
O arada, ortaklaşmanın sebebi olan Ordu merkezli Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi de gerçekleştirildi. Siyasal iktidarın oligarşik zirvesi, Bayar-Menderes ikilisinin başlattığı bir zorlu politik sürecin Erdoğan tarafından başarıyla hedefine ulaştırılmasıyla, tek başına sermayenin yerleşmesi ve mutlak iktidarını kurması için temizlenmişti.
Ancak, süreç tam da hedefine ulaştığı noktada çatallanıverdi. Sürecin önderi Erdoğan, yapıp ettikleriyle kazandığı başarının kendisine verdiği güçle “Reisliğini” ilan ediyor ve Ordu’nun boşalttığı “sermaye düzenine hamilik” konumuna kendisi yerleşmek istiyordu.
O arada, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin özgün yapısının ürünü olan, modern finans-kapitalle antika tefeci-bezirgân sermayenin oligarşik ortaklığı zamanını dolduruyordu. Erbakan ve Özal’ın önünü açıp pazar ilişkilerine çektiği antika sermaye güçleri, hala kendilerini var eden en irilerinin Cumhuriyet’in başından itibaren süre gelen özel sürecin son “içerme” dalgasıyla “modern” sermaye yapısı kazanması dolayımıyla, “özerk” iktidar ortağı olma yerine doğrudan sermayenin içinde konumlanmaya sıçrıyordu.
Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının etkisi altında uzun bir tarihsel dönemde ortaklaşarak Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişmesinde iktidar olan modern ve antika sermaye güçleri, bir kez daha harmanlanıyor ve iç içe geçiyorlardı. Geride kalan antika sermaye güçlerinin artık iktidar ortağı olacak bir çapta olmadıkları ve kapitalist gelişmenin her ana ve mekâna sızdırdığı pazar ilişkileri üzerinden rakipsiz olarak hakimiyet kurduğu bir yeni dönem kendisini yapılandırıyordu.
O arada ama olup bitenlerin yarattığı sarsıntılar ve doğurduğu devlet krizine dek sıçrayan krizler, sermayenin çok yönlü küresel krizleriyle ortaklaşarak yarattığı yüksek basınçla sermaye düzeninin temellerini zorluyor. İşte, faşist kurumsallaşma süreci de söz konusu özel zorlanmaya bir çare olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Faşizm, sermaye güçlerinin zorlanan düzenlerini yeniden ayağa kaldırabilmek için halka ve doğaya daha kapsamlı ve daha derin bir saldırı yürütebilmesinin toplumsal ve siyasal koşullarını oluşturabilme amacıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bunun içindir ki, belediyeler dahil her türlü halk inisiyatifi tasfiye ediliyor ve aslında “saltanat makamları” olan başta valilik ve kaymakamlık olmak üzere devletin bütün bürokratik kurumlarının yetkileri arttırılıyor. Yetkileri neredeyse sınırsızlaştırılan bu kurumlar aynı zamanda yaptıklarından sorumlu olamayacakları bir “yasal” zırhla korunuyorlar.
İktidarın zirvesine oturan “Reis-Führer” ve emir-komuta zinciri içinde davranma bilinciyle “Reis’in kulu” düzeyine düşürülmüş ama halka zulümde uzmanlaşmış bürokratlar; işte faşizm! Bu iktidar “mekanizması”, hayatın bütün alanlarına binbir biçime bürünerek yayılmış “dişlileriyle” sürekli daha hızlı, daha yoğun ve daha hükmedici tarzda çalışacak, her türlü muhalif sesi boğarak toplumsal ve siyasal yaşamı tümüyle eline geçirecek, uysallaştırıp köleleştirdiği toplumu sermaye birikiminin emrine sunacaktır.
Restorasyoncu güçler, kendi niyetleri ne olursa olsun nesnel olarak, faşist projenin uygulanmasına karşı tepkileri sahte umutlarla uyuşturma ya da olası başarısızlıklar veya halkın yükselen tepkilerinin güç kazanması durumunda devreye sokulacak bir yeni “merkez-sağ” sermaye seçeneğidir.
Öyle değil mi, ortada sadece sermaye ve onun farklı biçimlere bürünen güçleri yok!
Halk, olup bitenleri sessizce izlemiyor!
Halk, onca zulme rağmen kimi zaman başını eğse bazen hatta diz çökse bile bir biçimde yeniden ayağa kalkıp başını yeniden dikleştiren, 7/24 süren ve en ücra yerlerden bile duyulan faşist propagandaya rağmen hala ruhunu teslim etmeyen, teslim olduysa bile çıkmaya çalışan ve son kamuoyu yoklamalarına göre yavaş da olsa çıkan tutumlarla kendisini savunuyor.
Gezi’de olduğu gibi fırsatını bulunca isyan eden, oy kullanırken diktatörün havasını bozacak şekilde tercihte bulunan, özgürlüğünü ve öz-saygısını faşizme karşı mücadele süreci içinde en sağlam bir yapıda inşa etmeye çalışan bir halk!
O halk, bugünlerde avukat cüppesini giyip faşizme direniyor. Zaten, daha önceleri de köylü olup doğanın yıkımına vücudunu siper ediyor, aydın olup korkmadan görüşlerini ifade ediyor, kadın olup faşizmin kışkırttığı erkek zulmüne karşı on binlercesiyle sokakları dolduruyor, LGBTİ+ bireyler olarak gerici önyargılara karşı kimliğini savunuyor, Alevi olup inancına sahip çıkıyor, laik olup hurafelere karşı tutum alıyor, “Anti-kapitalist Müslüman” olup İslamın Erdoğanist yorumuna karşı kendi halkçı yorumunu savunuyordu.
Şimdilerde de gasp edilme yoklamalarının yapıldığı kıdem tazminatını savunan işçi olup direnmeye hazırlandığını da görebiliyoruz.
İşte, şimdi bütün halkçı güçlerin sermayenin faşizm dayatmasına karşı direnişlerini ortaklaştırma, bu ortaklığı hepsinin tikel ihtiyaçlarını ayrıca savunurken, aynı zamanda bütün halk güçlerinin ortak ihtiyaçlarıyla zenginleştirip güçlendirme ve kazanılan hakların sigortası olacak demokratik bir anayasayla taçlandırma zamanıdır.
Sermaye güçlerinin Erdoğan eliyle gasp etmeye çalıştığı bütün kazanılmış mevzileri savunma, orada kalmayıp sürekli yeni ve daha ileri mevziler kazanarak halkın özgür yaşam alanını büyütmeye ve onların yapmak istediklerinin tam tersi yönde ilerleyerek, omurgasını demokratik bir anayasanın oluşturacağı ve halkın inisiyatifinin doğrudan kendisini ifade edeceği bir demokratik cumhuriyeti inşa etmeye fiilen başlamak gerekiyor.
Madem ki onlar yukarıdan aşağıya kurdukları bürokratik bir mekanizmayla halkı ezip kullaştırmakta kararlılar, başka yol kalmadı, halkın da aşağıdan yerel meclisler yoluyla kendisini örgütleyerek, haklarını savunup yenilerini fiilen dayatarak kendi halkçı-demokratik düzenini kurması gerekiyor.
Madem ki sermayenin sömürü çarkları daha hızlı dönsün diye artık neredeyse rahatça nefes bile alınamayacak bir düzen kurmak ve halkı diz çöktürüp teslim alarak çöpleştirmek istiyorlar, o zaman halkın da yaşamını savunması meşrudur.
Şimdi, özgürlüğe doğru tereddütsüz bir yürüyüşe geçmenin zamanıdır
4- Halkın iradesi/Demokratik Anayasa
Demokratik Anayasa, toplumsal ve siyasal yaşama hiç olmadığı kadar hakim olan sermaye ilişkileri tarafından coğrafyamızın doğal zenginliklerinin yıkıma uğratılarak nesneleştirilmesine ve içinde yaşayan halkların kendi yaşamlarına yabancılaştırılıp sermaye için gül bahçesi olsunlar diye köleleştirilmelerine karşı bir mücadelenin içinde oluşarak kendisini var edecektir.
O, ancak halkın birikmiş öfkesinin açığa çıkmasıyla gerçekleşebilecek bir toplumsal belge olarak, halkın özlem ve ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alacaktır.
Böyle bir demokratik anayasanın kendisini var edebilmesi için, Türklük ya da Müslümanlık kullanılarak sermaye birikim süreçlerinin ihtiyaçlarının kutsallaştırılmasına ve siyasal ve toplumsal yaşamın Erdoğan tarafından tümüyle sermayenin hizmetinde olacağı biçimde yapılandırılmasına karşı, bütün o sözüm ona kutsallıkları tersine çevirip iç yüzünü gösterecek netlikte bir siyasal tutum gerekiyor.
Olup bitene en çıplak haliyle bakılır ve o bakışa uygun bir siyasal konumlanma içine yerleşilirse, şimdi içinde bulunduğumuz anın kritik ağırlığı bütünüyle anlaşılır ve geleceğin tam da şimdi olup bitenler tarafından belirlendiği görülebilir.
Bu görüş, sermayenin çok yönlü saldırılarıyla düşürülüp köleleştirilmeye çalışılan halkın kendi yaşamını toplumsal bir özgürlük ortamı içinde sürdürebilmesini; işçilerin örgütlenme ve propaganda hakkı başta olmak üzere bütün sosyal haklarının tanınmasını; toplumsal yaşamın zorunlu zemini olan doğanın sermaye tarafından artan hız ve yoğunlukta yağmalanmasının önlenmesini; erkek egemenliğinin kadın cinsine yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerle sürüp giden saldırılarının durdurulması ve cinsler arası eşitliğin sağlanmasını; bütün etnik kimliklerin ve farklı inançların kendilerini özgürce örgütleme ve ifade etme hakkının kullanılmasını garanti altına alan bir özel demokratik anayasayı hedefleştirir.
Demokratik anayasanın omurgası olacağı devletin etnik kimliği ve seçilmiş inancı olmayacak, bütün yurttaşlar, hangi etnik kimliğe ve inanca sahip olurlarsa olsunlar eşit haklara sahip olacaklardır.
Faşizmin ülkeyi “sermayenin cenneti” haline getirme girişimlerine karşı, demokratik anayasa “halkın cennetine” doğru yürüyüşün bir öncü adımıdır. O “cennet” hiç ara vermeden birbiri peşi sıra atılacak adımlarla yayılıp derinleştirilerek halk tarafından fiilen inşa edilecektir.
Faşizm ülkeyi “yeni Çin” yapabilmek için işçileri “çalışma kamplarına” hapsetmek istiyorsa; demokratik anayasa, işçilerin başta insani yaşam standartlarının sağlanması olmak üzere bütün toplumsal ve siyasal haklarının hayata geçirilmesinin teminatı olacaktır. Sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma gibi en temel insani ihtiyaçların karşılanması anayasal teminat altına alınacaktır. Halk sağlığını hiçe sayıp kimyasal zehirlere dönüştürülen ve kanser başta birçok hastalığın sebebi olan gıda sanayisi ürünleri yerine halkın gıda güvenliği sağlanacaktır.
Faşizm halka ait en ufak özgürlük alanlarını bile gasp edip bütün iktidarı muhteris bir diktatör ve ruhunu ona teslim etmiş uşaklara veriyorsa; demokratik anayasada, devlet örgütlenmesi, halkın kendisini kendi faaliyetiyle ve kendi ihtiyaçlarını esas alarak örgütlenmesi olarak düzenlenecektir. Valilik ve kaymakamlık gibi “saltanat makamları” kaldırılacak, halkın oyuyla seçilen yerel meclisler en geniş yetkilerle donatılacaktır. Mahkemeler ve emniyet güçleri, yeterli donanıma sahip olan adaylar arasından halk oyuyla seçilecek ve yerel meclislere bağlı olarak çalışacaktır.
Faşizm şimdiye dek yaptığı yıkım yetmezmiş gibi insani yaşamın en temel zemini olan doğayı daha da tahrip edecek yeni saldırıları hayata geçirmeye çalışıyorsa; demokratik anayasa, toplum ve doğa arasındaki ilişkiyi birbirini var edip koşullayan iki gerçekliğin en uygun ortaklaşması olarak inşa etmenin arayışı içinde olacak, kırda yaşamı ve toplu ulaşımı teşvik etmek gibi önlemlerle doğanın sermayenin tahribatından temizlenmesinin ilk adımlarını atacaktır.
İktidarın kışkırtması ve teşvikiyle saldırganlığı artarak yaşamı kadınlar için cehenneme çeviren erkek egemenliğinin kendisini var ettiği bütün halleri, demokratik anayasada anayasal suç olarak saptanacaktır. Sürüp gelen erkek egemenliğinin kadınları mahrum ettiği olanaklar gözetilerek, toplumsal ve siyasal yaşamda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık anayasal hak olarak teminat altına alınacak, bütün kamu faaliyetlerindeki görevlendirmelerde kadınların eşit varlığı düzenlenecektir. Ev işleri kamu hizmeti statüsünde değerlendirilecek ya da ücretlendirilecektir.
Çocukluk, özel bir yaşam hali olarak anayasa tarafından kabul edilecek, anne-baba dahil olmak üzere çocuklara yönelik her türden korkutma, tehdit ve şiddet anayasal suç olarak düzenlenecektir. Çocukların çok yönlü gelişebilmesi için gereken olanakların sağlanması anayasal hak olarak kabul edilecektir.
Alınan önlemlerin gereksindiği mali kaynakların, ülkenin doğal zenginliklerinin halk için halk tarafından ekolojik dengeleri gözetilerek değerlendirilmesinden, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin soygunlarını engelleyip dış ticareti bilinçli bir seçimle en elverişli koşullarda yaparak elde edilecek gelirlerden ve vergi sisteminin artan oranlı servet vergisini temel alarak düzenlenmesinden sağlanacağı anayasal güvence altına alınacaktır. Merkez Bankası halkın anayasal haklarının kullanımını sağlayacak düzenlemeleri yapmakla mükellef olacak ve bu görevini yerine getirmesi için halkın seçtiği vekillerden oluşan meclis tarafından denetlenecektir.
Demokratik anayasa, başta bölgedeki komşu halklar olmak üzere, emperyalist işleyişin dayattığı bütün işgal, savaş ya da ilhak hedefli girişimlerine karşı, halklar arasında dostluk ve barışı savunan bir tutumu anayasal bir emir olarak ilan edecektir. Bütün işgal girişimleri sonlandırılacak, bölgemizde barışın ve birlikte yaşamın temellerini atmak hedeflenecektir.
Demokratik anayasanın yazılı herhangi bir belge olmaktan çıkaracak olan, onu sokaklardaki hareketiyle var edecek olan halkın gücüdür. Bu güç, hareketiyle var ettiği anayasal haklarını demokratik bir cumhuriyet biçiminde hayata geçirecektir.
Demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa, halkın kendiliğinden hareketinin içinden öylesine çıkıp gelemez. Kendiliğinden hareketlilik, kendisi olarak var olmakta yetinir ve kendi bilincine sahip olduğu bir düzeye sıçrayamazsa, sermaye düzeninin labirentlerinde kaybolmaya, kurulan tuzaklara düşmeye ve halkçı bir hedefe ulaşamadan sönümlenmeye yazgılıdır.
Halkla iç içe olan özel bir siyasal duruşun onun içinden çıkıp gelerek öncülük yapma, halkın mücadelelerini ortaklaştırma, ona uygun siyasal örgüt ve mücadele biçimleri sunma, günlük mücadeleleri kendisine doğru çekerek dağılmasını engelleyecek meşru bir hedefle güçlendirme faaliyeti içinde olması gerekir.
5- Sol güçlerin durumu
Sol güçleri farklı öbeklerde toplayabiliriz; sol-sosyalist muhalif güçler, faşizmin kurumsallaşma sürecine direnen ve direndikçe siyasallaşarak özneleşen toplumsal güçler, HDP’de temsil edilen Kürt halkının özgürlük arayışı!
Toplumsal güçleri yazının önceki bölümünde anlayıp anlatmaya çalışmıştım. Bu bölümde sol-sosyalist siyasal güçler üzerinde yoğunlaşabiliriz.
Sol-sosyalist güçler
Sol güçler mevcut kaotik ortamın içinde ayakta kalıp kendisini sürdürebilmenin ötesine geçemiyorlar. Bu acı gerçeklik, ortama müdahalede yetersizlik biçiminde kendisini gösteriyor. Siyasal gelişmeler onu rolünü oynamaya neredeyse bağırarak çağırmasına rağmen sosyalist hareketin oldukça zayıf konumlanmasının derindeki sebepleri hakkındaki görüşlerimi buraya (Sendika.Org’da çıkan “Solun krizi 1–2”) bırakarak, o günden bu yana kimi girişimler olsa da henüz belirleyici bir değişim yaşanmadığını söyleyebilirim.
Sosyalist güçler, göz kamaştıran bir duruşu inşa edip iktidara dayatan kadın kurtuluş hareketinin fiili zoruyla “kadın” alanında ve kimi yerel direnişlere küçümseyerek ama “görev icabı” yapılan destekler sayesinde yaşanan “tanışmadan” sonra günümüzdeki Pandeminin de fiili zorlamasıyla (nihayet!) “ekoloji” alanında kimi dönüşümler yaşıyor.
Ancak, bu dönüşümler, bir yandan 90’lardan beri sürüp gelen bir belirleyici yanılgıyla söz konusu hamleleri sınıftan uzaklaşma ya da iktidar mücadelesinden kaçma gerekçesi yapan liberal tutumlarla “kirletilirken”; öte yandan, marksizmin kavramsal sistematiğinin güncel gerçekliğe uygulanmasının içinden çıkıp gelen bir “kavramsal-sistematik” tutumla değil de güncelliğin fiili zorlamalarıyla ite-kaka kabullenmenin kaçınılmazca “eklektik” olan yapısıyla zayıflatılıyor.
Ancak, olumlu gelişmeler de yok değil. Mücadele isteği, henüz paradigmal bir dönüşüm yaşayamayan bazı siyasal eğilimleri de pratik gelişmelerin zorlamasıyla aldıkları kimi tutumlar üzerinden belirleyerek günümüzün talep ettiği özel devrimci-komünist siyasal zeminle bir biçimde ilişkilendiriyor.
İlkin, ilgili toplumsal güçlerin fiili eylemlerinin zorlamasıyla da olsa, kadın ve ekoloji alanında sosyalist hareketlerin değişim arayışında olmaları olumludur.
Daha da iyisi, bazı eğilimler açısından, yaşanan değişimlerin kapitalizmin günümüz gerçekliğiyle ilişkilenen bütünsel bir kavrayışın içinde gerçekleşme olanağını da taşıyor olmasıdır. Bu yönde özellikle Halkevleri, TİP, TÖP ve SODAP’ta farklı ağırlıklarla yaşanan olumlu gelişmeleri açık kaynaklardan takip edebiliyoruz. ESP de aynı yönde arayış içinde olmakla birlikte geçmişinin bir dizi paradigmal açmazı barındıran zemini onu geriye çekiştiriyor.
Başka bir alanda, DİB’in halkçı-demokratik zemininin inşasında özel emek verip beceri gösteren EMEP, bağımsız sosyalist bireyler ve CHP’li demokratlar vurgulanmalıdır.
İkincisi, sol içinde ağırlıklı güçlerden olan TKP ve SOL Parti’de yaşandığı anlaşılan gelişmedir. Her iki hareketin de etkilendikleri “ulusalcı” eğilimlerin onları belirlemesiyle konumlandıkları Kürt halk hareketine neredeyse düşmanlık noktasına varan karşı duruşlarını “yumuşatma” eğiliminde oldukları görülüyor. “Cephe” geleneğinde de benzer bir tutumun yoklandığı görülüyor.
Üçüncüsü ise, 2019 yerel seçimlerinin hemen öncesinde ve sonrasında güç kazanan, sistemin “restorasyoncu” resmi muhalefetine eklemlenme yönündeki eğilimlerin zayıflamasıdır. Tam tersine, şimdilerde içinde (söz konusu eklemlenme zaafından kendisi de etkilenen) HDP’nin de bulunduğu bağımsız ve halkçı bir politik zemin, “üçüncü” bir politik güç alanı olarak kendisini var etmeye çalışıyor.
Bu yönelim kendisini var etmeyi başarabilirse, halkın biriken muhalif enerjisinin akabileceği büyüklükte ve esneklikte bir kanal olabilir. Bu durumda, şimdiki “seçeneksizlik” üzerinden zorunlu olarak hala CHP’de tutunan bazı toplumsal güçler, CHP barajını aşma imkanına kavuşmuş olacaktır.
Konumlanma ve pratik zaafı
Ancak, şu ya da bu yöndeki olumlu politik ya da paradigmal gelişimler önemli olsa da, sonuç alabilmek için esas olarak solun “yenilgi yıllarında” yerleşip epey de alıştığı kendisini var etme halinin değişmesi gerekiyor.
Aslına bakılırsa, sollarımızın geçmiş geleneğinin belki de en olumlu ögesi olan yoksullarla başta olmak üzere hareket halindeki bütün toplumsal dinamiklerle kaynaşma hatta kahramanca öne atılarak öncüsü olma yeteneğinin yeniden canlandırılması gerekiyor. Sol güçler pratik var oluşlarının asgari zeminini ancak böylesi bir konumlanma içinde kurabilirlerse kendilerini günümüze özgü bir devrimci-komünist yapıda yeniden inşa edebilir.
90 çözülüşü sonrasında sollarımızın etkisi altında kalıp boşluğa savrulduğu post-marksist bir zeminden çıkıp gelen “söylem-vitrin” odaklı örgütlenme pratiklerinin tecrit edilerek değersizleştirilmesi; özellikle iş yerleri, işçi havzaları ve yoksul semtlere yerleşen ve daha da ötesinde, nerede olursa olsun bütün muhalif halk güçlerinin içinde konumlanan bir pratik duruşun kazanılması gerekiyor. Bu duruş da, şimdi kimi sol güçlerde olduğu gibi adeta “durgunluk ve stabilite arayan” (haydi icazetçi demeyelim) uyuşuk bir tarzda değil, meşruluğun sınırlarında konumlanıp öncü tutumlarla “alan genişleten” ve bunun için de sürekli hareket halinde bir günlük faaliyet içinde var olmalıdır.
İşçiler başta olmak üzere bütün muhalif halkçı güçlerle el ele-göz göze-diz dize ilişkilenmenin ürettiği iç içe geçme düzeyinde bir konumlanma ve esas olarak bu alanlarda yürütülen mücadelelerin içinden çıkıp gelen tikel-özgün öncü duruşların birbiriyle kaynaştığı özel bir bileşkesi-omurgası olarak kendisini sürekli yeniden kurma günün olmazsa olmaz gereksinimidir. Siyasal alanda atılan en küçük adımlardan taktik yönelimlere ve cüret edilip yapılan stratejik-paradigmal açılımlara dek, yapılan bütün çalışmalar, ancak ve sadece böylesi omurgayla ilişkilenerek ve ilişkilenebildiği oranda devrimci-komünist bir anlam kazanabilir.
Günümüz kapitalizmine özgü yıkıcı devrimci-komünist öznenin, kapitalizmin küresel ve yerel gerçekliklerinin ve buna karşı işçi sınıfının yeni gerçekliği ve oluşan yeni anti-kapitalist hareketlerinin uygun bir ağ içinde ilişkilenmesi biçiminde kendisini kurması gerektiği bilinci; her ne kadar sermayenin ve karşıtı güçlerin somut-tarihsel hareketlerinin içinden belirlenerek çıkıp gelen bir nesnellik taşısa da; sırf o haliyle, somut gerçekliğin muazzam zenginliği içinde olup bitenlere kaçınılmaz olarak “dışsal” ve onlara “kutup yıldızı” olacak teorik bir belirlenimdir. Aynı konuma, doğrudan güncel pratik içinden çıkarak ve o yolun/yolların kendisine özgü “sarp kayalıklarını” aşıp gelerek ulaşan patikalar; hem teorinin sağlamasını yapıp zaaflarını aşmasına destek olarak hem de teorinin “gri” rengini hayatın zenginliği üzerinden “yeşil” canlılığına kavuşturarak; ortak hedef olan güncel kapitalizmin tasfiyesinin pratik olarak gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Başta işçiler olmak üzere, bütün toplumsal güçlerin güncel ihtiyaçlarına odaklanan, bu ihtiyaçların savunulması sürecinin içinde hatta mümkünse önünde konumlanırken, söz konusu ihtiyaçların toplumsal ve siyasal alanlarla ilişkisini pratiğin her anında vurgulayıp parlatarak sürece siyasal derinlik kazandırmaya çalışan bir pratik duruş inşa edilmelidir. Halkın, kendi ihtiyaçlarını ancak demokratik bir anayasayla ve böylesi bir anayasanın omurgası olduğu demokratik bir cumhuriyetle kalıcı olarak kazanılabileceği bilinci ancak öylesi bir günlük düzeydeki pratik duruşla inşa edilebilir.
Her toplumsal gücün özgün ihtiyaçlarına odaklanma, hepsini bir üst zeminde toplayan “iş, ekmek, barış ve özgürlük” gibi taleplerin önünü açacak ve bu talepler üzerinden demokratik bir anayasa ve sosyalizm gündemleştirilecektir. Açık ki, aynı süreç, tersinden de okunabilir ve sanki birbirine zıtmış gibi görülebilecek bu politik-pratik süreçler, ancak birlikte olup kaynaştıkları oranda, yani “güncel” olanla “tarihsel” olan birbirini koşullayabildiği oranda belirleyici güç ve devrimci-komünist bir anlam kazanabilecektir.
Anlaşılır olmak için, böylesi bir tutumun tam tersi yönde şekillenen iki “moda” tarzı vurgulamalıyız. Yoksulların ve şimdi gerilimlerin en yoğun olduğu noktalarda yaşanan halkçı-demokratik toplumsal mücadelelerin dışında “steril bir konuma” yerleşen ve oradan üretilen “en komünist” söylemle yetinen siyasal tutumlar, hangi “komünist” iddialarda bulunurlarsa bulunsunlar ve hangi güce ulaşırlarsa ulaşsınlar, günümüz Türkiye gerçekliğinin yakıcı sorunları karşısında “sosyal gevezeler” olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Öte yandan, kendilerine ait bir güç alanına sahip olmadan sırf güç dengelerinde konumlanan gerçek güçlerle ilişkilenerek “vitrinde-vitrinlerde” konumlanmayı becermeyle yetinen ve “kazandıkları” konumlanmalar üzerinden böylesi bir tutuma ait olan “işini bilen” bir “beceriklilikle” yol alarak “vitrinde konumlanma ve söylem üretmeyle yetinme” açmazına daha da derinden batan siyasal tutumlar da, hangi “kazanımlar” elde ederlerse etsinler, bu duruşları devrimci-komünist anlamda “tarihsel” bir değer yaratamayacaktır.
Bu sonuncu güçlerin bir kısmı CHP ile kurduğu ilişkiler üzerinden konumlanmaya çalışıyor ve her seferinde olduğu gibi günümüzde de “kullanmak” istediği güç tarafından “kullanılacaklar.” Aslına bakarsanız, bu yönde yaşanan onca “başarısız” deneyden sonra hala aynı tutumda ısrar etme, “hata” değil “bilinçli tercih” olarak görülmelidir. Birtakım ikbal hesapları üzerinden geliştirilen bilinçli tutumlarla, sol içinden bazı alanlar sistemin içinde erimeye sürüklenmektedir.
Artık bayatlayan ama ısrarla sürdürülen “liberal” ve “ulusalcı” tutumlar da, kimi zaman zayıflamış hatta yok olmuş gibi gözükseler de, asla aldanmamak gerekiyor!
En son restorasyoncu egemen bloğa eklemlenme eğilimindeki “liberal” tutum; ya da sanki sosyalizmin o konularda kendisine ait bağımsız bir tutumu olamazmış gibi ve adeta fırsatını bekliyormuşcasına herhangi bir uygun gündem yakalayınca bir anda parlayıveren Kemalist damgalı “ulusalcı”, “laik” ya da “modernist” tutumlar da, söz konusu sorunların oldukça derinlerde var olduğunu gösteriyor.
Solun tarihsel geçmişinde de binbir biçime bürünerek sürekli bulunmalarından dolayı özel derinliğe sahip olan “liberal” ve “ulusalcı” tutumlar, her tarihsel momentte halkın sisteme muhalefetini ve sosyalist siyaseti egemen siyasi bloklardan birisine eklemlemenin bir yolunu keşfetmekte! Devrimci-komünist siyasal hat, yerleşik hiçbir önyargıya prim vermeden, hangi biçime bürünürse bürünsün bu tutumlardan kopuşarak ve böylesi tutumları tecrit edebildiği oranda kendisini var edebilir.
İşte, faşist kurumsallaşma sürecini sertleştirerek yaygınlaştırmaya devam ettirmekte ısrar etmekle birlikte, ilerleyebilmek için ihtiyacı olan toplumsal desteğini gittikçe kaybeden iktidar koalisyonuna karşı, Mart 2019 seçim sonuçlarıyla yeniden kazandığı kendine güvenle, henüz yeterince güçlü ve parlak olmasa da daha hareketli ve yaygın bir hale sıçrayan halk hareketi, başka özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda solun kendisiyle yüzleşmesi ve zaaflarını aşması için de uygun bir zemin oluşturuyor. Yeter ki, oluşan yeni halk hareketliliğini kapsayabilecek günümüze özgü paradigmal bir tutum geliştirme cüreti ve gereksindiği sürecin emekçisi olma iradesi gösterilsin!
Solun şimdiki tutumlarının önemini gösterebilmek için tekrar da olsa güç dengelerindeki oynamaların yarattığı yeni konjonktürü tam da burada bir kez daha vurgulamak gerekiyor:
Gezi isyanı, halkçı-devrimci bir farklı düzen seçeneğinin ilk eskizlerine can suyu olmuştu. 7 Haziran 2015’ e dek inip çıkan dalgalar halinde kendisini güçlü biçimde gösteren ve seçimlerdeki zaferiyle Türkiye siyasal düzenini sarsan bu halkçı süreç, Suruç ve Ankara bombalamalarıyla simgeleşen vahşi bir şiddetle devlet tarafından bastırılıp güçten düşürüldü.
15 Temmuz 2016’da yaşanan Cemaat odaklı darbe girişimi sonrasında, darbeyi önceden haber alıp aldığı önlemlerle “Allah’ın lütfu” haline dönüştürerek kendi darbesini hayata geçiren Erdoğan’ın hamleleri, sadece kendi iktidarını sağlamlaştırmayı değil aynı zamanda halkçı enerjiyi ezerek sönümlendirmeyi de hedefliyordu. Bu saldırılar 2015 sonrasında inişe geçen halkçı muhalefeti daha da aşağı itmeyi becerebildi.
Ancak, Gezi’nin verdiği kapasite ve beceriler halk muhalefetini geri çekildiği konumda besleyip farklı biçimlerde de olsa harekete geçirebiliyordu. 2018 seçim sürecinde yapılan canlanma yoklamaları ve 2019 yerel seçimlerindeki kazanımların üzerinden halkçı enerji şimdilerde yeniden ayağa kalktı ve kendi “bağımsız” yolunda ilerleyebildiği oranda güç kazanıyor.
Şimdi hem daha yüksek zeminlere çıkabilmek için mayalanan hem de olduğu kadarıyla fiilen kendisini gerçekleştirmeye çalışan halkçı enerji, Gezi’yi aşmaya yazgılıdır. Gezi’nin sistem içi ve dışı arasında belirsiz ya da aslında her ikisinde de bir biçimde var olan zeminini, sistem dışı özelliklerinin belirleyici olduğu halkçı-demokratik-devrimci bir zeminde ve “yeni bir toplumsal ve siyasal düzen” doğrultusunda aşmak günün görevidir.
Bu görev ancak, günümüz kapitalizminin belirlediği özgün devrimci-komünist zeminin üstünde kendisini var eden ve bu “tarihsel” komünist duruşu, ülkeye özgü halkçı-demokratik toplumsal güçler ve onların acil ihtiyaçlarıyla uygun bir yönelimin içinde ortaklaştırmayı beceren bir siyasal öncüyle gerçekleşebilir.
Siyasal öncü, ilkin, geçmişin demokratik devrim/sosyalist devrim ayrışmasını, arada yaşanan somut-tarihsel gelişmelerin yarattığı yeni gerçekliğe/gerçekliklere dayanıp “aşarak” kendisini kurmak zorundadır.
Geçmişin “despotik” yapısını kapitalizmin gelişmesine siyasal zemin sunan “oligarşik ve totaliter” bir biçim altında sürdüren, ama zorlanıp dağılma belirtileri gösterdiği günümüzdeki aşamasında, kendisini faşist bir zeminde yeniden örgütlemeye çalışan “devlet” bahsindeki “sorun”, kendisinin çözümünü hiç olmadığı kadar yakıcı halde dayatıyor. Bu noktada kendisini var eden “demokrasi” sorununun ürettiği halkçı-demokratik toplumsal güçlerin güncel ihtiyaçları ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır. Dolayısıyla, o “demokratik devrimi” içerir.
İkincisi, siyasal öncünün, kapitalizmin özellikle de son on yıllardaki gelişmesi sonrasında geldiği aşamanın birçok alanda ürettiği yeni sorunlarla yüzleşerek ve aynı noktadan farklı zeminlere savrulan siyasal güçlerle sınır çizerek kendisini yeniden kurma cüretini göstermesi gerekiyor. Ancak öylesi bir yeniden kuruluştur ki, toplumsal ve siyasal alanları keserek kendilerini var eden yeni anti-kapitalist dinamiklerle uygun ilişkilenme olanağını yaratabilir. Dolayısıyla, o bir ayağını da “sosyalizme” doğru atmaktadır.
Sonuç olarak, “devlet” bahsinde halen kendisini dayatan “demokrasi” odaklı bir yönelime ve çözüm gücü taşıyan önerilere sahip olan, ama başta “ekoloji” bahsinde olmak üzere güncel bir yakıcılıkla kendisini dayatan “anti-kapitalist” dinamiklerle de uygun bir yapıda ilişkilenen bir siyasal devrim programının pratikleştirilmesi gerekiyor.
Yeniden vurgulamalıyız ki, öylesi bir pratikleştirme ancak ve sadece hareket halindeki toplumsal dinamiklerle iç içe bir konumlanma ve günlük pratiğin içinde sağlanabilir.
6- İktidarın güncel hamleleri
İktidarın sermaye gücü olan MÜSİAD bir “sermaye cenneti” hayal etmiş ve tersinden-bizim taraftan bakarsak “işçi cehennemi” olacak olan “çalışma kamplarını” hükümetlerinden rica ediyor! Hatta sanki çok normal bir şeymiş gibi, kimseye sormadan sinsice Trakya’da inşa ettikleri böyle bir alanın ülkeye yayılmasını öneriyorlar.
Neymiş, işçiler dışarı çıkamayacakları özel bir alana hapsedilmeli, eşleri ve çocukları da aynı alanda ikamet etmeli imiş! Peki, o arada siz ne yapacaksınız, nerede oturacak, keyfinizi nerede sürecek, yemeğinizi nerede yiyecek, hangi ülkeleri gezecek, en önemlisi de cebinize kaç para atacak, doymak bilmez iştahınızı nasıl tatmin edeceksiniz?
Bu işçi düşmanlarına soruyoruz, “Madem isminizin önüne Müslüman kelimesini koydunuz, bre alçaklar, Kur’an’ın neresinde yazıyor bu kamplar? İşçileri sömürdüğünüz yetmiyor, dini inançlarını da o sömürünün malzemesi yapmaya utanmıyor musunuz? Utanmayacağınızı iyi biliyoruz da, o sömürdüğünüz yetmediği gibi bir de hapsetmeyi planladığınız işçilerin öfkesinden hiç mi korkmuyorsunuz?
Öyle ya, gün ola harman ola, şimdilerde hiç susmadan öttüğünüz “gecenin karanlığının neye gebe olduğunu” kim bilir?
Evet, çok açık ki, MÜSİAD patronları kendileri her türlü önlemlerini alırken işçilerin hiçbir önlemle desteklenmeden “mayın eşeği” gibi Pandemi ile savaşın ön cephesine sürülmesi “yetmez” diyor ve Amerika’da zenci Floyd’a yapıldığı gibi, ek olarak işçilerin ellerinin arkadan kelepçelenmesi ve boğazına çökülmesi gerekiyormuş!
Eh, demek ki öyle, bakalım ne olacak?
Ama, hepimiz görüyoruz değil, MÜSİAD üyesi patronların bir bildikleri var; sırtlarını dayadıkları ve “sağlam” olduğunu düşündükleri bir duvar var!
Evet, Çin’den kaçan tedarik zincirlerini Anadolu’ya çağıran bir “Reis” en tepede oturuyor! Ülke böyle kalkınacakmış! MÜSİAD üyeleri de “Reisimiz işini bilir” diye düşünmüş olmalıdır.
Çin’de ucuz emek bulunca oraya akın eden ama şimdi kapitalist dünyanın hegemonya savaşının güncel ilişkilerinde yaşanan gerilimlerden dolayı kendisine konumlanacağı yeni coğrafya arayan küresel sermaye güçlerine deniyor ki “Biz de varız, bizde de emek ucuz, gelin sömürün; gerekirse sizin için işçileri içine hapsedeceğimiz çalışma kampları bile kurarız!”
Aman yanlış anlaşılmasın, en modern burjuvalarımızın toplandığı TÜSİAD üyesi patronlar da çalışma kamplarından çok memnun olacaktır. Madem işçinin boğazına çökmenin yeni bir yolu daha bulunmuş, hiç geride kalırlar mı, en önde koşturup yerlerini ayırtacaklardır.
Sadece işçinin çalıştığı fabrika ve yaşadığı evin şehirlerin dışında izole edilmiş alanlarda kurulması değil, hükümet patronlara epey zamandır en çok bekledikleri müjdeyi de veriyor, sırada kıdem tazminatlarına çökülmesi de var!
Kriz içinde çırpınan kapitalist ekonominilerinin çıkmazlarından işçilerin daha derinden sömürülmesi hatta neredeyse köleleştirilmesiyle çıkabileceklerini hesapladıkları anlaşılıyor.
Ancak, o yolda ilerleyebilmek için epey engeli aşmak zorundalar. Attıkları her “ileri” adımın astarı yüzünden pahalıya gelebilir!
En son gündeme getirilen kıdem tazminatı kazanımının fiilen tasfiyesi anlamına gelen yeni düzenlemeler, halk içindeki desteğini yitiren Erdoğan’ın sermaye güçlerinin desteğini sürdürebilmenin arayışı içinde olduğunu gösteriyor.
Kıdem tazminatı, sürekli yoksullukla savaşan ve ancak ayakta kalarak yaşamını sürdüren işçi sınıfının, hem özellikle ilerleyen yaşları için umut bağladığı hem de kolayca işten atılmasını engelleyen bir kazanımıdır. Ancak, işçiler için kazanım olan sermaye için kabul etmek zorunda kaldığı bir kayıptır ve on yıllardır bütün hükümetlerden ısrarla kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasını talep ederler. İşte, Erdoğan işçi sınıfının onca saldırıdan sonra elinde kalan en önemli kazanımının tasfiyesini hedefliyor.
On yıllardır sürüp gelen neoliberal soygun politikalarıyla hayatı zaten cehenneme dönmüş işçilere daha da yüklenmenin elbette bir faturası olacaktır. Boğazına dek yoksulluk bataklığına batırılmış işçiler daha da derine doğru bastırılınca, “Yaşama Hakkı!” dinamiklerinin harekete geçmesinden normal ne olabilir?
Yine de iktidar güçlerinin çıktıkları yeni yol ve hedefleri de çok açık, hiç gölgelemeden bilincine varmak, hazır olmak ve savunma için hamle yapmak zamanıdır.
Öte yandan, yokuş aşağı düşen ihracat ve turizm gelirlerinin yokluğunda zaten krizde çırpınan ekonominin dengeleri nasıl kurulacaktır?
Ya da, önceki zorlanmaların üstüne binen Pandemi koşullarıyla kapısına kilit vurmak zorunda kalan küçük esnaf yığınlarının öfkesi nasıl dindirilecektir? İktidara gelmesinde o dönem yaşanan esnaf ayaklanmasının özel etkisi olan Erdoğan, kim bilir belki de iktidardan düşerken başka bir esnaf tepkisiyle uğurlanacaktır. Aynı esnafın, MHP’ye de tepkili olacağı açıktır ve düşen oy oranları bir kopuşun başladığını gösteriyor.
Faşist hamleler
Erdoğan, kamuoyu yoklamalarının sonuçları kendisini epey telaşa düşürmüş olacak ki, farklı alanlara yayılmış hızlı ve çok yönlü hamlelerle daralan yaşam alanını genişletmeye, yeni nefes alma kanalları bulmaya-yaratmaya çalışıyor.
2-3haftalık bir dönemde olanlara kısaca değinirsek, nasıl bir çırpınışla ayakta kalmaya çalıştıklarını daha iyi görebiliriz.
1-Avrasyacı devlet kliğinin özel bir parçasına yönelik tutuklama operasyonunun 30 Ağustosa dek sürecek ordu terfi ve emeklilik sürecine bir giriş olarak başlatıldığını tahmin edebiliriz. İktidar koalisyonunun bir parçasına yapılan dışlama operasyonunun, Avrasyacı kiliğin diğer kanadı olan Perinçek ekibi tarafından sessiz bir onayla karşılanması kimi beklentiler üzerinden olmalıdır.
Yine de, şimdi ABD ile tazelenmeye çalışılan eski nikahın bir yan ürünü olarak, beklentisinin tam tersine tasfiye süreci bu ekibe de uzanabilir. MHP kanadından Perinçek’e yönelik salvolar, kara kuvvetleri komutanının bilinen MHP’li kimliğiyle birlikte düşünülünce, boşuna yapılmıyor olabilir. Ancak böyle bir tutumun, zaten partilerinin MHP’lileşmesi dolayısıyla rahatsız olan kimi AKP’lilerdeki rahatsızlığı arttıracağını saptayabiliriz.
2- Her zaman yasama döneminde “görmezden gelinerek bekletilen” milletvekillerine yönelik mahkeme kararlarının “bir gece aniden” Meclis’e getirilerek 2 HDP’li ve 1 CHP’li milletvekilinin ve arkalarındaki yüzbinlerce oyun Meclis’ten dışlanması, iktidarın hedefine doğru yürümekte kararlı oluşunun bir göstergesi olarak okunabilir.
Gerilimi yükseltmek ve sonra uygun bir tarzda yapılandırarak yönetmek zaten iktidarın “en iyi” yaptığı işlerden birisi değil mi?
Ancak, “güçlü” olunan dönemde hep kazandıran bu metodun “zayıflama” sürecinde aynı sonucu yaratamama ihtimalinin pek değerlendirilemediği görülüyor. Nitekim, hastalık üzerinden cezaevlerinde yaşanabilecek olumsuzlukların yaratacağı tepkilerden çekinildiği için, iki “eski” milletvekili daha sonra ev hapsine alındı. Yine de, artık başkasını yapma kapasitesi olmayan iktidarın faşist yürüyüşünün talepleri yönünde her an yeni muhalif milletvekillerinin düşürülmesi yönünde tutum geliştirmesi beklenmelidir.
Bu süreçte, iki olgu öne çıktı; CHP’nin sadece kendi üyesine sahip çıkıp HDP’lilere sahip çıkmaması, kendisiyle ilgili hala umut taşıyan demokratların bilincine kazındı. HDP ise, CHP’li milletvekilini de vurgulayarak tepkisini “demokrasi” zemininde dillendirdi. Bu tutum, HDP’ye kazandırdı.
HDP, daha da ileri hamle yaparak, neredeyse her gün üstüne yüklenen onca baskıya rağmen Hakkâri ve Edirne’den iki kol halinde başlayıp Ankara’da sonlanan bir demokrasi yürüyüşüyle, kendisine vurulan darbeye karşı militanca bir karşı duruşu örgütlemeyi başarabildi.
Bu duruş, iktidarın öncesinde yaptığı ağır tehditlere rağmen hayata geçirildiği için, iktidarın gücünün ve manevra alanının sınırlarını gösterirken, iktidara yönelik tepkileri CHP tarafından hayata geçirilmek bir yana sözle bile dillendirilmeyen CHP sempatizanı bazı halk güçlerinde HDP’ye yönelik bir sempati yarattı. Sonuçta, HDP evet 2 milletvekilliğini kaybetti, ama siyasal etki alanını genişleterek “daha fazlasını” kazandı. Üstelik, Leyla Güven’in şahsında bir müddettir süregelen ve kahramanlaşma düzeyine sıçrayan özel bir siyasal liderleşme süreci yeni bir ivme daha kazanmış oldu. İktidar, tıpkı belediyelerde olduğu gibi, zamana yayılarak tepkileri bölen bir metotla bütün HDP’li milletvekilleri aynı “düşürülme” sonucuna sürüklemeyi deneyecektir.
HDP’nin “yürüyebilmesi” bir müddettir “kapalı” olan “sokak” kapısını açtı, arkasından başka güçler de aynı kapıdan geçerek sokağı yoklamaya başladı.
3- Turgut Öker’e verilen ceza da tamamen hukuksuz, keyfi niteliği bir yana, Öker’in şahsı üzerinden Alevi inancına atılan bir tokat olarak görülmelidir. Bu cezanın arkasındaki irade açıkça diyor ki: “Haddinizi bilin, biz bir şey söylemeden siz başınızı eğin, ezer geçeriz!”
Bir inancın önemli bir politik önderine böyle densizce davranmak, mahkemenin değil siyasi iradenin bilinçli bir tutumu olarak ve gelecekte Alevilerle ilgili olası yönelimlerin bir girişi olarak anlaşılmalıdır. Kitlesi çözülen iktidarın merkez kanadı, o çözülmeyi durdurabilmek için Alevi düşmanlığını körüklemeyi hesaplıyor olmalıdır. Hemen belirtelim ki, böylesi bir yönelim Alevi inancına sahip halk kesimlerini “kontrol” edilerek sisteme içerildikleri CHP’den kopuşlarının önünü açacaktır.
4- Barolar, TTB ve TMMOB üzerine yapılan saldırı planları ise, ilk tepkiyi bulundukları şehirlerden yola çıkıp Ankara’ya yürüyen avukatları harekete geçirerek almış oldu. TTB ve TMMOB’nin de kendi ihtiyaçları üzerinden hareketleneceğini düşünebiliriz. Erdoğan, boş arazide yürümüyor, muhalif güçlerin de biriken öfke ve enerjileriyle iktidar alanının zayıflama belirtilerinin üstüne yürüme eğiliminde olduğu görülüyor.[2]
5- “Bekçi” ünvanı verilip üniforma giydirilerek dokunulmazlık kazandırılan AKP ve MHP militanlarının yetkileri arttırıldı. Faşist kurumsallaşma sürecinin sokak düzeyine dek nüanse edilmiş hali olan yeni örgütlenme, baskının ve seçilmiş biyo-politik yaşam yöneliminin sokak düzeyinde de dayatılacağı anlamına geliyor. Daha da ötesinde, oluşan halk muhalefetinin sokaklara çıkması halinde daha çok caddeleri kontrol eden polisi sokaklarda destekleyecek yeni bir kurumsallaşma kurulmuş ve buraya yerleştirilen işsiz iktidar sempatizanları devletin parasıyla beslenmiş oluyor.
Burada özellikle öne çıkan bir durum, iktidarın nefret nesnesi olan kadınları hedefleyen yönelimdir. Bu nefret yasasına göre, henüz evlenmeyen ya da dul olan kadınlar AKP ve MHP’nin erkek militanları olan “bekçiler” tarafından “uygun” yaşayıp yaşamadıklarını kontrol edebilmek için “yasal olarak” gözetlenebilecektir. Kadın hareketinin erkek egemenliğinin en çıplak halinin yasa halinde dokunulmazlık kazandırılarak utanmadan ve arsızca dillendirilmesine karşı kendi yaşama hakkını savunacağı açıktır. Taciz, tecavüz ve cinayetlerin zirve yaptığı dönemin sorumlusu olan sefil anlayışın, bilinen kadın düşmanlığını hiçbir sınır tanımadan kadınları boğacak bir biçimde genişletme niyetinde olduğu anlaşılıyor.
Yeni bir Sarıkamış faciası mı?
6- Bölgede yürütülen hegemonya mücadelesi ise hem hızla derinleştirildi, hem de alanı genişletildi.
Suriye’de İdlip odaklı bölgeden başlayarak tüm operasyon alanlarında Türk lirasının kullanılmasına geçiş, o bölgelerde TC devletinin askeri-politik-idari düzlemlerdeki derinlemesine yerleşmesiyle birlikte düşünüldüğü zaman, açıktır ki, bu özel bir coğrafyada (Kuzey Kıbrıs benzeri) bir fiili durum yaratılmak hedeflenmektedir.
İktidar yanlısı Yeni Şafak’ın Göbels özentili başyazarı Karagül’ün “Misak-ı Milli” sınırları olarak öne çıkardığı Halep-Musul ekseninin kuzeyi üzerinde hak iddia etmesini ciddiye alırsak, sınırları daha da genişleyecek bu coğrafyada kalıcı bir konumlanma arzusu söz konusudur.
Bağlı olarak, Kuzey Irak/Başur-Güney Kürdistan coğrafyasında da Suriye’dekine benzer biçimde bir fiili durum yaratarak yol almak istendiği görülüyor. ABD ve Barzani ailesinin de onayı alınarak yapıldığını tahmin edebileceğimiz güncel askeri hamlenin henüz bir sonuç alamadığı ve Süleymaniye başta olmak üzere birçok yerelde Kürt halkının tepkisiyle karşılaştığı görülüyor. Aynı bölgedeki önceden kurulmuş askeri karakollarla birlikte düşünüldüğünde, şimdi yapılan hamlenin, zaman içinde fırsatını buldukça ilerleyerek Kerkük ve Musul’a dek uzanacak bir “yayılım” arzusunun ve o yöndeki fiili girişimlerin bütünselliği içinde değerlendirilmesi gerekiyor.
Varlığı bilinen petrol-doğal gaz zenginlikleri üzerinde hak iddia etme hedefiyle bulunulan Libya ise, varlığı henüz yeni saptanan doğal zenginlikleriyle Doğu Akdeniz üzerindeki egemenlik iddialarının bir uzantısı olarak ve yine alan genişletilerek konumlanılan yeni savaş alanı oldu.
Hiç gizlenmeden söylendiği gibi, Libya’daki petrol ve doğalgaz zenginliklerini kontrol ederek Türkiye kapitalizminin kalıcı sorunu olan sermaye ihtiyacını gidermeyi amaçlayan bu hamle, Suriye’den getirilerek “mayın eşeği” olarak kullanılan paralı askerlerce ve yine açık kaynaklardan öğrenildiği kadarıyla TC ordusunun kurmay ve MİT’in istihbarat desteğiyle yürütülüyor.
Üstelik, sadece petrol-doğal gaz değil, Libya’daki konumlanma, aynı zamanda Tunus ve Cezayir’deki gerici siyasi hareketlerle ortaklaşarak gerçekleştirilecek TC hegemonyasında bir Kuzey Afrika inisiyatifi ve bu inisiyatif üzerinden hem Mısır’a hem de Afrika’nın zengin kaynaklarla dolu geniş coğrafyasına doğru “yayılmayı” da hedefliyor.
Sürekli büyüyen savaş coğrafyası, içinden çıkıp geldiğimiz devlet geleneğiyle birlikte değerlendirilince, aklımıza ister istemez Osmanlı imparatorluğunun çözülmesini engellemekte zorlanan İttihatçıların “son çare” olarak gördüklerinden olacak Enver Paşa liderliğinde yaptıkları “Huruç” harekâtı ve onun kahredici sonucu olarak Sarıkamış dağlarında donarak yaşamlarını kaybeden on binlerce Anadolu köylüsü geliyor! En ufak bir komutanlık sorumluluğu taşımadan emrindeki askerleri sırf kendi açmazını aşabilmek için bile isteye ölüme sürüklemenin nasıl bir alçaklık olduğunu bin kez vurgulasak yine de yetmez!
Peki, aslında Abdülhamid hayranı olan Erdoğan acaba padişahı deviren ekibin öncülerinden olan Enver Paşa’nın yolunda yürüyüp onun başaramadığını başarmak mı istiyor?
Öyle ya, kapitalist kodlarla dönüştürülerek bir biçimde korunan “despotik” genetiğin kendi sorunlarını başka coğrafyaları talan ederek çözme tutumunun (adeta metastaz yapan kanser hücresine özenip) uzun bir tarihsel sıçrama yaparak kendisini yeniden canlandırması sürecinin içinde olabiliriz.
Öyleyse, hemen belirtmeliyiz ki, bu coğrafyada yaşayanlar olarak hep beraber ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.
Dünyanın küçük bir köye dönüştüğü ve silahların yıkım gücünün olağanüstü bir yapı kazandığı günümüz koşullarında, bir yandan kapı kapı dolaşıp dolar ve turist dilenirken, öte yandan emperyalist zirveden yerel devletlere kadar yayılan bir düşman bloğuna karşı savaşa girişmek, Enver Paşa’nın yaptığı “hatanın” çok daha büyüğünün “bir de ben deneyeyim, bakalım ne olacak” denilerek hayata geçirildiği anlamına gelir.
Irak’tan Libya’ya dek uzanan ve derinlemesine “yayılmayı” da hedefleyen Erdoğan öncülüğündeki iktidar koalisyonunun “yayılmacı” yönelimleri; emperyalist çekirdekteki hegemonya çatlağını abartarak, yaşanan hegemonya gerginliklerinin yeryüzünün farklı coğrafyalarında yarattığı boşluğu her gücün istediğini yapabileceği bir düzeye yükselten bir değerlendirme zaafı üzerinden üretiliyor olmalıdır.
Nitekim, çıkılan yolun geldiğimiz güncel aşamasında, ekonomik ve askeri olarak “bağımlı” yapısına rağmen “boyundan büyük” işlere soyunan iktidar koalisyonu, çıkarlarını zedelediği bir dizi küresel ve yerel gücü kendisine karşı konumlandırmayı becerdi! Bölge düzleminde Mısır-Suudi Arabistan- BAE ekseninin gittikçe sertleşen direnişi ve küresel güç Rusya ve Fransa’nın direnciyle yüzleşen “yayılmacı” yönelimin, ısrar edip çıktığı yolda ilerlerse söz konusu güçleri askeri tutumlar almaya zorlayacağı görülüyor.
İşte, tam da bu noktada, kendi askeri girişimlerine karşı oluşan yerel ve küresel direncin saldırıya geçme eğilimlerini gören iktidar koalisyonu, ABD ile “nikah tazeleyerek” kazanacağını umduğu bir güvence arayışına girdi.
Ancak, umulanın aksine, söz konusu yeni “nikah”, aslında içine sürüklenilen bataklığın yıkım gücünü daha da arttırmaktan başka sonuç üretmeyecektir.
Irak’ta Kürtlerin askeri direnişinin, Suriye sahillerinde toplanan Rus savaş gemileri ve Suriye ordusunun savaş hazırlıklarının, Fransa’nın NATO ve AB üzerinden yaptığı diplomatik hamlelerin, şayet çıkılan yolda ilerlemekte ısrar edilirse, ABD tarafından engellenivereceği mi sanılıyor?
İlkin neden, evet ABD bu “iyiliği” neden yapacak ya da şimdiye dek ABD’nin kime “iyiliği” olmuş?
Tam tersine, ABD, çok iyi bilinen bir emperyalist tutumla, söz konusu yüksek gerilimle yüklü çatallanmaları tam da kendisine yakışan bir özel bilinçle “çözmeyecek”, hatta kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceği bir yapıya sokarak bilinçlice sürdürecek, kendisine “sığınan” Türkiye’nin “bağımlı” statüsünü bu süreçte daha da derinleştirmeyi amaçlayacaktır.
Nitekim, Trump’ın Türkiye konusunda danışmanı olan senatör Lindsey Graham, ABD’den istenen güvencenin sağlanabilmesinin ilk şartlarını hemen açıkladı: Çin ürettiği için ABD tarafından engellenmeye çalışılan, ama birçok dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de devreye alınması planlanan 5G’den vazgeçilmeli, 2.5 milyar dolara alınan Rusya’nın ürettiği S-400’ler kullanıma sokulmamalı ve Afrika’da gücünü arttıran Çin’e karşı ABD ile ortak hareket edilmelidir.
ABD’nin, Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ilişkisini sınırlayarak tek taraflı olarak kendisine bağımlı olmasını ve hatta Çin-Rusya eksenine karşı “kullanılmayı” kabul etmesini hedeflediği anlaşılıyor. Tıpkı şimdi Libya’ya gönderilen teröristler gibi, Türk ordusu ABD tarafından “kullanılacak” ve yeni “Kore” maceralarına “mayın eşeği” olarak sürülecektir.
Eh, zaten ABD gerçekliği de bundan başka bir şey değildir ki!
Bu noktada özellikle vurgulanması gereken bir olasılık, 90’larda yazılan “Medeniyetler Çatışması” kitabından çıkıp geliyor. O dönemlerde Amerikan devletinin politika oluşturucu alanında konumlanan “yazar” Huntington, Sovyetlerin çözülüşünün yarattığı yeni dünya gerçekliğinde ABD’nin emperyalist zirvedeki konumlanmasının nasıl yeniden örgütlenebileceğini inceleyip öneriler sunuyordu.
ABD önderliğinde oluşan yeni dünya düzeninin en tehlikeli düşmanı olarak Müslümanlığı gören bu incelemede, Türkiye’ye Müslüman dünyasını ABD liderliğindeki sisteme eklemleme görevi veriyordu. Yazara göre, M. Kemal’le içinde var olduğu Müslüman dünyasından koparak Batı’ya yönelen-Batı’lı olmaya özenen Türkiye yanlış yapmıştı, bir an önce kendisinin gerçek yerine dönmeli ve Müslüman dünyaya “önderlik” yapmalıydı.
İşte, “yeni nikah tazeleme” olayının ABD açısından bu yönde bir anlamı da olabilir. Bu politika halen “uygulanabilir olasılıklar” skalasının içinde bulunuyorsa; kaldıramayacağı gerilimlerin içinde üstelik cebinde 5 kuruşu olmadan çırpınan Türkiye’yi zayıf konumda yakalayarak ve gözü kendi iktidarını biraz daha sürdürmekten başkasını görmeyen bir muhterisin açığını kullanarak yol alınmak isteniyor olabilir.
Peki, iktidar koalisyonu “yayılmacı” tutumlarıyla “yanlış” mı yapıyor ya da olup bitenler sırf Erdoğan’ın “keyfi” bir nostaljik tutumla Osmanlı imparatorluğunu yeniden diriltme hayallerinin mi ürünüdür?
Böylesi bir değerlendirme yüzeysel olacaktır. Sorunun ana dinamiği TC sınırları içinde gelişen yerel kapitalizmin acil güncel ihtiyaçlarının içinden çıkıp geliyor.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme düzeyinin dayattığı “ucuz emek ve bağımlı pazar” ihtiyacının çözümü doğrultusunda yönelim talep eden kapitalist rasyonalitenin zorlamasıyla devlet tarafından yapılacak bir bölgesel hegemonya girişimi, egemen güçlerin bütünü açısından “anlaşılır” ve hatta “arzulanır” bir tutumdur. Evet, “bağımlı” da olsa yerel bir kapitalizm gelişmiştir ve kendisinin ana sorunu olan sermaye yetersizliği dahil olmak üzere açmazlarını aşma amacıyla çırpınmaktadır.
Eh, “yayılmacılık ancak sermaye birikimi sınırları aşacak bir seviyeye ulaşmışsa olabilir” denecekse, “kitabi” olarak doğru bir tespit yapmış olursunuz, o kadar! Kitaplardan hayata bakmak (o kitaplarda yazanlar gerçekliğin oluş koşullarının ve varlığının doğru bir analizi üzerinden yapılan kavramsallaştırmalar tarafından belirleniyorsa) bakışa derinlik kazandırır; ama yetmez, aynı zamanda hayatta olup bitenlerden de kitaba yönelmek gereklidir. Evet, Türkiye kapitalizmi sermaye yetersizliği yaşıyor, ama ulaştığı üretim kapasitesi kendisinin kontrolünde olacak yeni pazarlara ihtiyaç duyuyor, ihraç pazarlarındaki rekabet koşulları da onu ucuz emek arayışına itiyor.
Dolayısıyla, sistem açısından bakarsak, bir “hata” varsa sorun “yayılmacı” yönelimin kendisinde değil, onun hayalden çıkıp pratikleşerek başarılı olmasında belirleyici olacak olan somut gerçekleşme halinde, yani “yayılmacılığın” çapı, derinliği ve yürütülüş tarzında!
TC’nin gücü, böylesi geniş bir coğrafyada, kendi parasını kullandıracak ve doğal zenginliklere el koyup işletebilecek derinlikte ve özellikle de “tek başına egemen” olduğu biçimde bir “yayılım” yapmaya yetmez! Cüret, iyidir; ama gerçeklerden büsbütün kopuksa, ilgilenmediği gerçekler onu sarıp sarmalamaktan vazgeçmeyecektir!
Dolayısıyla, evet, yerel kapitalizmin “yayılmacı” talepleri doğrultusunda davranılması “anlaşılır” bir durumdur, ama TC hiç unutmaması gereken bazı gerçeklerle uyumlu bir “yayılım” yapmak zorunda. Küresel gerçekler “uyumlu” olmayı “tercih” hafifliğinde değil “zorunluluk” ağırlığında belirliyor; “pazarlık payı”, söz konusu “uyumun” sınırları içinde “koparılacak” olanların çapıyla ilgili olan “dar” bir alanda yaşanabilir.
İşte, küresel hegemonya alanında yaşanan iç gerilimler ve dengesizlikler dolayımıyla oluşan boşluklar, TC gibi ülkelere önceki zamanlara göre daha fazla hareket serbestliği yaratıyor; ama orada burada oluşan boşluklar her yerin boş olduğu ya da her şeyin yapılabileceği anlamına gelmez. Başta ulus devletler olmak üzere, sermayenin çıkarlarına hizmet eden her öznenin hareketini sarıp sarmalayan emperyalist güç ilişkileri ortadan kalkmamış ama kısmen gevşemiştir, işte o kadar!
Öte yandan, sermayenin yayılımının yeryüzünün tümünü kontrol edebilecek bir genişliğe ulaşması ve yeryüzündeki toplumsal yaşama nüfuz etme derinliğinin de neredeyse bütün toplumsal süreçleri pazar ilişkileri üzerinden kontrol edebilecek seviyeye yerleşmesi, sermaye ilişkilerinin ulaştığı hız, zenginlik ve kompleksliğiyle birleşerek, emperyalist zirvenin kendisinin küresel hegemonyasını sürdürürken ek “denge-bağlantı-konumlanma” mekanlarına “ihtiyacını” ve bağlı olarak da kendi dışında tuttuğu “alt-emperyalist” güç alanlarına yol vermesini belirledi.
Bu özel güç alanları/devletler, emperyalist zirvenin yeryüzündeki hakimiyetini sürdürmesi için gereken “kullanışlı aletler” olarak iş görüyor ve elbette kendileri de bu konumdan avantajlar sağlıyor. “Alt-emperyalist” konumlanma, emperyalist zirvenin “dışında” ama onunla yeryüzünün diğer coğrafyaları arasındaki bir konumlanmadır ve “kalıcılık” kapasitesi hem üstünden hem de altından sürekli zorlandığı için zayıftır, sürekli yeniden kazanılması gereken kendine özgü bir seviyededir.
Evet, emperyalist güçler mutlak ve sınırsız bir güce sahip değiller ve ek desteklere “ihtiyaç” duyabilirler. Öte yandan, istenen desteği verecek çapta olmaları olan gereken “alt-emperyalist” güçler, bağımlılık” ilişkileri içinde konumlanmaya devam edecekler, o ilişkiler tarafından kontrol edilerek emperyalist düzenin daha da güçlenmesine hizmet edecek bir tarzda hareket edeceklerdir.
İşte, emperyalist ilişkilerin kontrol kapasitesindeki zayıflamanın yarattığı boşluklarla, “alt emperyalist” bir konumlanma olanağının kesişmesinin TC egemenleri açısından özel bir fırsat yarattığı açıktır. Bu fırsat, yerel kapitalizmin ulaştığı seviyenin yeni pazarlar ve ucuz emek ihtiyacıyla birleşerek kendisini gerçekleştirme yönünde ek bir “yerel” ivme daha kazanır. İşte, Erdoğan önderliğindeki iktidar alanının tam da burada rol oynamaya çalıştığını görüyoruz.
Ancak, bu sürecin boşlukta ve keyfi değil de birçok açıdan belirlenerek yapılanan gerçekliği, “alt emperyalist” bağımlılık konumlanmasına yerleşerek yol almayı dayatır. Kapitalizmin özel tarihi içinde savaşlarla inşa edilmiş “bağımlılığı” aşmak, ancak istisnai durumlarda, söz gelimi yeni bir dünya savaşı gibi “sürpriz” gelişmeler üzerinden yaşanabilir.
Erdoğan, ne kadar sakınımlı ve dengeleri gözeterek yürütülse de her durumda yerel ve küresel birçok gücün çıkarlarını darbeleyeceği için yüksek risk içeren “yayılmacı” politikaları, iyi bildiğimiz “taşra kurnazı” tarzıyla ve ek olarak da sırtındaki yük olan “Müslüman Kardeşler ” ve “Kürt düşmanlığı” bagajlarıyla yürütmeye çalışınca işler çatallanıyor. Bu çatallanma her an ülkedeki dengeleri büsbütün bozacak “acı” bir “sürprizler” yaşatabilir!
“Ya tutarsa” ya da “neden olmasın, oluyor işte” gibi hamlelerle çıkılan seferler, şimdi ulaştığı seviyede neredeyse yayıldığı her alanda bir dizi yerel ve küresel güç tarafından sınırlandırılıp baskılanıyor ve buralarda yaşanacak askeri yenilgilerin sadece yaşandığı yerde kalmayacağı dönüp ülke içinde de Erdoğan’ı devirecek ciddi sonuçlar yaratacağı açıktır.
Tam da burada “yayılmacı” politikaların “küresel-bölgesel” belirlenimlerin ve dengelerin içinden yol alma zorunluluğunu yeterince önemsememe zaafı gibi, ilki kadar hasar yaratma kapasitesi olan diğer zaafına, ülke içi dengelerin yeterince gözetilmemesi zaafına da değinmeliyiz.
Evet, böylesi zorlu bir yola çıkanın kendi “içinin” dengelerini uygun bir zeminde kurması ve özellikle de devletin savaşa girecek düzeyde bir iç asabiyet taşıması ve toplumun olası savaşların risklerine karşı bütünsel bir asabiyete kavuşturulması gerekir. Sefere çıkan Erdoğan’ın arkasında ise, iç fraksiyonlarının ortaya saçılarak birbiriyle itişip kakıştığı kriz içinde bir devlet, yine kriz içinde bir ekonomi ve sürekli artan oranda kaybedilen bir toplumsal destek var! Ek olarak, on yıllardır her gün “bitirilmesine” rağmen günümüzde 4 ülkede birden askeri-politik faaliyet yürüten ve TC ile ülke sınırları içinde savaş halinde olan bir gerilla ordusu var!
“Yayılmacı” sürecin içerdiği yüksek risklerden herhangi birisinin bile gerçekleşmesi halinde, zaten bozuk olan iç dengelerin çökeceği açık değil mi?
İktidar, ülke içi dengeler tarafından boşluğu doğru sürüklendikçe, telaşla ve dengesizce “yayılmacı” politikalara sarılıyor, onları genişletip derinleştiriyor. Hesap bellidir, savaş ortamının yarattığı-yaratacağı özel ruh halinden yeniden destek üretilebileceği ve kazanılacak askeri zaferlerle o desteğin daha da güçlendirileceği hesaplanmaktadır.
Yani sadece bir “hesap kitap bilmeme” söz konusu değil, aynı zamanda iktidarı kaybetme korkusunun yarattığı özel bir telaş ve savrukluk da söz konusudur.
Şimdi tam da içinde bulunduğumuz anda yürütülen “yayılmacı” politikaların tıkandığı ve terse dönme olasılığının belirdiği bir özel döneme girdik. Bu “tıkanma” iktidar tarafından da görüldüğü için olsa gerek ABD ile “nikah tazeleme” ya da “yeni bir sayfa açma” devreye sokuluyor.
Ancak, tekrar edelim, o sayfanın gerçekten açılabilmesi için ABD’nin bazı “ricaları” var; ABD ile netçe birlikte durarak Çin ve Rusya karşıtı olmalı, Afrika da Çin’e karşı, Libya, Suriye ve Irak’Ta Rusya’ya karşı ABD’nin askeri olunmalı, satın alınan 5G iletişim sisteminden ve S-400’den de hemen vazgeçilmedir. Belli ki ve zaten emperyalist politikaların tarihinden iyi biliyoruz ki, istenen yönlerde adım atarak “bağımlılık” statüsü daha da derinleştirildikçe yeni şartlar birbiri peşi sıra gelecektir.
Sonuç olarak, “yayılmacı” politikaların kendi gerçek içeriğinden büyük ölçüde koparılarak iktidardan düşmemek için telaşla başvurulan biçare bir çare olduğunu ve ısrarlı oldukça ülkeyi boğucu bir bataklığa çekmekte olduğunu ve daha da çekeceğini vurgulamalıyız.
”Kutsal Aile”
7- Aile ve ahbap ilişkileri ile devletin iç içe geçtiği herkes tarafından görülebiliyor.
Devletin askeri ve mali işleyişinin damatlara verildiği en tepeden başlamak üzere, okul arkadaşları ve hemşerilere doğru açılıp saçılan bir keyfi biçimde devlete nüfuz etme, neredeyse en ufak nüansına kadar Saray’a bağlanan devletin işleyişi ve devlete ait “akçeli” işlerin ahbap-çavuş kapitalizmi denilebilecek bir düzeyde seçilmiş sermaye gruplarına paylaştırıldığı bir gerçeklik inşa ediliyor.
Böylece, polis ve MİT’in son durumuyla birlikte düşünülürse, devleti ele geçirme denilebilecek bir süreç hızı arttırılarak sürdürülüyor. Gittikçe belirginleşen bir “Ahbap-çavuş devleti” kendisini oluşturuyor. Ordu ise, bu sürecin henüz bir türlü “netleşemeyen” bir ögesi ve önümüzdeki 30 Ağustos bu anlamda özel önem kazanıyor.
Ancak, elde edilen sonuç yeterli görülmüyor olacak ki, devleti ele geçirme sürecine ek olarak özel bir “paralel devlet” daha örgütleniyor. Tıpkı hukuk alanında olduğu gibi, açıkça görülüyor ki, mevcut devletle iç içe ama aynı zamanda kendisine ait özerk hatta bağımsız bir alana sahip olan başka-“paralel” bir devlet daha var.
Öyle anlaşılıyor ki, hem devleti ele geçirme sürecinin güvenliği açısından hem de henüz devlette var olan başta iktidar ortaklarına doğrudan bağlı olan diğer “paralel devletçikler” olmak üzere kontrol-dışı alanların gücünü görüp ani gelişmelere karşı hızla tepki üretebilme gereksinimi üzerinden, tümüyle Erdoğan tarafından kontrol edilen olan özel bir “gizli” örgütlenme daha devrededir.
“Gizli” örgütlenmenin özel bir kurumu da Diyanet!
Bir statü değişikliğiyle çeşitli ülke sorunları hakkında “karar verici” bir zemine yükseltilmeye çalışan kurum, siyasal ve toplumsal alanın Erdoğanist İslam’ın biyo-politik tercihleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasının bir aracı olarak yeniden örgütleniyor.
Ancak, belirmeliyiz ki, bu sürecin mantık sonuçlarına ulaşarak devletin bütünüyle fethedilmesi neredeyse imkânsız bir hedeftir. Hepsi de kendisini gösteren devlet içi farklı fraksiyonlar ve elbette bizzat sermayenin kendisi de farklı zeminlerde konumlanıp değişik hedeflere yönelen küçümsenemeyecek güçlere sahiptir. Hatta Erdoğan şayet halen iktidarda ise, bu güçlerle koalisyonu sayesinde ve kendisini mutlak güce kavuşturup diğerlerini etkisizleştireceği bir hedefe doğru yapacağı herhangi bir sakınımsız-hesapsız hamle, zaten olağanüstü hassas dengelerde tutunabilen iktidar koalisyonunu bozarak, diğerleriyle birlikte Erdoğan’ı da düşüren ani bir gelişmeyi tetikleyebilir.
8- Son olarak, neredeyse iki aydır sürekli gündemde tutulan Ayasofya ve LGBTİ+ konusuna değinilmeli. Her iki konu da hem özel içerikleri hem de sürekli gündemde tutuluşlarının “gizli” güncel gerekçesi açısından değerlendirilmelidir.
Açıkça savunulan içerik, başka bir inancın/Ortodoks Hristiyanlığın “kutsal” mekânı olan Ayasofya’nın “kılıç hakkı” olarak İslam mabedine dönüştürülmesidir. Fethin henüz tamamlanmadığı, ancak Ayasofya’da İslami ibadet yapılırsa İstanbul’un gerçekten fethedilmiş olacağı savunuluyor. Mescid-i Aksa’nın silah gücüyle Yahudi sinagoguna çevrilmesine eşdeğer olan bu tutum, iyi bilinen tekçi-despotik tarzın inanç alanındaki tezahürüdür.
Hem yansıttığı Ortodoks inancının kutsalı hem de mimari-estetik bir şaheser olması üzerinden insanlığın ortak değerlerinden birisi olan bu mabedin, bütün inançların ibadet edebileceği ve isteyen herkesin ziyaret edebileceği bir müze olabileceği özel bir düzenlemeye kavuşturulması gerekiyor. Yapılmak istenen ise, başka bir inancın “kutsal” gördüğü bir mekânı işgal etmektir.
İçerik, aynı zamanda İslam’ın Erdoğanist yorumunun topluma nüfuz etmesine ivme veriyor. Bu açıdan bakarsak, Erdoğanist İslam’ın başka inançlara “fetihçi” tarzda yaklaşarak “işgal” etme amaçlı ilişkilenmeyi esas alan “despotik” yapısını toplumsallaştırmaya çabaladığını saptayabiliriz.
Bu tutumun hayatın diğer alanlarındaki yaklaşımlarla son derece “uyumlu” olduğu açık değil mi? TC’nin yeniden yapılandırılmasının faşist karakteri öncesinden devraldığı “despotik” tutumları farklı biçimlerde de olsa derinleştirerek kendisini inşa ediyor.
Ayrıca, kimse bu tutumun sadece Ortodoks inancıyla sınırlandırılmasını beklememelidir; başta “Alevi” inancının şeytanlaştırılması olmak üzere, şimdi inşa edilen faşist yapı kendi yolunda ilerledikçe “İslamın farklı yorumlarıyla” da düşmanlaşması kaçınılmazdır. Hemen sınırların ötesinde olup bitenler, bu olasılıkların vurgulanmasının afaki bir değerlendirme olmadığı konusunda yeterince ikna edici olmalıdır.
İkincisi, dünya tarihi boyunca ve şimdi de yeryüzünün bütün bölgelerinde kendisini var eden bir insani gerçeklik olan LGBTİ+ bireylerin şeytanlaştırılması da bunun doğal bir insani durum değil çürüme olduğu içeriğiyle savunuluyor.
Burada esas olan, faşist bir zeminde yeniden örgütlenmeye çalışılan devletin içinde yaşayacak toplumun “cinsellik rejiminin” inşasına verilen yeni ivmedir. İçinde doğup büyüyerek kendilerini var ettikleri “cinsellik rejiminin” bütün topluma dayatılarak yayılması ve cinsellikle ilgili bütün alanlara nüanse edilerek derinleştirilmek istendiği anlaşılıyor. Yeni hamle için LGBTİ+ bireyler “uygun” görülmüş!
Kadın düşmanlığı ve LGBTİ+ bireylerinin şeytanlaştırılması, aynı madalyonun farklı yüzleri olarak iç içe var olarak yeni “cinsellik rejiminin” omurgasını oluşturuyor. Kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetleri kışkırtan bu “rejim”, aynı tutumların LGBTİ+ bireylere de uygulanmasını kışkırtıyor. Çocuk yurtlarında yaşanan utanç verici olayların da gerçek zemini olan bu despotik “cinsellik rejimi”, asla kendisini sınırlamayacak, fırsatını bulduğu her an yayılıp derinleşerek insan yaşamının bir kalıcı gerçekliği olan cinsel yaşantının bütün yaşanma hallerini, uygun gördüğü bir yapıya ve biçimlere zorla sokmaya çalışacaktır.
Toplumsal yaşantıyı özel ve belirleyici alanlarının birinden yakalayarak kendi çıkarlarına uygun hale sokmayı hedefleyen söz konusu “cinsellik rejimi”, doğanın gerçeklikleriyle savaşmak anlamına gelen yapısının bir sonucu olarak, en başta da “bastırılarak içe atılması” istenen normal cinsel ihtiyaçların yaratacağı “açlık” üzerinden her türden sapkın eğilimi besleyecektir.
Bu “rejimi” kullanarak, düşman olarak gördükleri toplumun neşesini ve canlılığını kötürümleştirmeyi, çarpıtıp biçimsizleştirmeyi ve sönümlendirmeyi hedefliyorlar.
Sadece “cinsellik” değil, insani-toplumsal varoluşun ele avuca gelmeyen, kontrol edilemeyen ve istedikleri kalıplara sığmayan her türlü hali faşizmin düşmanıdır.
Ancak hem Ayasofya hem de LGBTİ+ bireyler konusunda birbiri peşi sıra sivriltilen tutumların “gizli” sebepleri de var.
İlkin, her iki konu üzerinden, ekonomi ve hastalık alanlarında parlayarak birçok başka alana da yayılan kriz koşullarının yarattığı gerilimlerin gölgelenmesi ve söz konusu gerilimlerin ürettiği öfkenin mümkünse bilinçlice şeytanlaştırılan sahte hedeflere yönlendirilmesi hedeflenmektedir.
Evet, asgari yaşam standartlarının altına düşmüş geniş yığınların, işsiz ve çaresizce yoksul milyonların, iflas eden esnafın ve bir dizi yanlış tercihin bedeli sonucu olarak ülkemizde kök salan Pandeminin ağır sonuçlarının can yakıp öfke biriktiren gerçekliğinin gölgelenmesi ve biriken öfkenin “sahte” hedeflere yönlendirilmesi isteniyor. Öfkenin yöneldiği alanlarda da Erdoğanist bir İslam ve Erdoğanist bir “cinsellik rejiminin” toplumsallaşmasına hizmet edilecektir. Halkın öfkesinin, çürütülüp çöpleştirilerek zararsız hale getirildiği, hatta başka halk güçlerine yöneltilerek kendisine vurduğu bir çıkmaza sokularak tüketilmek istendiği açık değil mi?
İkincisi, tarih içinde oluşup güçlenmesinde bizzat kendi öncüllerinin belirleyici katkısı olan toplumdaki gerici önyargıları okşayarak ve sonra da devletin sağladığı imkanları kullanıp güçlendirerek; çözülen toplumsal desteklerini yeni yüklenen bu gerici asabiyetlerle yeniden konsolide etmeyi, şimdilerde hızlanma eğiliminde olan kaybedişlerini hiç olmazsa yavaşlatmayı hedefliyorlar.
İlkin, sırf bu tutumları üzerinden karşıtlarından kendisine ek bir güç çekmeleri günün ağır koşullarında oldukça zor görünüyor. Ek olarak, böylesi tutumların üreteceği yeni gerilim ve çatışma potansiyeli üzerinden, istediklerinin tam tersine, kendi destek alanlarının dış çeperinde hala tutunan ama artık “istihap haddini” doldurarak yorulmuş ve ek gerilim ya da çatışma istemeyen kimi destekçilerini kaybetmeyle de yüzleşebilirler.
Esneme ve kapsayıcılık kapasitesini artık neredeyse tümüyle yitiren iktidar koalisyonu, kendi iç gerilimlerini dışsallaştırmak, karşısında biriken toplumsal öfkeyi çürütmek ve çözülen destek alanını koruyabilmek için benzeri provokatif tutumlar gerçekleştirmeye devam edecektir. Provokasyon ve farklı biçim ve şiddette ama sürekli uygulanacak şiddet, sonuç alıp alamayacağından bağımsız olarak şimdi elde kalan tek çare olarak hep devrede olacaktır. (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] Yazı bittikten sonra gerçekleşen “Ayasofya’nın camiye çevrilmesi” olayı, elbette bütün halk güçlerini ama özellikle de “Halkçı Kemalistleri” daha kararlı ve militan bir duruş konusunda zorluyor. Sadece “açılma” değil, o arada olup bitenler, özellikle de üretilen söylemler çok açık bir “İslami düzene geçiş” hamlesi olarak gerçekleştiriliyor. Sırada, şimdi konuşulmaya başlanan “Halifelik” kurumunun bir biçimde yeniden kurulması olmalıdır. Bu coğrafyanın tarihsel derinliği despotizmin her biçimine “ebelik” etme kapasitesiyle yüklü olduğuna göre, Ordu/“Seyfiye” den alınan “hamilik” statüsü Halifelik/“İlmiyye” ve “Seyfiye” nin ortaklaşması üzerinden neden devreye sokulmasın? “İyi de 21. yüzyılda yaşıyoruz” diyebilirsiniz, ama dengesizlik “yeni normal” olduğuna göre, kayalara çarparak parçalanıncaya kadar neden sürdürülmesin?
[2] Yazının bitiminden sonra yasa mecliste kabul edildi. Bu durumda, “Yürüdüler de ne oldu, iktidar istediği yasayı geçirdi” denilecekse; evet, doğrudur, iktidar kendi yolundaki kararlılığını bir kez daha gösterdi. Ama, hiç olmadığı bir halde sokakları dolduran avukatlar ve onlara bakarak kendi geleceklerini gören mühendisler, teknik elemanlar, doktorlar, sağlık çalışanları..vd. açısından gelişmeler tek yönlü değil farklı olasılıklar üzerinden değerlendiriliyor olmalıdır. Öte yandan, atılan bu adım, iktidarın çeteleşmesi sürecinin devleti de kapsayarak ilerlemesine yeni bir ivme daha vermiş oldu! Bu yönde kazanılan her “başarının” sonra ödenecek “faturanın” ağırlığını arttıracağını belirtmeliyiz.
Kendi içlerinde farklı çıkarlara sahip çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olsalar da hepsine birden “İktidar Koalisyonu” diyebileceğimiz ve Erdoğan/Saray önderliğindeki bir alanda ortaklaşan siyasal güçler, başta ekonomi ve devlet alanında yaşananlar olmak üzere çok yönlü kriz dinamiklerinin belirlediği bir kaotik ortamda hareket ediyor.
Koalisyon güçleri, hem farklı tarihselliklerin içinde oluşmuş yapısal farklılıkları tarafından belirlenerek sürekli birbirleriyle didişiyor hem de krizdeki devleti yeniden ama kendi çıkarlarını gözeterek örgütlemeye çalışıyorlar.
Asabiyeti ve iç dengeleri farklı saiklerle harekete geçen siyasal ve toplumsal süreçler tarafından sürekli zorlanan ve zaten kısmen dağılan devlet, kendisini artık “bütünsel” değil ancak “parçalı” halde gösterebiliyor. Devletin “bekası” açısından bu “parçalı” duruşun hızla aşılması gerekiyor; ama nasıl?
Evet, farkında olmamaları imkânsız, koalisyon güçlerinin üstünde konumlandıkları zemindeki çatlaklar hepsinin varlığını tehlikeye düşürüyor ve bir biçimde elbirliği yapıp devleti onarıp yeniden örgütlemeleri gerekiyor. Zaten hepsinin devletin bütünsel kimliğini yeniden sağlama konusunda net oldukları, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle davrandıklarını görüyoruz.
Ama hem iktidar koalisyonunun içinde hem de resmi muhalefetteki farklı güçlerin, aynı zamanda, şimdiki kaotik ortamı kendi tikel konumlanmalarını devletin tümüne hâkim kılma fırsatı olarak görüp kendi ihtiyaçlarını özellikle gözettiklerini de görüyoruz.
Öyle ya, devletin acilen yeniden örgütlenmesi gerekiyor da hangi zeminde ve nasıl?
Böylesi geçiş dönemlerinde iradenin rolünün arttığı herkesçe bilindiği için, devletin yeniden örgütlenmesinde kolayca ortaklaşan egemen fraksiyonlar, yeniden örgütlenme sürecini, aynı zamanda onun niteliği konusunda kendi tikel yönelimlerini hâkim kılma imkanı olarak da görüyorlar.
Dolayısıyla kaçınılmaz olarak çelişkili ve hatta birbirini çelen tutumlar ortaya çıkıyor.
Henüz herhangi bir güç kendi hakimiyetinde bir konumlanmayı inşa edip diğerlerine kabul ettirmeyi de beceremedi.
Bu durum, kendi etrafında dönüp kuyruğunu ısıran yılan misali, aşılması hedeflenen “parçalı” durumun sürekli yeniden üretildiği bir çıkmazda sıkışıp kalma durumunu belirliyor.
Ya da, şayet bir “bütünlük” oluşacaksa, öyle anlaşılıyor ki, o da ancak “devleti çete haline dönüştürerek” sağlanabilecek: Çok “dar” bir zeminde konumlanarak, “toplumsal meşruiyet” yokluğunda, “hukuka” dayanmadan, “olağanüstü hal” durumunu ve “devlet şiddetini” hatta “savaş halini” süreklileştirmek pahasına!
İktidar ve muhalefet
Koalisyon, yaşanan çok yönlü krizin sisteme yüklediği zorluklara karşı tek çözüm gücünün kendi iktidarları olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın elbette “haklı” yönleri var. Gerçekten de sermaye düzeni sürekliliğini bir müddettir Erdoğan’ın özel katkısıyla sürdürebiliyor.
Ancak, halkın Gezi’de kendisine “Yeter, çekil!” dediği tarihsel momentte çekilmeyi kabullenmeyen Erdoğan’ın tam tersi yöndeki kendisini kalıcılaştırma zorlamaları, devlet gücünün hukuksuz-keyfi uygulamalarıyla desteklenerek sürüp gidiyor. Kendi yolunda “başarı” kazanıp ilerleyebildikçe, tam tersi yönde işleyen kendisini “boğucu” süreçleri de harekete geçirip-güçlendiren bu “Amok koşusu”, günümüzde sadece iktidarı değil ülkeyi de felakete sürükleyen bir yapı kazandı.
Geldiğimiz noktada, her türlü “tehlikeli” eşiklerin aşıldığını, hukuksuzluk ve keyfiliğin egemen olduğunu görüyoruz. Erdoğan, çözmesi gereken basit sorunlara bile cevap üretemeyen bir kapasite düşüklüğü ve beceriksizlik içinde çırpınırken, “içerde” ve “dışarda” cüretini arttıran bir “sergüzeşt” gibi davranarak mevcut krizleri büsbütün içinden çıkılmaz hale sokuyor. Hatta, şimdi ilerlenen yolda ısrar edilirse, küresel sermayenin yatırımlarını koruma amaçlı “dış” müdahalelerin önünün açılacağını saptayabiliriz.
Artık ortada iki hukuk sistemi var: İlki, trafik cezası, evlenme-boşanma, icra-iflas gibi günlük basit anlaşmazlıkların çözüldüğü herkesin bildiği “açık-normal” hukuk; ikincisi ise, “kim” tarafından yazıldığı, “nerede” olduğu hatta “ne” olduğu bile bilinmeyen ama Erdoğan öncülüğünde devletin ve toplumun temel sorunlarında uygulanan “gizli” hukuk! Üstelik, kaotik ortam süreklileştikçe ikincisinin alanı gittikçe büyüyor ve artık günlük basit sorunların çözümünde bile fiilen “geçerli” olduğu bir yaygınlık kazanıyor.
Ayrıca, sadece Erdoğan değil koalisyonun bütün güçleri, kendi aralarındaki güç dengelerinin sağladığı imkanlar oranında kendi “gizli” hukukunu uyguluyor, ama elbette bu konuda kimse Reis’in eline su dökemez!
Aslına bakılırsa pek de gizli olmayan çıplak çıkarların açgözlüce ülkeye dayatıldığı bir fiili durum söz konusudur. Hem ülke olağanüstü zorluklarla zorlandığı bir kaotik ortama sokuluyor hem de kendilerinin sorumlu olduğu bu “olağanüstü hal” gerekçe gösterilerek “gizli” bir hukukun uygulanması meşrulaştırılmaya çabalanıyor.
İşler öylesine çığrından çıkıyor-çıkarılıyor ki, böylece, kendi yarattıkları çıkmazın ancak aynı yolda daha da ileri gidilerek çözülebileceği ve böylesi bir ilerlemeyi de ancak kendilerinin yapabileceği iddiasını dayatarak iktidarlarını süreklileştirmeye çalışıyorlar. O çok sözü edilen “beka” öyle bir köşeye sıkıştırıldı ki, kendilerinin bekasıyla sistemin ve devletin bekasının birbirine kopmaz bağlarla bağlandığı bir “olağanüstü” yapıyı ya da “ucubeyi”, sanki “kaçınılmaz” bir durummuş gibi herkese dayatıyorlar.
O arada, bütün bu üst üste bindirilen “olağanüstü durumlar” üzerinden ve onların ortalığı toz dumana boğmasından faydalanan koalisyon içi güçlerin, aslında neredeyse tümüyle ellerinde olan devlete yine de güvenmeyerek, başta Erdoğan/Saray olmak üzere, sırf kendilerinin kontrollerinde olan “paralel devletçikler” kurduklarını görüyoruz. Koalisyon güçlerinin birbirlerine olan güvensizliklerinin ürünü olan bu “parçalı güç alanları”, aşmaya çalıştıkları “devlet krizini” yeniden üreten en önemli dinamiklerden birisi oluyor.
Bu güçlerin karşısında konumlanan “Restorasyoncu” muhalefet ise, sözümona muhalefet yapıyor olsa da, devlet krizinin ve ekonomik krizin sistemi zorladığı günümüz koşullarında, “olağanüstü” koşullarla zorlanan sistemin ve devletin “yüksek çıkarlarını” gözeten bir özel “sorumlu tutum” tarafından “inmelendirilmiş” durumdalar. Bu tutum onları da sonuç alamayan kısır bir konumlanma içinde tutuyor.
Öte yandan, restorasyoncu güçler, aynı zamanda ve gene “sorumlu tutum” gereği, iktidara muhalefet ederken, çok yönlü krizin oluşturduğu kaotik ortamda nesnel olarak oluşup güç biriktiren ve çıkış arayışı içinde olan olası bir halkçı-demokratik seçeneğin önünü açıp güçlendirmemeye çok özel dikkat gösteriyor.
Hatta öyle oluyor ki, sırf bu çok yönlü gerici “sorumluluklar” gereği, Erdoğan ne zaman sarsılıp dengesini kaybetse düşmemesi için telaşla koşturup destek veriyorlar.
Evet, “Restorasyoncu” güçler elbette Erdoğan düşsün istiyorlar, lakin “aman dikkat!” bu düşüş zaten krizdeki devletin yüklendiği riskleri fazla zorlamasın ve “sakın ha sakın” halkın inisiyatifini arttırmasın! Restorasyoncu muhalefetin siyasal zemini, somut-tarihsel koşullar üzerinden kendisine yüklenen gerici “hassasiyetlerin” özellikleri tarafından belirlenerek “faşizmden kopuşamayan merkez sağ liberalizm” olarak gerçekleşiyor.
Başarabiliyorlar mı?
Peki, sürece iktidar alanı açısından bakarsak, istediklerini başarabiliyorlar mı?
Evet, kısmen başarabiliyorlar, ama kısmen de başaramıyorlar.
Evet, iktidarlarını bir biçimde sürdürebiliyorlar, ama iktidarda yerleşik-kalıcı ve güven verici bir “faşist” konumlanmaya kavuşamıyor ve hatta tersine, iktidara “her an tetikte” oldukları bir ayakta kalabilme konumunda ancak tutunabiliyorlar.
Ya “Restorasyoncu” muhalefet, o ne durumda?
“Restorasyoncu” güçler hem Erdoğan’dan iktidarı kazasız-belasız alma hem de ama aynı süreç içinde halkın bağımsız-demokratik özlemlerinin içini boşaltarak yeniden sisteme içermeyi başarabiliyorlar mı?
Yüzeyden bakarsak, özellikle büyükşehir belediyelerini kazanmış olmanın kazandırdığı olanakları kullanarak yol alıyorlar ve normal bir seçim olursa kazanacakları anlaşılıyor.
Ancak, herkesinde bildiği gibi, iktidar güçleri, normal bir seçim yapmamaya veya bir biçimde seçim olursa onun oluş biçimini manipüle edebilecekleri bir “yasal” yapıya sokmaya ya da her şeye rağmen seçimleri kendileri kazanamazsa sonuçlarını geçersizleştirmeye oldukça kararlılar.
Bahçeli açıkça söyledi zaten, seçim sürecinde şeytana külahını ters giydireceklermiş!
Aynen öyle, onlar faşist bir kurumsallaşma süreci içinde ilerliyorlar ve bu sürecin kendi ihtiyaçlarını esas alan özgün bir rasyonalitesi var. Bu özgün rasyonalite içinde kendi iktidarlarının sürekliliği zorunlu ve ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. “Ya seçim sonuçları” mı dediniz, bir “çözümü” bulunur, yola devam edilir!
Çoktandır öyle değil mi; faşist kurumsallaşma sürecinin tıkandığı noktalarda farklı şiddet türleri devreye sokularak engeller aşılmaya çalışılıyor, engellerin gücü arttıkça kullanılan şiddetin gücü ve yayılımı sürekli arıyor. En son hiç gizlemeden yapılışıyla bile gelecekle ilgili bir “tehdit” anlamına gelen Mafia tahliyesi ya da sayısı ve yetkisi sürekli arttırılan bekçilik kurumu, başka şiddet türlerinin de daha sonra kullanılmak üzere hazırlandığını gösteriyor. Sınır ötesinde gittikçe daha geniş bir coğrafyaya yayılan savaş girişimleri de, başka kapasitelerinin yanı sıra aynı zamanda söz konusu şiddet odaklı özel sürecin çekirdek alanı içinde değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla, “faşist kurumsallaşma sürecinin kendisine özgü rasyonalitesine” gözlerini kapayan ve aslında olup biten birçok siyasal gelişmeye damgasını vuran bu gerçekliği görmemeyi “taktik” sanan restorasyoncu muhalefetin belediyeler üzerinden güncel kazanımları sadece yüzeyde tutunabiliyor. Ne yaptığını iyi bilen bir iktidarla, aslında zaten olmayan “hayali” bir hukuk üzerine gevezeliklerle “mücadele” ediyorlar!
Gerçek şu ki, resmi muhalefet, Erdoğan/Saray odaklı iktidar koalisyonunu kendi gücüyle iktidardan düşürecek kapasiteye sahip değil. Tam tersine, kendileri hangi niyeti taşırlarsa taşısınlar, olası seçim zaferi üzerinden yarattıkları sahte umutlarla “beklentiye soktukları” halkın muhalefetinin enerjisini düşürüp, bir süredir aslında ayakta kalmakta bile zorlanan iktidara zaman kazandırıyor, hatta önünü açıyorlar.
Hatta öyle anlaşılıyor ki, evet ortada olup bitenleri değerlendirmekte bir hata-yanılgı var, ama bu durum sadece bazı CHP’liler için geçerlidir. CHP genel merkezinde hakim olan ve Kılıçdaroğlu’nu da belirleyen güç alanı ne yaptığının tümüyle bilincinde ve Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni devlet düzeninin “gizli ortağı” olarak çalışıyor. Bu “gizli” tutumun sahipleri ve arkasındaki güç alanı, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni cumhuriyetin esasına karşı değil, sadece kimi biçimsel özellikleri ve başında kimin olacağı konusunda “muhalif!”
Restorasyoncu güçler, ancak demokratik halk muhalefeti 3. bir güç olarak bağımsız bir güç alanı oluşturup hedefine doğru ilerleyebildiği zamandır ki harekete geçeceklerdir. Böylece, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni sermaye düzeninin yeni “liberal” yüzü olarak halkçı muhalefeti pasifize edebilecekler!
İşte, yüzeyde kalmayan derin bir bakışla gelişmeleri yorumladığımızda, kurulan yeni sermaye düzeninde zaten iktidarla ortaklaşan restorasyoncular, ancak halkçı muhalefet belli eşikleri aşan bir güce ulaşarak düzen açısından risk doğuran bir seviyeye konumlanabilirse inisiyatif alacak, kurulan yeni düzene “yeni maskelerle” öncülük yapmak ve onu “farklı biçimlere sokarak” koruyabilmek için iktidar olmaya daha “hevesli” olacaktır.
Sonuç olarak, iktidar ve resmi muhalefeti olarak bütün sistem içi güçler, devletin şimdilerde neredeyse her an her yerde devrede olan şiddet gücünü arkalarına almalarına ve günlük toplumsal yaşamı neredeyse tümüyle kuşatarak sürekli “uyuşturucu masallar” anlatan bir medya ağıyla desteklenmelerine rağmen yeterince sağlam konumlanamıyor.
Sistemik kriz
Sistem güçlerinin “zayıf-güvenilmez” durumu, bir dizi küresel ve yerel ekonomik ve siyasi sebep tarafından belirleniyor.
Öncesinden başlayıp halen içinde olduğumuz Pandemi koşullarında iyice derinleşen kapitalizmin çok yönlü ve gittikçe derinleşen küresel krizi, ülkenin yerel koşullarının ürettiği özgün kriz dinamikleriyle ortaklaşınca, ortaya çıkan kaotik ortam, iktidarı ve muhalefetiyle bütün sistem güçlerini her yönden kuşatıp güçten düşürüyor. Yani, iktidar ve muhalefet açısından, sadece beceriksizlik ya da kapasite eksikliği veya güçsüzlük gibi aşılabilir zaaflar yok, bu zaafların hepsini belirleyip sürekli besleyen sistemik bir kriz gerçekliği içindeyiz.
Kapitalizmin yapısal işleyişinin üretip büyüttüğü ama çözme kapasitesinin olmadığı ekolojik krizin bir sonucu olan Pandeminin aniden vurduğu darbe, sistemin zaten içinde olduğu küresel ekonomik krizi hızla derinleştirdi.
Krizin en sert vurduğu yerlerden birisi olan ülkemizde, halkın çoğunluğu açısından asgari yaşam standartlarının altına düşen satın alma gücü, artan işsizlik ve yoksulluk, yayılıveren küçük esnaf iflaslarının birleşerek yarattığı çaresizlik, yalnızlık ve öfke, şöyle bir bakınca hiçbir umut vermeyen gelecekle ilgili beklentilerle ortaklaşarak, iktidar güçlerinin (ve aslında aynı ekonomi politikalarını savunan restorasyoncu muhalefetin) temellerini sorgulayan bir özel “halkçı-devrimci” süreci yaratıp güçlendiriyor.
Özel olarak da Erdoğan odaklı iktidarın meşruiyet alanının derinliği ve yayıldığı alan daralıyor. Daha doğrusu, öyle oluyor ki, günün küresel ve yerel koşullarının ürettiği özel bir “kuşatma”, iktidar alanını bütünüyle sarıp sarmalayarak, sürekli nüanse olup en ücra alanlara dek sızarak ve sürekli daha derinlere inerek kendisini var ediyor.
Kürt sorunu üzerinden yaşanan gelişmeler de, yarattığı yerel ve bölgesel açmazlarla iktidarı ve Kürtler söz konusu olunca iktidardan pek farkı olmayan muhalefetiyle bütün sistem güçlerini zayıflatıyor.
İktidar koalisyonu açısından gittikçe artan bir zayıflama netçe görülebiliyor.
Pasif ve aktif direnişler
Ancak, bütün bu gelişmelerin diğer sebeplerinin yanı sıra, devrimci-komünist bir tutumla özel bir vurgu yapıp parlatmamız gereken bir sebep daha var.
İktidar koalisyonunun rahatlıkla “zayıflık” olarak niteleyebileceğimiz güncel gerçekliğinin önemli bir sebebi, halkın içindeki ağırlıklı bir güç alanının, çoğunlukla “pasif” ama kimi zaman da “aktif” biçimlere bürünerek, ayakta kalabilmek için sürekli ilerlemesi gereken Erdoğan’ın önünü irili ufaklı engellerle kesmesidir. Yükselip alçalan dalgalar halinde ve farklı toplumsal güçler tarafından değişik biçimlere büründürülerek hiç bitmeden sürdürülen, sürdükçe de daha çok alan ve derinlik kazanan bu “engellemeler”, iktidarın “rahat-kalıcı” bir konumlanma inşa edebilmesine karşı sağlam bir “baraj” oluyor.
“Pasif” engeller; halkın, iktidarın estirdiği terör rüzgarından korkup sessiz kalsa da, neredeyse 24 saat bilincini esir almaya çalışan sistematik medya bombardımanına rağmen iktidara “onay” vermemesi, verdiği kadarını sürekli azaltması ve bu yolla iktidarın meşruiyet alanını sürekli daraltması biçimiyle kendisini gösteriyor.
Söz konusu “pasif” direniş sonucunda, yeterince onay alamadığı için meşruiyet alanı hızlanıp yavaşlayan bir tempoyla ama sürekli olarak zayıflayan iktidar, onca çabalamasına rağmen bir türlü aşamadığı bu “acı ve sert” gerçeklik tarafından sürekli baskılanıyor. Bu açmazdan çıkarak iktidarını sürdürebilmek için, iktidar güçleri sürekli daha fazla hukuksuz-keyfi tutumlara ve daha fazla devlet şiddetine yöneliyor. Gelin görün ki, bu saldırgan tutum da kendisini doğuran halkın pasif direnişini daha da geniş alana yaymaktan başka sonuç üretemiyor.
Güvenilir kamuoyu yoklamalarının sonuçları, vurguladığımız “pasif” direnişin gelişim seyrini ay ay sanki bir barometre gibi gösteriyor. Adeta halkla savaşarak iktidarlarını sürdüren iktidar koalisyonu, gücü ve etki alanı gittikçe daralan ve üstündeki örtülerin dökülmesiyle her gün biraz daha açığa çıkan bir “çeteleşme” kaderiyle yüzleşiyor.
İktidarın önderliğinde yürütülen ve muhalefetin de kimi farklılıklarıyla aslında “gizli” ortağı olduğu “devlet krizini şimdi dağınık-parçalı olan iç dengelerini yeniden kurmayı da içeren bir yolda devleti yeniden örgütleyerek aşma” süreci, öyle gelişiyor ki, onun kendisini gerçekleştirirken yaptığı hamlelerden oluşan somut-tarihsel hali “devletin yeniden örgütlenmesinin” özel bir “çeteleşme” yapısında olmasını belirliyor.
“Aktif” engeller ise, (bu yazının konusu dışında olan Kürt halkının özgürlük yolundaki kararlı hareketini bir yana bırakırsak), dağınık ve zayıf da olsa süreklileşen işçi direnişleri, ekolojik yıkıma karşı şehirler ve köylerdeki direnişler, özellikle de kadın kurtuluş hareketinin yaygın ve militan direnişlerinde…vd. kendisini gösteriyor.
İşte, tam da bu noktaya, faşizmin kurumsallaşma sürecine engeller koyan hatta kalıcılaştıkça giderek bir “baraj” sağlamlığına doğru ilerleyen halk gerçekliğine biraz daha dikkatli bakmalıyız.
2- Halkın barajı
Halkın barajı farklı yapı taşlarından oluşuyor.
İşçiler, düşen alım gücünün asgari yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale gelmesi, işyerlerinde çalışma süresi ve yoğunluğunun artması, iş güvenliği önlemlerinin olmaması ya da varsa da sonuç üretmeyen baştan savma düzenlemelerden öte gitmemesi, bütün sosyal haklarının budanması ve şimdilerde kıdem tazminatının tasfiyesi girişimlerinde görüldüğü gibi tümüyle tasfiye edilmesi yönelimleri ve siyasi örgütlenme bir yana sendikal örgütlenmenin bile devlet şiddetinin desteğiyle engellendiği cehennemi koşullarda üretim yapmaya zorlanıyor. Gelinen aşamada, işçiler yaşayabilmek için kendi acil ihtiyaçlarını kararlıca savunma zorunluluğuyla yüzleşiyor.
Değişik havzalarda yaşanan irili ufaklı direnişlerin varlığı, birleşip güç kazamama eksikliği taşısa da sınıfın öfkeli ve asgari ihtiyaçlarını savunmaya istekli olduğunu gösteriyor. Güç ve kararlılık eksikliği tarafından zayıflatılan direnişler, iktidarın saldırıları kıdem tazminatının gaspına kadar yükselince, ortak bir zeminde toplanarak ikna gücü kazanmaya zorlanıyor.
Pandemi, işçilerin kendilerini konumları ve ihtiyaçları ortak bir özel toplumsal kesim/sınıf olarak olarak görüp tanımasına özel bir ivme verdi. Başka herkes hastalıktan korunmak için evine kapanırken, işçiler sokakta ve üretimde olmak zorunda bırakıldı. İşini kaybederek günlük yaşamını sürdürememe korkusuyla her gün işine gitmek zorunda kalıp gün ışırken yola koyulan işçiler, kendisinin ve kendisiyle aynı kaderi paylaşanların toplumsal gerçekliği hakkında öyle ya da böyle özel bir bilinç kazandı!
Enformel sektör işçileri ise, sınıfın en kalabalık özel bir bölüğü olarak, zaten var olan zorlanmaların daha da derinleşmiş-sertleşmiş halleriyle iç içe bir cehennemi ortamda çalışmak zorunda. Ek bir “bonus” olarak da sağlık-emeklilik dahil hiçbir sosyal hakka sahip değiller!
Bu duruma şimdilerde sadece dağınık hak arama direnişleriyle cevap veriliyor olması, biriken öfkeyi gölgelememeli ve “patlama” olasılığını pratikte güçlendirme bilinciyle donanmış devrimci-komünist bir tutumla karşılanmalıdır.
İşsizlik ve yoksulluğun gittikçe derinleşerek kalıcılık kazanması, şehirlerin yoksul semtlerinde sıkıştırılıp çöpleşmeye zorlanan, kendisini yalnız ve çaresiz hissederek öfkesini biriktiren özel toplumsal güçler yarattı ve bu güçler sürekli genişliyor. İktidar çevrelerinin vurguncu zenginleşme tarzı ve görgüsüz şatafatlı yaşantısıyla öfkesi sürekli daha da bilenen işsiz-yoksul yığınların yaşamlarının merkezine neredeyse geri kalan her şeyi de kapsayacak bir güçle “ayakta kalıp-yaşayabilmek” ihtiyacı yerleşmiş durumda. Öfke ve yırtıcılık geri kalan her şeyi baskılayıp belirliyor ve akacakları kanal arıyor. Bu güçlerin sadece mevcut iktidardan değil, düzenin kendisinden de beklentileri tükeniyor.
Gezi isyanında özellikle öne çıkan işçi sınıfının kimi yeni bölükleri ise, kapitalizmin geliştiği oranda açığa çıkarttığı yapısal yıkıcılığına tepki olarak oluşan yeni anti-kapitalist hareketlerle kendilerini ifade ediyorlar. Bu konumlanma, sınıfın yeni bölüklerinin eski ayrıcalıklarının kaybolduğunu görüp kendisinin yeni durumunu kavraması ve sisteme karşı mücadelede kararlılık kazanmasının önünü açıyor. Beceri düzeylerinin yüksekliği üzerinden daha fazla ücret alıp sınıfın geri kalan bölüklerinden daha rahat yaşayabilen ve çoğunlukla “beyaz yakalı” olan bu işçiler, özellikle bilgi-işlem alanında çalışan kesimleri üzerinden sınıfın kavrama ve yönetme kapasitesini yükseltiyor. Sağlık, eğitim ve mühendislik alanında çalışanlar da aynı konumlanma içindeler.
İktidar koalisyonunun TTB, TBB ve TMMOB’ye yönelik saldırı hazırlığı tam da bu yeni gerçeklikten çıkıp geliyor. Ancak, öyle görünüyor ki, olası saldırılar sınıfın yeni bölükleri olan bu kesimlerin kendilerinin yeni-gerçekliğini, yani emeğiyle geçinen ücretliler olarak işçi sınıfının bir parçası olduklarını daha da derinden kavramalarını sağlayacak ve mücadele azimlerini yükseltecektir.
Aleviler, coğrafyamızın tarihsel derinliğinden çıkıp gelen ve eşitlikçi-özgürlükçü dinamiklerle yüklü olan bir inanç topluluğu olarak, günümüzün kapitalizm koşulları tarafından belirlenen özgün biçimlere bürünen laik, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü tutumlarla kendilerini var ediyorlar. Ülkedeki hiçbir halkçı-demokratik hatta komünist toplumsal ve siyasal güç yok ki bir biçimde Alevi halkı tarafından beslenmemiş olsun!
Faşist sürecin kendisine “örtü” olarak ürettiği özel bir İslam yorumu olan Erdoğanist İslam’ın kendi mutlak ideolojik egemenliği için ezerek asimile etmeyi ya da sürgüne zorlamayı hedeflediği Aleviler, halkçı direnişin en sağlam toplumsal güçlerinden birisidir. Faşizmin kendi toplumsal güç alanını konsolide edebilmek için yeni Alevi katliamlarını düzenleyebileceğini geçmişte yaşananların içinde pişip olgunlaşmış bilinçleriyle sezip kavrayan Aleviler, kitle tabanı olmalarına rağmen kendilerini yalnız bırakan CHP’den kopuşma arayışı içindeler.
Kadınlar, evet özellikle kadınlar, onları neredeyse nefes alıp vermelerini bile gözleyerek kuşatıp eve hapsetmek isteyen, sokakta ve evde taciz, tecavüz ve cinayetle diz çöktürüp köleleşmeye zorlayan iktidarın politikalarına karşı biriktirdikleri öfkeyi bir volkan gibi patlayarak gösterdi. Gezi’nin var olmasında ve sonra gün be gün yaşayabilmesinde özel ağırlık taşıyan kadınlar, günümüze kadar sürüp gelen eylemlilikleri ve güçlerini birleştirebilme becerileriyle de bütün halk güçlerine örnek oluyor, öncülük yapıyorlar. Erkek egemenliğinin en açık halini benimseyip savunan ve üstelik kadınları köleleştirme arzularını Erdoğanist bir dinin söylemleriyle kutsal-dokunulmaz hale sokmaya çalışan iktidar, tam tersi yönde hareket eden bir özel toplumsal süreç tarafından, öfkeli ama daha fazlasıyla bilinçli, özgürlükçü ve militan bir kadın hareketi tarafından kuşatılıp zorlanıyor.
Neoliberal dönemde sermayenin daha “rahat” hareket etme imkanını yakalaması, doğaya yönelik saldırganlık düzeyini hızla yükseltmesi sonucunu yarattı. Elindeki üretim araçlarının gelişkinlik düzeyindeki artmayla da birleşen sermayenin saldırganlık düzeyindeki yükseliş, doğanın ekolojik dengelerini bozan bir güce ulaştı. Bu özel “bozulma”, doğadaki canlı (ve elbette doğal olarak insani) yaşam gerçekliğini yok etme tehlikesini barındırıyor. Bu bir “korku filmi” değil, adım adım kendisini oluşturan somut-tarihsel bir maddi gerçeklik ve yaşadığımız günlerdeki Pandemi olabilecek olanların sadece “uvertürü” olarak görülmelidir. Evet, bozulmanın ulaştığı düzey artık görmek istemeyenlere bile kendisini gösterdiği bir aşamaya ulaşmış durumda.
Sermayenin esas olarak kendisini büyütmeye odaklanmış yapısal gerçekliği, doğrudan kendi hareketinin yarattığı ekolojik yıkımı önlemeye kapalı ve hatta tersine yıkımı daha da büyütmeye yazgılı. Zaten, bu gerçeklik, kapitalizmin ufukta gözüken ve geçen her on yılda gittikçe belirginleşen “yapısal sınırlarının” en önemli oluşturucu ögelerinden!
İşte, doğanın yıkımı yayılım ve derinliğiyle arttıkça, bu yıkımın doğrudan yaşandığı kırlardaki yaşam alanlarında yaşayanlar veya dolaylı sonuçlarıyla gittikçe artan oranda yüzleşen şehir sakinleri “yaşama hakkı” zemininde yükselen irili-ufaklı direnişlerle kendilerini ifade ediyorlar. İktidarın hiçbir sınır tanımayan bir arsızlıkla doğanın yağmalanmasına hız vermesi, tepkileri yoğunlaştırıyor. Hazineyi yağmalayarak boşaltan, üstelik ödenmesi gerek borçlar ve askeri maceraların gereksinimleri üzerinden meteliğe muhtaç duruma düşen iktidarın doğanın yıkımına kendi çıkmazından çıkış için tereddütsüz daha da hız vereceği ve “yaşama hakkını” savunanların direnişlerinin de hem daha yayılacağı hem de kalıcılık kazanacağı açıktır.
Zaten hep var olan ama Gezi’de yaşadıklarıyla kimi eski “gerici” tutumlarından kopuşarak daha yüksek bir zemine sıçrayan” Halkçı Kemalistler” diyebileceğimiz bir toplumsal güç alanı, laik-cumhuriyetçi hassasiyetleri tarafından belirlenerek iktidar alanının tam karşısında kararlı biçimde konumlanıyorlar. Gezi’de içinde nefes alıp verdiği “halkçı-demokrat-özgürlükçü” tutumlarla eğitilen bu güçler, geçmişte çok güvendikleri Ordu kurumunda yaşanan sefilce çözülmenin de ön açmasıyla, inandıkları değerleri kendi güçleriyle savunma konumuna yerleşti. Eskisinden farklı bir yapıda, bütün etnik kimliklere ve inançlara saygılı bir laiklik ve cumhuriyetçilik yolunda ilerliyorlar.[1]
Gençler, içine doğdukları despotik düzeni faşist bir kurumlaşmayla daha yoğun ve daha sert olacağı bir yeni siyasal düzene doğru sürükleyen iktidarı, tam tersi yönde özgürlüğe yönelen kararlı bir iradeyle sarsıp zorladılar. 12 Eylül darbesinden beridir apolitikleşme yönünde itelenen ve aslında neredeyse herkesin de “bunlardan bir şey olmaz” dediği bir dönemde gençler ayağa kalktı, kendisine saygı gösterilmesi, kendisinin yaşayacağı geleceğin egemenlerin günlük ihtiyaçları doğrultusunda bugünden tüketilmemesi ve “Özgürlük!” talepleriyle kendisini ifade etti.
Kendisine ait olan geleceğin bugünden yok edilmesine isyandan meşru ne olabilir ve özgürlük isteyen gençleri kim durdurabilir? Gezi’de ok yaydan çıktı, kimi zaman hızını kesse de kendi ihtiyaçlarını fark etme, özgürlüğe doğru yürüme ve kendisine kulluğu dayatan iktidarla uzlaşmama gençliğin yapısal bir özelliği halinde.
Bu özel toplumsal güçler, Erdoğan odaklı iktidar alanının istediği yönde ve hızda ilerlemesine direnç gösteriyor; üstelik, sadece orada kalmayıp, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaptıkları birçok hamlenin kendiliğinden oluşturduğu bir özel bileşkenin ivmelendirdiği özel bir duruş ve hareketi oluşturuyor. Henüz flu halde olsa da söz konusu bileşke, egemenlere ait siyasal ve toplumsal güç alanlarından bağımsız ve halkçı bir demokratik zeminin oluşması ve kendi hedeflerine doğru hareketinin güncel zeminini oluşturuyor.
Gezi ve sonrasındaki iniş çıkışlar
Erdoğan diktatörlüğünü inşa ederken kendi değerlerinden olan özel bir biyo-politik rejimini dayattı-dayatıyor. Bu dayatma, farklı toplumsal güç alanlarının tarihsel kazanımlarına ve güncel yaşam alanlarına-alışkanlıklarına karşı irili ufaklı ama sürekli hamleler yaparak yol aldı.
Gelin görün ki ilerlediği yola serpilmiş bazı “pürüzler” vardı. Alan boş değildi ve orada-burada yaşanan irili ufaklı ama sürekli hamlelerle kendilerini savunan bazı özel halk güçleri, diktatörlüğün inşasının hedefine doğru ilerlemesini yavaşlattı, dengesini bozdu ve asabiyetinde kimi çözülmeler yaratabildi.
Gezi’de aniden oluşan bir “büyülü” anda ortaklaşarak bir volkana dönüşen yukarıda vurguladığımız bu güçler, daha ilk andan başlayarak Erdoğan’ın hayallerini gölgeledi. İsyan, hem Erdoğan-Gülen ittifakını parçaladı hem de Erdoğan’ın iktidar yürüyüşünün ana güç kaynağı olan AKP’nin asabiyetini ve iç dengelerini bozdu. O “bozulma”, şimdilerde “içerden” vurarak hasar veren Davutoğlu ve Babacan ayrışmalarını yaratan sürecin ilk ivmelerini verdi.
7 Haziran 2015 seçimlerinde, AKP iktidarının devlet güçlerini kullanarak yaptığı onca baskıya rağmen, Kürt halkının özgürlük arayışıyla kaynaşarak bir “zafer” kazanan Gezi süreci, isyan günlerinden farklı ama onun ürünü bir zirveye yerleşti. Ancak, seçim sonuçları hukuk askıya alınarak ve sözümona “aldatılmış” olan CHP’nin ahmaklıkla mı bilinçli mi olduğu pek anlaşılamayan desteğiyle iktidar güçlerince geçersiz hale getirildi. Sonrasında, 1 Kasım’a dek süren yoğunlaşmış devlet terörüyle baskılanan Gezi odaklı halk hareketi, hızını kesip geri çekilme ve zayıflama konumuna geriledi.
15 Temmuz 2016 darbesi ve sonrasında Erdoğan’ın karşı darbesiyle yoğunlaşan gerici terör Gezi güçlerini daha da zayıflatabildi.
Öyle oldu ki, henüz 3 sene önceki Gezi sanki “milattan önce” yaşanmış gibiydi!
Peki, o zaman Gezi’nin enerjisi hemen bitti, etki alanı birden yok mu oldu?
Hayır, Gezi’nin açığa çıkardığı halkçı-demokratik toplumsal enerji, 1 Kasım sonrasında bir tutukluk ve zayıflama yaşasa da, bulduğu her fırsatta kimi zaman güçlü ama çoğunlukla zayıflamış haliyle ve farklı biçimlere bürünerek kendisini sürdürdü. Tıpkı 15-16 Haziran işçi ayaklanması gibi Gezi isyanı da ülke tarihinin önemli kırılma anlarından birisi olarak sonrasına kalıcı izler bırakacak, olup bitenler içinde özel bir belirlenim gücü olarak hep var olacak bir toplumsal ve siyasi gerçekliktir.
Şüphesiz, Gezi’yi bir fetiş nesnesine ya da kendisini sonsuza dek sürdürecek bir metafizik mutlaklığa dönüştürmemek gerekiyor. Binbir gerilimin iç içe geçtiği bir kaotik sürecin belirlediği günümüz koşulları, diğer bütün güçlere olduğu gibi, Gezi’de bir anda toplanan ve orada yaşananlar tarafından belirlenerek özel bir yapı kazanan halkçı güç alanına da, hem olumlu-güçlendirici ve kendisini aşmaya zorlayan hem de yıkıp ya da çözüp dağıtmayı hedefleyen yönlerden yükleniyor. Hangi güç alanının kendi hegemonyasını kuracağı, şimdi ve burada olup bitenlerin içinde belirleniyor-belirlenecek.
Gezi, tekrar edemez-etmeyecek! Gezi’de bir anda açığa çıkan toplumsal güçler ve onların Gezi’de yaşananlar üzerinden belirlenip, sonrasında da bazen ayrı-tikellikleri üzerinden serpilip geliştikleri kimileyin de ortaklaşarak güçlendikleri özel bir yapı kazanan ihtiyaçları ve özlemleri, günümüzde kendilerini gerçekleştirebilecekleri özel bir dönemle yüzleşiyor.
Gerçek yaşam kendilerini daha da yakıcı hale sokup güçlendirerek sürekli yeniden ürettiği için sürekli hareket halinde olan söz konusu ihtiyaçlar ve özlemler, uzun bir dönemdir süregelen kaotik ortamının inişli-çıkışlı güç dengelerinin 2019 seçimleri sonrasındaki şimdiki güncel “anında”, yeniden inisiyatif kazanmış durumda ve kendilerini yeniden öne çıkarabilme hatta şayet uygun hamleler yapabilirse gerçekleştirebilme fırsatını yakalamış durumda.
Gezi’nin zayıf yanları, kendisinin çapına uygun açıklık ve güçteki bir siyasal güç alanına ve hedefe/hedeflere sahip olmaması, kendisi dışındaki sebepler yüzünden sanayi işçileri ve Kürt halkıyla kaynaşamamış olması noktalarında odaklanıyordu. Şimdi içinde sarsılıp zorlanarak ayakta kalmaya çalıştığımız kaotik ortam ve onun güç dengelerinin güncel anı, işte tam da bu zaafların hızla aşılması zorunluluğunu dayatıyor.
Bu yönde en açık müdahaleleri her fırsatta sokağa çıkan kadın hareketi ve meşru-demokratik bir “Demokrasi Yürüyüşü” yapan HDP yapıyor. DİB platformu, koordinasyon oluşturma çabasındaki Alevi hareketinin farklı odakları ve doğanın yıkımına karşı çıkan toplumsal tepkiler üzerinden hareket eden kimi olumlu arayışlar da görülüyor.
“Kadınlar Birlikte Güçlü” biçimini keşfeden kadın hareketi, bu arayışları sıçratacak biçim ve davranış konusunda örnek oluyor. Hareket halinde olsalar da işçi sınıfı ve doğa savunucularının sürece müdahalesinin ise, özel bir siyasi irade tarafından temsil edilmedikleri için daha zayıf olduğunu saptayabiliriz.
DİSK’in kendisine düşen görevi yerine getirmediği-getiremediği ve tam da kendisini öne çıkmaya çağıran mevcut gelişmelerde inisiyatif alamadığı açıktır. TMMOB, TBB ve TTB’nin iktidarın yönelimlerinin zorlamasıyla inisiyatif geliştirmeye zorlanacağını tahmin edebiliriz. Nitekim, şimdilerde sokaklar ve meydanları mesken edinen Baro üyesi avukatların duruşu ortadadır.
Gezi’nin zaaflarının aşılması sürecinde farklı odaklar farklı vurgularla müdahale edecekler, o süreçte yaşananlar, günümüzün kendisine özgü halkçı-demokratik alanının özgün yapısını belirleyecektir.
Bu özgün süreç ilerledikçe Gezi’nin açığa çıkardığı özgürlükçü-demokratik nitelik taşıyan halkçı enerji, zaaflarını aşarak daha da zenginleşip güçlendiği, kendiliğinden halk hareketi olmaktan çıkarak siyasal niteliğinin farkına vardığı ve ihtiyaçlarının anayasal garantiye alındığı bir özel hedefe doğru yöneldiği bir konuma yerleşebilir.
3- Erdoğan’ın Reislik serüveni!
İktidar, herkesin de çok rahatlıkla gördüğü üzere, var olan çok yönlü krizi devleti faşist temellerde yeniden örgütleyerek aşmayı hedefliyor.
Gezi isyanının bastırılması sürecinde ete kemiğe bürünen faşist irade, başta 7 Haziran- 1 Kasım sürecinde yaşananlar ve 15 Temmuz Amerikancı darbe girişimini fırsat olarak görüp yapılanlar olmak üzere, sürüp gelen kaotik ortamın her zirvesinde verilen yeni ivmelerle güçlendirilerek sürdürülüyor. Henüz hedefine varamayan bu özel süreç/faşist irade, çok yönlü krizlerin hem doğurduğu ve hem de beslendiği kaotik ortamı yöneterek, yaşanan gerginlikleri kontrole alıp istediği yapıya sokmaya çalışarak, toplumun bütün bileşenlere yayılan sürekli sarsılma ve zorlanmanın yarattığı panik ve güvence ihtiyacına sahte cevaplarla sahte umutlar yaratarak ve kontrolüne aldığı medyaya “Fareli köyün kavalcısı” rolünü oynatarak yol alıyor.
Faşist iradenin ana yönelimi, her türden halk inisiyatifini tasfiye ederek, toplumsal ve siyasal alanın en ücra noktalarına dek uzanıp nefes alacak bir alan bile bırakmadan kapsayarak, yaşamın tamamen Ankara/Saray odaklı bir irade tarafından kontrol edildiği bir siyasal düzen kurmak.
Halk devlet tarafından, şimdiye dek olanı yetmemiş olacak ki, daha derinden fethedilerek diz çöktürülüp kullaştırılacak, köleleştirilecektir. Böylece, sermaye birikim süreçleri, kendi hedeflerine doğru yol alırken, kullaştırılan bir toplumsal alanda hiçbir “direnişçi” pürüzle engellenmeden mümkün olan en yüksek hızla ilerleyebilecektir.
Gerçekten de öyle mi?
Erdoğan odaklı iktidar alanının devleti ve toplumu en ücra köşelerine dek fethedip kontrolüne alması ve hedeflerine uyumlu bir yeni yapıya sokması biçiminde kendisini ifade eden faşizmin kurumsallaşma sürecini sadece en öndeki Reis’in keyfi eğilimlerine bağlamak, içinde yaşadığımız sürecin derinliğini hiç anlamamak olur. Böylesi tutumlar üstelik çok yaygın!
Tam tersine, Erdoğan’ın iktidar olmasında, iktidar sürecinde ve bu özel sürecin şimdiki faşizmin kurumsallaşması aşamasında, sermaye doğrudan devrededir ve ne olup bittiyse hep birlikteler.
Erdoğan, Ordu merkezli eski Kemalist rejimi tasfiye etmek ve iktidarın zirvesine sermayenin mutlak bir güçle sadece kendisi olarak yerleşmesine alan açmak için bir “maşa” olarak seçilip görevlendirildi.
Elbette, süreç tek yanlı akmadı. Erdoğan’ın simgelediği siyasal alanın arkasındaki özel sermaye güçlerinin ihtiyaçları ve hırsları da hedeflerine doğru hareket ediyorlardı ve nitekim şimdilerde herkesinde görebildiği gibi hedeflerine ulaştılar. Antika tefeci-bezirgan sermayenin 12 Eylül sonrasında Özal’ın ön açmasıyla kapitalistleşen yeni bölükleri olan bu güçler, TÜSİAD’da toplanan finans-kapitalden alan kopararak sistemin oligarşik zirvesinde kendileri de konumlanmak istiyordu ve Erbakan’la çıktıkları yol tıkanınca Erdoğan’la yeni bir hamle yapıyorlardı.
İki gerici sermaye yönelimi, elbette güçlü olan finans-kapitalin hegemonyasında ortaklaşıp, tarihlerinde olmadık büyüklükte kazançlar elde ettiler. Finans-kapital güçleri, en büyükleri olan Koç ve Sabancı gibiler söz konusu olduğunda, onlarca yılda kazandıklarıyla girdikleri Erdoğan döneminde, birikimlerini çok kısa bir sürede beşer onar kez katladıkları “utanç verici” kazançları hiç utanmadan arsızca elde ettiler. Ancak, Erdoğan’ın doğrudan temsilcisi olduğu MÜSİAD odaklı güçler de hedeflerine ulaştılar.
Sermaye birikimi süreçleri, Özal’la yakaladığı ivmeyi Erdoğan döneminde de katlayarak sürdürüp, Türkiye coğrafyasının öncesinde giremediği en ücra köşelerine kadar sızıp ülkeyi adeta fethederek, toplumsal ve siyasal yaşamın merkezine pazar ilişkilerinin zorunlulukları üzerinden kendi ihtiyaçlarını yerleştirebildiği içindir ki, olağanüstü hız ve yoğunluk kazandığı özel bir dönem yaşayabildi.
O arada, ortaklaşmanın sebebi olan Ordu merkezli Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi de gerçekleştirildi. Siyasal iktidarın oligarşik zirvesi, Bayar-Menderes ikilisinin başlattığı bir zorlu politik sürecin Erdoğan tarafından başarıyla hedefine ulaştırılmasıyla, tek başına sermayenin yerleşmesi ve mutlak iktidarını kurması için temizlenmişti.
Ancak, süreç tam da hedefine ulaştığı noktada çatallanıverdi. Sürecin önderi Erdoğan, yapıp ettikleriyle kazandığı başarının kendisine verdiği güçle “Reisliğini” ilan ediyor ve Ordu’nun boşalttığı “sermaye düzenine hamilik” konumuna kendisi yerleşmek istiyordu.
O arada, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin özgün yapısının ürünü olan, modern finans-kapitalle antika tefeci-bezirgân sermayenin oligarşik ortaklığı zamanını dolduruyordu. Erbakan ve Özal’ın önünü açıp pazar ilişkilerine çektiği antika sermaye güçleri, hala kendilerini var eden en irilerinin Cumhuriyet’in başından itibaren süre gelen özel sürecin son “içerme” dalgasıyla “modern” sermaye yapısı kazanması dolayımıyla, “özerk” iktidar ortağı olma yerine doğrudan sermayenin içinde konumlanmaya sıçrıyordu.
Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının etkisi altında uzun bir tarihsel dönemde ortaklaşarak Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişmesinde iktidar olan modern ve antika sermaye güçleri, bir kez daha harmanlanıyor ve iç içe geçiyorlardı. Geride kalan antika sermaye güçlerinin artık iktidar ortağı olacak bir çapta olmadıkları ve kapitalist gelişmenin her ana ve mekâna sızdırdığı pazar ilişkileri üzerinden rakipsiz olarak hakimiyet kurduğu bir yeni dönem kendisini yapılandırıyordu.
O arada ama olup bitenlerin yarattığı sarsıntılar ve doğurduğu devlet krizine dek sıçrayan krizler, sermayenin çok yönlü küresel krizleriyle ortaklaşarak yarattığı yüksek basınçla sermaye düzeninin temellerini zorluyor. İşte, faşist kurumsallaşma süreci de söz konusu özel zorlanmaya bir çare olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Faşizm, sermaye güçlerinin zorlanan düzenlerini yeniden ayağa kaldırabilmek için halka ve doğaya daha kapsamlı ve daha derin bir saldırı yürütebilmesinin toplumsal ve siyasal koşullarını oluşturabilme amacıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bunun içindir ki, belediyeler dahil her türlü halk inisiyatifi tasfiye ediliyor ve aslında “saltanat makamları” olan başta valilik ve kaymakamlık olmak üzere devletin bütün bürokratik kurumlarının yetkileri arttırılıyor. Yetkileri neredeyse sınırsızlaştırılan bu kurumlar aynı zamanda yaptıklarından sorumlu olamayacakları bir “yasal” zırhla korunuyorlar.
İktidarın zirvesine oturan “Reis-Führer” ve emir-komuta zinciri içinde davranma bilinciyle “Reis’in kulu” düzeyine düşürülmüş ama halka zulümde uzmanlaşmış bürokratlar; işte faşizm! Bu iktidar “mekanizması”, hayatın bütün alanlarına binbir biçime bürünerek yayılmış “dişlileriyle” sürekli daha hızlı, daha yoğun ve daha hükmedici tarzda çalışacak, her türlü muhalif sesi boğarak toplumsal ve siyasal yaşamı tümüyle eline geçirecek, uysallaştırıp köleleştirdiği toplumu sermaye birikiminin emrine sunacaktır.
Restorasyoncu güçler, kendi niyetleri ne olursa olsun nesnel olarak, faşist projenin uygulanmasına karşı tepkileri sahte umutlarla uyuşturma ya da olası başarısızlıklar veya halkın yükselen tepkilerinin güç kazanması durumunda devreye sokulacak bir yeni “merkez-sağ” sermaye seçeneğidir.
Öyle değil mi, ortada sadece sermaye ve onun farklı biçimlere bürünen güçleri yok!
Halk, olup bitenleri sessizce izlemiyor!
Halk, onca zulme rağmen kimi zaman başını eğse bazen hatta diz çökse bile bir biçimde yeniden ayağa kalkıp başını yeniden dikleştiren, 7/24 süren ve en ücra yerlerden bile duyulan faşist propagandaya rağmen hala ruhunu teslim etmeyen, teslim olduysa bile çıkmaya çalışan ve son kamuoyu yoklamalarına göre yavaş da olsa çıkan tutumlarla kendisini savunuyor.
Gezi’de olduğu gibi fırsatını bulunca isyan eden, oy kullanırken diktatörün havasını bozacak şekilde tercihte bulunan, özgürlüğünü ve öz-saygısını faşizme karşı mücadele süreci içinde en sağlam bir yapıda inşa etmeye çalışan bir halk!
O halk, bugünlerde avukat cüppesini giyip faşizme direniyor. Zaten, daha önceleri de köylü olup doğanın yıkımına vücudunu siper ediyor, aydın olup korkmadan görüşlerini ifade ediyor, kadın olup faşizmin kışkırttığı erkek zulmüne karşı on binlercesiyle sokakları dolduruyor, LGBTİ+ bireyler olarak gerici önyargılara karşı kimliğini savunuyor, Alevi olup inancına sahip çıkıyor, laik olup hurafelere karşı tutum alıyor, “Anti-kapitalist Müslüman” olup İslamın Erdoğanist yorumuna karşı kendi halkçı yorumunu savunuyordu.
Şimdilerde de gasp edilme yoklamalarının yapıldığı kıdem tazminatını savunan işçi olup direnmeye hazırlandığını da görebiliyoruz.
İşte, şimdi bütün halkçı güçlerin sermayenin faşizm dayatmasına karşı direnişlerini ortaklaştırma, bu ortaklığı hepsinin tikel ihtiyaçlarını ayrıca savunurken, aynı zamanda bütün halk güçlerinin ortak ihtiyaçlarıyla zenginleştirip güçlendirme ve kazanılan hakların sigortası olacak demokratik bir anayasayla taçlandırma zamanıdır.
Sermaye güçlerinin Erdoğan eliyle gasp etmeye çalıştığı bütün kazanılmış mevzileri savunma, orada kalmayıp sürekli yeni ve daha ileri mevziler kazanarak halkın özgür yaşam alanını büyütmeye ve onların yapmak istediklerinin tam tersi yönde ilerleyerek, omurgasını demokratik bir anayasanın oluşturacağı ve halkın inisiyatifinin doğrudan kendisini ifade edeceği bir demokratik cumhuriyeti inşa etmeye fiilen başlamak gerekiyor.
Madem ki onlar yukarıdan aşağıya kurdukları bürokratik bir mekanizmayla halkı ezip kullaştırmakta kararlılar, başka yol kalmadı, halkın da aşağıdan yerel meclisler yoluyla kendisini örgütleyerek, haklarını savunup yenilerini fiilen dayatarak kendi halkçı-demokratik düzenini kurması gerekiyor.
Madem ki sermayenin sömürü çarkları daha hızlı dönsün diye artık neredeyse rahatça nefes bile alınamayacak bir düzen kurmak ve halkı diz çöktürüp teslim alarak çöpleştirmek istiyorlar, o zaman halkın da yaşamını savunması meşrudur.
Şimdi, özgürlüğe doğru tereddütsüz bir yürüyüşe geçmenin zamanıdır
4- Halkın iradesi/Demokratik Anayasa
Demokratik Anayasa, toplumsal ve siyasal yaşama hiç olmadığı kadar hakim olan sermaye ilişkileri tarafından coğrafyamızın doğal zenginliklerinin yıkıma uğratılarak nesneleştirilmesine ve içinde yaşayan halkların kendi yaşamlarına yabancılaştırılıp sermaye için gül bahçesi olsunlar diye köleleştirilmelerine karşı bir mücadelenin içinde oluşarak kendisini var edecektir.
O, ancak halkın birikmiş öfkesinin açığa çıkmasıyla gerçekleşebilecek bir toplumsal belge olarak, halkın özlem ve ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alacaktır.
Böyle bir demokratik anayasanın kendisini var edebilmesi için, Türklük ya da Müslümanlık kullanılarak sermaye birikim süreçlerinin ihtiyaçlarının kutsallaştırılmasına ve siyasal ve toplumsal yaşamın Erdoğan tarafından tümüyle sermayenin hizmetinde olacağı biçimde yapılandırılmasına karşı, bütün o sözüm ona kutsallıkları tersine çevirip iç yüzünü gösterecek netlikte bir siyasal tutum gerekiyor.
Olup bitene en çıplak haliyle bakılır ve o bakışa uygun bir siyasal konumlanma içine yerleşilirse, şimdi içinde bulunduğumuz anın kritik ağırlığı bütünüyle anlaşılır ve geleceğin tam da şimdi olup bitenler tarafından belirlendiği görülebilir.
Bu görüş, sermayenin çok yönlü saldırılarıyla düşürülüp köleleştirilmeye çalışılan halkın kendi yaşamını toplumsal bir özgürlük ortamı içinde sürdürebilmesini; işçilerin örgütlenme ve propaganda hakkı başta olmak üzere bütün sosyal haklarının tanınmasını; toplumsal yaşamın zorunlu zemini olan doğanın sermaye tarafından artan hız ve yoğunlukta yağmalanmasının önlenmesini; erkek egemenliğinin kadın cinsine yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerle sürüp giden saldırılarının durdurulması ve cinsler arası eşitliğin sağlanmasını; bütün etnik kimliklerin ve farklı inançların kendilerini özgürce örgütleme ve ifade etme hakkının kullanılmasını garanti altına alan bir özel demokratik anayasayı hedefleştirir.
Demokratik anayasanın omurgası olacağı devletin etnik kimliği ve seçilmiş inancı olmayacak, bütün yurttaşlar, hangi etnik kimliğe ve inanca sahip olurlarsa olsunlar eşit haklara sahip olacaklardır.
Faşizmin ülkeyi “sermayenin cenneti” haline getirme girişimlerine karşı, demokratik anayasa “halkın cennetine” doğru yürüyüşün bir öncü adımıdır. O “cennet” hiç ara vermeden birbiri peşi sıra atılacak adımlarla yayılıp derinleştirilerek halk tarafından fiilen inşa edilecektir.
Faşizm ülkeyi “yeni Çin” yapabilmek için işçileri “çalışma kamplarına” hapsetmek istiyorsa; demokratik anayasa, işçilerin başta insani yaşam standartlarının sağlanması olmak üzere bütün toplumsal ve siyasal haklarının hayata geçirilmesinin teminatı olacaktır. Sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma gibi en temel insani ihtiyaçların karşılanması anayasal teminat altına alınacaktır. Halk sağlığını hiçe sayıp kimyasal zehirlere dönüştürülen ve kanser başta birçok hastalığın sebebi olan gıda sanayisi ürünleri yerine halkın gıda güvenliği sağlanacaktır.
Faşizm halka ait en ufak özgürlük alanlarını bile gasp edip bütün iktidarı muhteris bir diktatör ve ruhunu ona teslim etmiş uşaklara veriyorsa; demokratik anayasada, devlet örgütlenmesi, halkın kendisini kendi faaliyetiyle ve kendi ihtiyaçlarını esas alarak örgütlenmesi olarak düzenlenecektir. Valilik ve kaymakamlık gibi “saltanat makamları” kaldırılacak, halkın oyuyla seçilen yerel meclisler en geniş yetkilerle donatılacaktır. Mahkemeler ve emniyet güçleri, yeterli donanıma sahip olan adaylar arasından halk oyuyla seçilecek ve yerel meclislere bağlı olarak çalışacaktır.
Faşizm şimdiye dek yaptığı yıkım yetmezmiş gibi insani yaşamın en temel zemini olan doğayı daha da tahrip edecek yeni saldırıları hayata geçirmeye çalışıyorsa; demokratik anayasa, toplum ve doğa arasındaki ilişkiyi birbirini var edip koşullayan iki gerçekliğin en uygun ortaklaşması olarak inşa etmenin arayışı içinde olacak, kırda yaşamı ve toplu ulaşımı teşvik etmek gibi önlemlerle doğanın sermayenin tahribatından temizlenmesinin ilk adımlarını atacaktır.
İktidarın kışkırtması ve teşvikiyle saldırganlığı artarak yaşamı kadınlar için cehenneme çeviren erkek egemenliğinin kendisini var ettiği bütün halleri, demokratik anayasada anayasal suç olarak saptanacaktır. Sürüp gelen erkek egemenliğinin kadınları mahrum ettiği olanaklar gözetilerek, toplumsal ve siyasal yaşamda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık anayasal hak olarak teminat altına alınacak, bütün kamu faaliyetlerindeki görevlendirmelerde kadınların eşit varlığı düzenlenecektir. Ev işleri kamu hizmeti statüsünde değerlendirilecek ya da ücretlendirilecektir.
Çocukluk, özel bir yaşam hali olarak anayasa tarafından kabul edilecek, anne-baba dahil olmak üzere çocuklara yönelik her türden korkutma, tehdit ve şiddet anayasal suç olarak düzenlenecektir. Çocukların çok yönlü gelişebilmesi için gereken olanakların sağlanması anayasal hak olarak kabul edilecektir.
Alınan önlemlerin gereksindiği mali kaynakların, ülkenin doğal zenginliklerinin halk için halk tarafından ekolojik dengeleri gözetilerek değerlendirilmesinden, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin soygunlarını engelleyip dış ticareti bilinçli bir seçimle en elverişli koşullarda yaparak elde edilecek gelirlerden ve vergi sisteminin artan oranlı servet vergisini temel alarak düzenlenmesinden sağlanacağı anayasal güvence altına alınacaktır. Merkez Bankası halkın anayasal haklarının kullanımını sağlayacak düzenlemeleri yapmakla mükellef olacak ve bu görevini yerine getirmesi için halkın seçtiği vekillerden oluşan meclis tarafından denetlenecektir.
Demokratik anayasa, başta bölgedeki komşu halklar olmak üzere, emperyalist işleyişin dayattığı bütün işgal, savaş ya da ilhak hedefli girişimlerine karşı, halklar arasında dostluk ve barışı savunan bir tutumu anayasal bir emir olarak ilan edecektir. Bütün işgal girişimleri sonlandırılacak, bölgemizde barışın ve birlikte yaşamın temellerini atmak hedeflenecektir.
Demokratik anayasanın yazılı herhangi bir belge olmaktan çıkaracak olan, onu sokaklardaki hareketiyle var edecek olan halkın gücüdür. Bu güç, hareketiyle var ettiği anayasal haklarını demokratik bir cumhuriyet biçiminde hayata geçirecektir.
Demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa, halkın kendiliğinden hareketinin içinden öylesine çıkıp gelemez. Kendiliğinden hareketlilik, kendisi olarak var olmakta yetinir ve kendi bilincine sahip olduğu bir düzeye sıçrayamazsa, sermaye düzeninin labirentlerinde kaybolmaya, kurulan tuzaklara düşmeye ve halkçı bir hedefe ulaşamadan sönümlenmeye yazgılıdır.
Halkla iç içe olan özel bir siyasal duruşun onun içinden çıkıp gelerek öncülük yapma, halkın mücadelelerini ortaklaştırma, ona uygun siyasal örgüt ve mücadele biçimleri sunma, günlük mücadeleleri kendisine doğru çekerek dağılmasını engelleyecek meşru bir hedefle güçlendirme faaliyeti içinde olması gerekir.
5- Sol güçlerin durumu
Sol güçleri farklı öbeklerde toplayabiliriz; sol-sosyalist muhalif güçler, faşizmin kurumsallaşma sürecine direnen ve direndikçe siyasallaşarak özneleşen toplumsal güçler, HDP’de temsil edilen Kürt halkının özgürlük arayışı!
Toplumsal güçleri yazının önceki bölümünde anlayıp anlatmaya çalışmıştım. Bu bölümde sol-sosyalist siyasal güçler üzerinde yoğunlaşabiliriz.
Sol-sosyalist güçler
Sol güçler mevcut kaotik ortamın içinde ayakta kalıp kendisini sürdürebilmenin ötesine geçemiyorlar. Bu acı gerçeklik, ortama müdahalede yetersizlik biçiminde kendisini gösteriyor. Siyasal gelişmeler onu rolünü oynamaya neredeyse bağırarak çağırmasına rağmen sosyalist hareketin oldukça zayıf konumlanmasının derindeki sebepleri hakkındaki görüşlerimi buraya (Sendika.Org’da çıkan “Solun krizi 1–2”) bırakarak, o günden bu yana kimi girişimler olsa da henüz belirleyici bir değişim yaşanmadığını söyleyebilirim.
Sosyalist güçler, göz kamaştıran bir duruşu inşa edip iktidara dayatan kadın kurtuluş hareketinin fiili zoruyla “kadın” alanında ve kimi yerel direnişlere küçümseyerek ama “görev icabı” yapılan destekler sayesinde yaşanan “tanışmadan” sonra günümüzdeki Pandeminin de fiili zorlamasıyla (nihayet!) “ekoloji” alanında kimi dönüşümler yaşıyor.
Ancak, bu dönüşümler, bir yandan 90’lardan beri sürüp gelen bir belirleyici yanılgıyla söz konusu hamleleri sınıftan uzaklaşma ya da iktidar mücadelesinden kaçma gerekçesi yapan liberal tutumlarla “kirletilirken”; öte yandan, marksizmin kavramsal sistematiğinin güncel gerçekliğe uygulanmasının içinden çıkıp gelen bir “kavramsal-sistematik” tutumla değil de güncelliğin fiili zorlamalarıyla ite-kaka kabullenmenin kaçınılmazca “eklektik” olan yapısıyla zayıflatılıyor.
Ancak, olumlu gelişmeler de yok değil. Mücadele isteği, henüz paradigmal bir dönüşüm yaşayamayan bazı siyasal eğilimleri de pratik gelişmelerin zorlamasıyla aldıkları kimi tutumlar üzerinden belirleyerek günümüzün talep ettiği özel devrimci-komünist siyasal zeminle bir biçimde ilişkilendiriyor.
İlkin, ilgili toplumsal güçlerin fiili eylemlerinin zorlamasıyla da olsa, kadın ve ekoloji alanında sosyalist hareketlerin değişim arayışında olmaları olumludur.
Daha da iyisi, bazı eğilimler açısından, yaşanan değişimlerin kapitalizmin günümüz gerçekliğiyle ilişkilenen bütünsel bir kavrayışın içinde gerçekleşme olanağını da taşıyor olmasıdır. Bu yönde özellikle Halkevleri, TİP, TÖP ve SODAP’ta farklı ağırlıklarla yaşanan olumlu gelişmeleri açık kaynaklardan takip edebiliyoruz. ESP de aynı yönde arayış içinde olmakla birlikte geçmişinin bir dizi paradigmal açmazı barındıran zemini onu geriye çekiştiriyor.
Başka bir alanda, DİB’in halkçı-demokratik zemininin inşasında özel emek verip beceri gösteren EMEP, bağımsız sosyalist bireyler ve CHP’li demokratlar vurgulanmalıdır.
İkincisi, sol içinde ağırlıklı güçlerden olan TKP ve SOL Parti’de yaşandığı anlaşılan gelişmedir. Her iki hareketin de etkilendikleri “ulusalcı” eğilimlerin onları belirlemesiyle konumlandıkları Kürt halk hareketine neredeyse düşmanlık noktasına varan karşı duruşlarını “yumuşatma” eğiliminde oldukları görülüyor. “Cephe” geleneğinde de benzer bir tutumun yoklandığı görülüyor.
Üçüncüsü ise, 2019 yerel seçimlerinin hemen öncesinde ve sonrasında güç kazanan, sistemin “restorasyoncu” resmi muhalefetine eklemlenme yönündeki eğilimlerin zayıflamasıdır. Tam tersine, şimdilerde içinde (söz konusu eklemlenme zaafından kendisi de etkilenen) HDP’nin de bulunduğu bağımsız ve halkçı bir politik zemin, “üçüncü” bir politik güç alanı olarak kendisini var etmeye çalışıyor.
Bu yönelim kendisini var etmeyi başarabilirse, halkın biriken muhalif enerjisinin akabileceği büyüklükte ve esneklikte bir kanal olabilir. Bu durumda, şimdiki “seçeneksizlik” üzerinden zorunlu olarak hala CHP’de tutunan bazı toplumsal güçler, CHP barajını aşma imkanına kavuşmuş olacaktır.
Konumlanma ve pratik zaafı
Ancak, şu ya da bu yöndeki olumlu politik ya da paradigmal gelişimler önemli olsa da, sonuç alabilmek için esas olarak solun “yenilgi yıllarında” yerleşip epey de alıştığı kendisini var etme halinin değişmesi gerekiyor.
Aslına bakılırsa, sollarımızın geçmiş geleneğinin belki de en olumlu ögesi olan yoksullarla başta olmak üzere hareket halindeki bütün toplumsal dinamiklerle kaynaşma hatta kahramanca öne atılarak öncüsü olma yeteneğinin yeniden canlandırılması gerekiyor. Sol güçler pratik var oluşlarının asgari zeminini ancak böylesi bir konumlanma içinde kurabilirlerse kendilerini günümüze özgü bir devrimci-komünist yapıda yeniden inşa edebilir.
90 çözülüşü sonrasında sollarımızın etkisi altında kalıp boşluğa savrulduğu post-marksist bir zeminden çıkıp gelen “söylem-vitrin” odaklı örgütlenme pratiklerinin tecrit edilerek değersizleştirilmesi; özellikle iş yerleri, işçi havzaları ve yoksul semtlere yerleşen ve daha da ötesinde, nerede olursa olsun bütün muhalif halk güçlerinin içinde konumlanan bir pratik duruşun kazanılması gerekiyor. Bu duruş da, şimdi kimi sol güçlerde olduğu gibi adeta “durgunluk ve stabilite arayan” (haydi icazetçi demeyelim) uyuşuk bir tarzda değil, meşruluğun sınırlarında konumlanıp öncü tutumlarla “alan genişleten” ve bunun için de sürekli hareket halinde bir günlük faaliyet içinde var olmalıdır.
İşçiler başta olmak üzere bütün muhalif halkçı güçlerle el ele-göz göze-diz dize ilişkilenmenin ürettiği iç içe geçme düzeyinde bir konumlanma ve esas olarak bu alanlarda yürütülen mücadelelerin içinden çıkıp gelen tikel-özgün öncü duruşların birbiriyle kaynaştığı özel bir bileşkesi-omurgası olarak kendisini sürekli yeniden kurma günün olmazsa olmaz gereksinimidir. Siyasal alanda atılan en küçük adımlardan taktik yönelimlere ve cüret edilip yapılan stratejik-paradigmal açılımlara dek, yapılan bütün çalışmalar, ancak ve sadece böylesi omurgayla ilişkilenerek ve ilişkilenebildiği oranda devrimci-komünist bir anlam kazanabilir.
Günümüz kapitalizmine özgü yıkıcı devrimci-komünist öznenin, kapitalizmin küresel ve yerel gerçekliklerinin ve buna karşı işçi sınıfının yeni gerçekliği ve oluşan yeni anti-kapitalist hareketlerinin uygun bir ağ içinde ilişkilenmesi biçiminde kendisini kurması gerektiği bilinci; her ne kadar sermayenin ve karşıtı güçlerin somut-tarihsel hareketlerinin içinden belirlenerek çıkıp gelen bir nesnellik taşısa da; sırf o haliyle, somut gerçekliğin muazzam zenginliği içinde olup bitenlere kaçınılmaz olarak “dışsal” ve onlara “kutup yıldızı” olacak teorik bir belirlenimdir. Aynı konuma, doğrudan güncel pratik içinden çıkarak ve o yolun/yolların kendisine özgü “sarp kayalıklarını” aşıp gelerek ulaşan patikalar; hem teorinin sağlamasını yapıp zaaflarını aşmasına destek olarak hem de teorinin “gri” rengini hayatın zenginliği üzerinden “yeşil” canlılığına kavuşturarak; ortak hedef olan güncel kapitalizmin tasfiyesinin pratik olarak gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Başta işçiler olmak üzere, bütün toplumsal güçlerin güncel ihtiyaçlarına odaklanan, bu ihtiyaçların savunulması sürecinin içinde hatta mümkünse önünde konumlanırken, söz konusu ihtiyaçların toplumsal ve siyasal alanlarla ilişkisini pratiğin her anında vurgulayıp parlatarak sürece siyasal derinlik kazandırmaya çalışan bir pratik duruş inşa edilmelidir. Halkın, kendi ihtiyaçlarını ancak demokratik bir anayasayla ve böylesi bir anayasanın omurgası olduğu demokratik bir cumhuriyetle kalıcı olarak kazanılabileceği bilinci ancak öylesi bir günlük düzeydeki pratik duruşla inşa edilebilir.
Her toplumsal gücün özgün ihtiyaçlarına odaklanma, hepsini bir üst zeminde toplayan “iş, ekmek, barış ve özgürlük” gibi taleplerin önünü açacak ve bu talepler üzerinden demokratik bir anayasa ve sosyalizm gündemleştirilecektir. Açık ki, aynı süreç, tersinden de okunabilir ve sanki birbirine zıtmış gibi görülebilecek bu politik-pratik süreçler, ancak birlikte olup kaynaştıkları oranda, yani “güncel” olanla “tarihsel” olan birbirini koşullayabildiği oranda belirleyici güç ve devrimci-komünist bir anlam kazanabilecektir.
Anlaşılır olmak için, böylesi bir tutumun tam tersi yönde şekillenen iki “moda” tarzı vurgulamalıyız. Yoksulların ve şimdi gerilimlerin en yoğun olduğu noktalarda yaşanan halkçı-demokratik toplumsal mücadelelerin dışında “steril bir konuma” yerleşen ve oradan üretilen “en komünist” söylemle yetinen siyasal tutumlar, hangi “komünist” iddialarda bulunurlarsa bulunsunlar ve hangi güce ulaşırlarsa ulaşsınlar, günümüz Türkiye gerçekliğinin yakıcı sorunları karşısında “sosyal gevezeler” olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Öte yandan, kendilerine ait bir güç alanına sahip olmadan sırf güç dengelerinde konumlanan gerçek güçlerle ilişkilenerek “vitrinde-vitrinlerde” konumlanmayı becermeyle yetinen ve “kazandıkları” konumlanmalar üzerinden böylesi bir tutuma ait olan “işini bilen” bir “beceriklilikle” yol alarak “vitrinde konumlanma ve söylem üretmeyle yetinme” açmazına daha da derinden batan siyasal tutumlar da, hangi “kazanımlar” elde ederlerse etsinler, bu duruşları devrimci-komünist anlamda “tarihsel” bir değer yaratamayacaktır.
Bu sonuncu güçlerin bir kısmı CHP ile kurduğu ilişkiler üzerinden konumlanmaya çalışıyor ve her seferinde olduğu gibi günümüzde de “kullanmak” istediği güç tarafından “kullanılacaklar.” Aslına bakarsanız, bu yönde yaşanan onca “başarısız” deneyden sonra hala aynı tutumda ısrar etme, “hata” değil “bilinçli tercih” olarak görülmelidir. Birtakım ikbal hesapları üzerinden geliştirilen bilinçli tutumlarla, sol içinden bazı alanlar sistemin içinde erimeye sürüklenmektedir.
Artık bayatlayan ama ısrarla sürdürülen “liberal” ve “ulusalcı” tutumlar da, kimi zaman zayıflamış hatta yok olmuş gibi gözükseler de, asla aldanmamak gerekiyor!
En son restorasyoncu egemen bloğa eklemlenme eğilimindeki “liberal” tutum; ya da sanki sosyalizmin o konularda kendisine ait bağımsız bir tutumu olamazmış gibi ve adeta fırsatını bekliyormuşcasına herhangi bir uygun gündem yakalayınca bir anda parlayıveren Kemalist damgalı “ulusalcı”, “laik” ya da “modernist” tutumlar da, söz konusu sorunların oldukça derinlerde var olduğunu gösteriyor.
Solun tarihsel geçmişinde de binbir biçime bürünerek sürekli bulunmalarından dolayı özel derinliğe sahip olan “liberal” ve “ulusalcı” tutumlar, her tarihsel momentte halkın sisteme muhalefetini ve sosyalist siyaseti egemen siyasi bloklardan birisine eklemlemenin bir yolunu keşfetmekte! Devrimci-komünist siyasal hat, yerleşik hiçbir önyargıya prim vermeden, hangi biçime bürünürse bürünsün bu tutumlardan kopuşarak ve böylesi tutumları tecrit edebildiği oranda kendisini var edebilir.
İşte, faşist kurumsallaşma sürecini sertleştirerek yaygınlaştırmaya devam ettirmekte ısrar etmekle birlikte, ilerleyebilmek için ihtiyacı olan toplumsal desteğini gittikçe kaybeden iktidar koalisyonuna karşı, Mart 2019 seçim sonuçlarıyla yeniden kazandığı kendine güvenle, henüz yeterince güçlü ve parlak olmasa da daha hareketli ve yaygın bir hale sıçrayan halk hareketi, başka özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda solun kendisiyle yüzleşmesi ve zaaflarını aşması için de uygun bir zemin oluşturuyor. Yeter ki, oluşan yeni halk hareketliliğini kapsayabilecek günümüze özgü paradigmal bir tutum geliştirme cüreti ve gereksindiği sürecin emekçisi olma iradesi gösterilsin!
Solun şimdiki tutumlarının önemini gösterebilmek için tekrar da olsa güç dengelerindeki oynamaların yarattığı yeni konjonktürü tam da burada bir kez daha vurgulamak gerekiyor:
Gezi isyanı, halkçı-devrimci bir farklı düzen seçeneğinin ilk eskizlerine can suyu olmuştu. 7 Haziran 2015’ e dek inip çıkan dalgalar halinde kendisini güçlü biçimde gösteren ve seçimlerdeki zaferiyle Türkiye siyasal düzenini sarsan bu halkçı süreç, Suruç ve Ankara bombalamalarıyla simgeleşen vahşi bir şiddetle devlet tarafından bastırılıp güçten düşürüldü.
15 Temmuz 2016’da yaşanan Cemaat odaklı darbe girişimi sonrasında, darbeyi önceden haber alıp aldığı önlemlerle “Allah’ın lütfu” haline dönüştürerek kendi darbesini hayata geçiren Erdoğan’ın hamleleri, sadece kendi iktidarını sağlamlaştırmayı değil aynı zamanda halkçı enerjiyi ezerek sönümlendirmeyi de hedefliyordu. Bu saldırılar 2015 sonrasında inişe geçen halkçı muhalefeti daha da aşağı itmeyi becerebildi.
Ancak, Gezi’nin verdiği kapasite ve beceriler halk muhalefetini geri çekildiği konumda besleyip farklı biçimlerde de olsa harekete geçirebiliyordu. 2018 seçim sürecinde yapılan canlanma yoklamaları ve 2019 yerel seçimlerindeki kazanımların üzerinden halkçı enerji şimdilerde yeniden ayağa kalktı ve kendi “bağımsız” yolunda ilerleyebildiği oranda güç kazanıyor.
Şimdi hem daha yüksek zeminlere çıkabilmek için mayalanan hem de olduğu kadarıyla fiilen kendisini gerçekleştirmeye çalışan halkçı enerji, Gezi’yi aşmaya yazgılıdır. Gezi’nin sistem içi ve dışı arasında belirsiz ya da aslında her ikisinde de bir biçimde var olan zeminini, sistem dışı özelliklerinin belirleyici olduğu halkçı-demokratik-devrimci bir zeminde ve “yeni bir toplumsal ve siyasal düzen” doğrultusunda aşmak günün görevidir.
Bu görev ancak, günümüz kapitalizminin belirlediği özgün devrimci-komünist zeminin üstünde kendisini var eden ve bu “tarihsel” komünist duruşu, ülkeye özgü halkçı-demokratik toplumsal güçler ve onların acil ihtiyaçlarıyla uygun bir yönelimin içinde ortaklaştırmayı beceren bir siyasal öncüyle gerçekleşebilir.
Siyasal öncü, ilkin, geçmişin demokratik devrim/sosyalist devrim ayrışmasını, arada yaşanan somut-tarihsel gelişmelerin yarattığı yeni gerçekliğe/gerçekliklere dayanıp “aşarak” kendisini kurmak zorundadır.
Geçmişin “despotik” yapısını kapitalizmin gelişmesine siyasal zemin sunan “oligarşik ve totaliter” bir biçim altında sürdüren, ama zorlanıp dağılma belirtileri gösterdiği günümüzdeki aşamasında, kendisini faşist bir zeminde yeniden örgütlemeye çalışan “devlet” bahsindeki “sorun”, kendisinin çözümünü hiç olmadığı kadar yakıcı halde dayatıyor. Bu noktada kendisini var eden “demokrasi” sorununun ürettiği halkçı-demokratik toplumsal güçlerin güncel ihtiyaçları ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır. Dolayısıyla, o “demokratik devrimi” içerir.
İkincisi, siyasal öncünün, kapitalizmin özellikle de son on yıllardaki gelişmesi sonrasında geldiği aşamanın birçok alanda ürettiği yeni sorunlarla yüzleşerek ve aynı noktadan farklı zeminlere savrulan siyasal güçlerle sınır çizerek kendisini yeniden kurma cüretini göstermesi gerekiyor. Ancak öylesi bir yeniden kuruluştur ki, toplumsal ve siyasal alanları keserek kendilerini var eden yeni anti-kapitalist dinamiklerle uygun ilişkilenme olanağını yaratabilir. Dolayısıyla, o bir ayağını da “sosyalizme” doğru atmaktadır.
Sonuç olarak, “devlet” bahsinde halen kendisini dayatan “demokrasi” odaklı bir yönelime ve çözüm gücü taşıyan önerilere sahip olan, ama başta “ekoloji” bahsinde olmak üzere güncel bir yakıcılıkla kendisini dayatan “anti-kapitalist” dinamiklerle de uygun bir yapıda ilişkilenen bir siyasal devrim programının pratikleştirilmesi gerekiyor.
Yeniden vurgulamalıyız ki, öylesi bir pratikleştirme ancak ve sadece hareket halindeki toplumsal dinamiklerle iç içe bir konumlanma ve günlük pratiğin içinde sağlanabilir.
6- İktidarın güncel hamleleri
İktidarın sermaye gücü olan MÜSİAD bir “sermaye cenneti” hayal etmiş ve tersinden-bizim taraftan bakarsak “işçi cehennemi” olacak olan “çalışma kamplarını” hükümetlerinden rica ediyor! Hatta sanki çok normal bir şeymiş gibi, kimseye sormadan sinsice Trakya’da inşa ettikleri böyle bir alanın ülkeye yayılmasını öneriyorlar.
Neymiş, işçiler dışarı çıkamayacakları özel bir alana hapsedilmeli, eşleri ve çocukları da aynı alanda ikamet etmeli imiş! Peki, o arada siz ne yapacaksınız, nerede oturacak, keyfinizi nerede sürecek, yemeğinizi nerede yiyecek, hangi ülkeleri gezecek, en önemlisi de cebinize kaç para atacak, doymak bilmez iştahınızı nasıl tatmin edeceksiniz?
Bu işçi düşmanlarına soruyoruz, “Madem isminizin önüne Müslüman kelimesini koydunuz, bre alçaklar, Kur’an’ın neresinde yazıyor bu kamplar? İşçileri sömürdüğünüz yetmiyor, dini inançlarını da o sömürünün malzemesi yapmaya utanmıyor musunuz? Utanmayacağınızı iyi biliyoruz da, o sömürdüğünüz yetmediği gibi bir de hapsetmeyi planladığınız işçilerin öfkesinden hiç mi korkmuyorsunuz?
Öyle ya, gün ola harman ola, şimdilerde hiç susmadan öttüğünüz “gecenin karanlığının neye gebe olduğunu” kim bilir?
Evet, çok açık ki, MÜSİAD patronları kendileri her türlü önlemlerini alırken işçilerin hiçbir önlemle desteklenmeden “mayın eşeği” gibi Pandemi ile savaşın ön cephesine sürülmesi “yetmez” diyor ve Amerika’da zenci Floyd’a yapıldığı gibi, ek olarak işçilerin ellerinin arkadan kelepçelenmesi ve boğazına çökülmesi gerekiyormuş!
Eh, demek ki öyle, bakalım ne olacak?
Ama, hepimiz görüyoruz değil, MÜSİAD üyesi patronların bir bildikleri var; sırtlarını dayadıkları ve “sağlam” olduğunu düşündükleri bir duvar var!
Evet, Çin’den kaçan tedarik zincirlerini Anadolu’ya çağıran bir “Reis” en tepede oturuyor! Ülke böyle kalkınacakmış! MÜSİAD üyeleri de “Reisimiz işini bilir” diye düşünmüş olmalıdır.
Çin’de ucuz emek bulunca oraya akın eden ama şimdi kapitalist dünyanın hegemonya savaşının güncel ilişkilerinde yaşanan gerilimlerden dolayı kendisine konumlanacağı yeni coğrafya arayan küresel sermaye güçlerine deniyor ki “Biz de varız, bizde de emek ucuz, gelin sömürün; gerekirse sizin için işçileri içine hapsedeceğimiz çalışma kampları bile kurarız!”
Aman yanlış anlaşılmasın, en modern burjuvalarımızın toplandığı TÜSİAD üyesi patronlar da çalışma kamplarından çok memnun olacaktır. Madem işçinin boğazına çökmenin yeni bir yolu daha bulunmuş, hiç geride kalırlar mı, en önde koşturup yerlerini ayırtacaklardır.
Sadece işçinin çalıştığı fabrika ve yaşadığı evin şehirlerin dışında izole edilmiş alanlarda kurulması değil, hükümet patronlara epey zamandır en çok bekledikleri müjdeyi de veriyor, sırada kıdem tazminatlarına çökülmesi de var!
Kriz içinde çırpınan kapitalist ekonominilerinin çıkmazlarından işçilerin daha derinden sömürülmesi hatta neredeyse köleleştirilmesiyle çıkabileceklerini hesapladıkları anlaşılıyor.
Ancak, o yolda ilerleyebilmek için epey engeli aşmak zorundalar. Attıkları her “ileri” adımın astarı yüzünden pahalıya gelebilir!
En son gündeme getirilen kıdem tazminatı kazanımının fiilen tasfiyesi anlamına gelen yeni düzenlemeler, halk içindeki desteğini yitiren Erdoğan’ın sermaye güçlerinin desteğini sürdürebilmenin arayışı içinde olduğunu gösteriyor.
Kıdem tazminatı, sürekli yoksullukla savaşan ve ancak ayakta kalarak yaşamını sürdüren işçi sınıfının, hem özellikle ilerleyen yaşları için umut bağladığı hem de kolayca işten atılmasını engelleyen bir kazanımıdır. Ancak, işçiler için kazanım olan sermaye için kabul etmek zorunda kaldığı bir kayıptır ve on yıllardır bütün hükümetlerden ısrarla kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasını talep ederler. İşte, Erdoğan işçi sınıfının onca saldırıdan sonra elinde kalan en önemli kazanımının tasfiyesini hedefliyor.
On yıllardır sürüp gelen neoliberal soygun politikalarıyla hayatı zaten cehenneme dönmüş işçilere daha da yüklenmenin elbette bir faturası olacaktır. Boğazına dek yoksulluk bataklığına batırılmış işçiler daha da derine doğru bastırılınca, “Yaşama Hakkı!” dinamiklerinin harekete geçmesinden normal ne olabilir?
Yine de iktidar güçlerinin çıktıkları yeni yol ve hedefleri de çok açık, hiç gölgelemeden bilincine varmak, hazır olmak ve savunma için hamle yapmak zamanıdır.
Öte yandan, yokuş aşağı düşen ihracat ve turizm gelirlerinin yokluğunda zaten krizde çırpınan ekonominin dengeleri nasıl kurulacaktır?
Ya da, önceki zorlanmaların üstüne binen Pandemi koşullarıyla kapısına kilit vurmak zorunda kalan küçük esnaf yığınlarının öfkesi nasıl dindirilecektir? İktidara gelmesinde o dönem yaşanan esnaf ayaklanmasının özel etkisi olan Erdoğan, kim bilir belki de iktidardan düşerken başka bir esnaf tepkisiyle uğurlanacaktır. Aynı esnafın, MHP’ye de tepkili olacağı açıktır ve düşen oy oranları bir kopuşun başladığını gösteriyor.
Faşist hamleler
Erdoğan, kamuoyu yoklamalarının sonuçları kendisini epey telaşa düşürmüş olacak ki, farklı alanlara yayılmış hızlı ve çok yönlü hamlelerle daralan yaşam alanını genişletmeye, yeni nefes alma kanalları bulmaya-yaratmaya çalışıyor.
2-3haftalık bir dönemde olanlara kısaca değinirsek, nasıl bir çırpınışla ayakta kalmaya çalıştıklarını daha iyi görebiliriz.
1-Avrasyacı devlet kliğinin özel bir parçasına yönelik tutuklama operasyonunun 30 Ağustosa dek sürecek ordu terfi ve emeklilik sürecine bir giriş olarak başlatıldığını tahmin edebiliriz. İktidar koalisyonunun bir parçasına yapılan dışlama operasyonunun, Avrasyacı kiliğin diğer kanadı olan Perinçek ekibi tarafından sessiz bir onayla karşılanması kimi beklentiler üzerinden olmalıdır.
Yine de, şimdi ABD ile tazelenmeye çalışılan eski nikahın bir yan ürünü olarak, beklentisinin tam tersine tasfiye süreci bu ekibe de uzanabilir. MHP kanadından Perinçek’e yönelik salvolar, kara kuvvetleri komutanının bilinen MHP’li kimliğiyle birlikte düşünülünce, boşuna yapılmıyor olabilir. Ancak böyle bir tutumun, zaten partilerinin MHP’lileşmesi dolayısıyla rahatsız olan kimi AKP’lilerdeki rahatsızlığı arttıracağını saptayabiliriz.
2- Her zaman yasama döneminde “görmezden gelinerek bekletilen” milletvekillerine yönelik mahkeme kararlarının “bir gece aniden” Meclis’e getirilerek 2 HDP’li ve 1 CHP’li milletvekilinin ve arkalarındaki yüzbinlerce oyun Meclis’ten dışlanması, iktidarın hedefine doğru yürümekte kararlı oluşunun bir göstergesi olarak okunabilir.
Gerilimi yükseltmek ve sonra uygun bir tarzda yapılandırarak yönetmek zaten iktidarın “en iyi” yaptığı işlerden birisi değil mi?
Ancak, “güçlü” olunan dönemde hep kazandıran bu metodun “zayıflama” sürecinde aynı sonucu yaratamama ihtimalinin pek değerlendirilemediği görülüyor. Nitekim, hastalık üzerinden cezaevlerinde yaşanabilecek olumsuzlukların yaratacağı tepkilerden çekinildiği için, iki “eski” milletvekili daha sonra ev hapsine alındı. Yine de, artık başkasını yapma kapasitesi olmayan iktidarın faşist yürüyüşünün talepleri yönünde her an yeni muhalif milletvekillerinin düşürülmesi yönünde tutum geliştirmesi beklenmelidir.
Bu süreçte, iki olgu öne çıktı; CHP’nin sadece kendi üyesine sahip çıkıp HDP’lilere sahip çıkmaması, kendisiyle ilgili hala umut taşıyan demokratların bilincine kazındı. HDP ise, CHP’li milletvekilini de vurgulayarak tepkisini “demokrasi” zemininde dillendirdi. Bu tutum, HDP’ye kazandırdı.
HDP, daha da ileri hamle yaparak, neredeyse her gün üstüne yüklenen onca baskıya rağmen Hakkâri ve Edirne’den iki kol halinde başlayıp Ankara’da sonlanan bir demokrasi yürüyüşüyle, kendisine vurulan darbeye karşı militanca bir karşı duruşu örgütlemeyi başarabildi.
Bu duruş, iktidarın öncesinde yaptığı ağır tehditlere rağmen hayata geçirildiği için, iktidarın gücünün ve manevra alanının sınırlarını gösterirken, iktidara yönelik tepkileri CHP tarafından hayata geçirilmek bir yana sözle bile dillendirilmeyen CHP sempatizanı bazı halk güçlerinde HDP’ye yönelik bir sempati yarattı. Sonuçta, HDP evet 2 milletvekilliğini kaybetti, ama siyasal etki alanını genişleterek “daha fazlasını” kazandı. Üstelik, Leyla Güven’in şahsında bir müddettir süregelen ve kahramanlaşma düzeyine sıçrayan özel bir siyasal liderleşme süreci yeni bir ivme daha kazanmış oldu. İktidar, tıpkı belediyelerde olduğu gibi, zamana yayılarak tepkileri bölen bir metotla bütün HDP’li milletvekilleri aynı “düşürülme” sonucuna sürüklemeyi deneyecektir.
HDP’nin “yürüyebilmesi” bir müddettir “kapalı” olan “sokak” kapısını açtı, arkasından başka güçler de aynı kapıdan geçerek sokağı yoklamaya başladı.
3- Turgut Öker’e verilen ceza da tamamen hukuksuz, keyfi niteliği bir yana, Öker’in şahsı üzerinden Alevi inancına atılan bir tokat olarak görülmelidir. Bu cezanın arkasındaki irade açıkça diyor ki: “Haddinizi bilin, biz bir şey söylemeden siz başınızı eğin, ezer geçeriz!”
Bir inancın önemli bir politik önderine böyle densizce davranmak, mahkemenin değil siyasi iradenin bilinçli bir tutumu olarak ve gelecekte Alevilerle ilgili olası yönelimlerin bir girişi olarak anlaşılmalıdır. Kitlesi çözülen iktidarın merkez kanadı, o çözülmeyi durdurabilmek için Alevi düşmanlığını körüklemeyi hesaplıyor olmalıdır. Hemen belirtelim ki, böylesi bir yönelim Alevi inancına sahip halk kesimlerini “kontrol” edilerek sisteme içerildikleri CHP’den kopuşlarının önünü açacaktır.
4- Barolar, TTB ve TMMOB üzerine yapılan saldırı planları ise, ilk tepkiyi bulundukları şehirlerden yola çıkıp Ankara’ya yürüyen avukatları harekete geçirerek almış oldu. TTB ve TMMOB’nin de kendi ihtiyaçları üzerinden hareketleneceğini düşünebiliriz. Erdoğan, boş arazide yürümüyor, muhalif güçlerin de biriken öfke ve enerjileriyle iktidar alanının zayıflama belirtilerinin üstüne yürüme eğiliminde olduğu görülüyor.[2]
5- “Bekçi” ünvanı verilip üniforma giydirilerek dokunulmazlık kazandırılan AKP ve MHP militanlarının yetkileri arttırıldı. Faşist kurumsallaşma sürecinin sokak düzeyine dek nüanse edilmiş hali olan yeni örgütlenme, baskının ve seçilmiş biyo-politik yaşam yöneliminin sokak düzeyinde de dayatılacağı anlamına geliyor. Daha da ötesinde, oluşan halk muhalefetinin sokaklara çıkması halinde daha çok caddeleri kontrol eden polisi sokaklarda destekleyecek yeni bir kurumsallaşma kurulmuş ve buraya yerleştirilen işsiz iktidar sempatizanları devletin parasıyla beslenmiş oluyor.
Burada özellikle öne çıkan bir durum, iktidarın nefret nesnesi olan kadınları hedefleyen yönelimdir. Bu nefret yasasına göre, henüz evlenmeyen ya da dul olan kadınlar AKP ve MHP’nin erkek militanları olan “bekçiler” tarafından “uygun” yaşayıp yaşamadıklarını kontrol edebilmek için “yasal olarak” gözetlenebilecektir. Kadın hareketinin erkek egemenliğinin en çıplak halinin yasa halinde dokunulmazlık kazandırılarak utanmadan ve arsızca dillendirilmesine karşı kendi yaşama hakkını savunacağı açıktır. Taciz, tecavüz ve cinayetlerin zirve yaptığı dönemin sorumlusu olan sefil anlayışın, bilinen kadın düşmanlığını hiçbir sınır tanımadan kadınları boğacak bir biçimde genişletme niyetinde olduğu anlaşılıyor.
Yeni bir Sarıkamış faciası mı?
6- Bölgede yürütülen hegemonya mücadelesi ise hem hızla derinleştirildi, hem de alanı genişletildi.
Suriye’de İdlip odaklı bölgeden başlayarak tüm operasyon alanlarında Türk lirasının kullanılmasına geçiş, o bölgelerde TC devletinin askeri-politik-idari düzlemlerdeki derinlemesine yerleşmesiyle birlikte düşünüldüğü zaman, açıktır ki, bu özel bir coğrafyada (Kuzey Kıbrıs benzeri) bir fiili durum yaratılmak hedeflenmektedir.
İktidar yanlısı Yeni Şafak’ın Göbels özentili başyazarı Karagül’ün “Misak-ı Milli” sınırları olarak öne çıkardığı Halep-Musul ekseninin kuzeyi üzerinde hak iddia etmesini ciddiye alırsak, sınırları daha da genişleyecek bu coğrafyada kalıcı bir konumlanma arzusu söz konusudur.
Bağlı olarak, Kuzey Irak/Başur-Güney Kürdistan coğrafyasında da Suriye’dekine benzer biçimde bir fiili durum yaratarak yol almak istendiği görülüyor. ABD ve Barzani ailesinin de onayı alınarak yapıldığını tahmin edebileceğimiz güncel askeri hamlenin henüz bir sonuç alamadığı ve Süleymaniye başta olmak üzere birçok yerelde Kürt halkının tepkisiyle karşılaştığı görülüyor. Aynı bölgedeki önceden kurulmuş askeri karakollarla birlikte düşünüldüğünde, şimdi yapılan hamlenin, zaman içinde fırsatını buldukça ilerleyerek Kerkük ve Musul’a dek uzanacak bir “yayılım” arzusunun ve o yöndeki fiili girişimlerin bütünselliği içinde değerlendirilmesi gerekiyor.
Varlığı bilinen petrol-doğal gaz zenginlikleri üzerinde hak iddia etme hedefiyle bulunulan Libya ise, varlığı henüz yeni saptanan doğal zenginlikleriyle Doğu Akdeniz üzerindeki egemenlik iddialarının bir uzantısı olarak ve yine alan genişletilerek konumlanılan yeni savaş alanı oldu.
Hiç gizlenmeden söylendiği gibi, Libya’daki petrol ve doğalgaz zenginliklerini kontrol ederek Türkiye kapitalizminin kalıcı sorunu olan sermaye ihtiyacını gidermeyi amaçlayan bu hamle, Suriye’den getirilerek “mayın eşeği” olarak kullanılan paralı askerlerce ve yine açık kaynaklardan öğrenildiği kadarıyla TC ordusunun kurmay ve MİT’in istihbarat desteğiyle yürütülüyor.
Üstelik, sadece petrol-doğal gaz değil, Libya’daki konumlanma, aynı zamanda Tunus ve Cezayir’deki gerici siyasi hareketlerle ortaklaşarak gerçekleştirilecek TC hegemonyasında bir Kuzey Afrika inisiyatifi ve bu inisiyatif üzerinden hem Mısır’a hem de Afrika’nın zengin kaynaklarla dolu geniş coğrafyasına doğru “yayılmayı” da hedefliyor.
Sürekli büyüyen savaş coğrafyası, içinden çıkıp geldiğimiz devlet geleneğiyle birlikte değerlendirilince, aklımıza ister istemez Osmanlı imparatorluğunun çözülmesini engellemekte zorlanan İttihatçıların “son çare” olarak gördüklerinden olacak Enver Paşa liderliğinde yaptıkları “Huruç” harekâtı ve onun kahredici sonucu olarak Sarıkamış dağlarında donarak yaşamlarını kaybeden on binlerce Anadolu köylüsü geliyor! En ufak bir komutanlık sorumluluğu taşımadan emrindeki askerleri sırf kendi açmazını aşabilmek için bile isteye ölüme sürüklemenin nasıl bir alçaklık olduğunu bin kez vurgulasak yine de yetmez!
Peki, aslında Abdülhamid hayranı olan Erdoğan acaba padişahı deviren ekibin öncülerinden olan Enver Paşa’nın yolunda yürüyüp onun başaramadığını başarmak mı istiyor?
Öyle ya, kapitalist kodlarla dönüştürülerek bir biçimde korunan “despotik” genetiğin kendi sorunlarını başka coğrafyaları talan ederek çözme tutumunun (adeta metastaz yapan kanser hücresine özenip) uzun bir tarihsel sıçrama yaparak kendisini yeniden canlandırması sürecinin içinde olabiliriz.
Öyleyse, hemen belirtmeliyiz ki, bu coğrafyada yaşayanlar olarak hep beraber ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.
Dünyanın küçük bir köye dönüştüğü ve silahların yıkım gücünün olağanüstü bir yapı kazandığı günümüz koşullarında, bir yandan kapı kapı dolaşıp dolar ve turist dilenirken, öte yandan emperyalist zirveden yerel devletlere kadar yayılan bir düşman bloğuna karşı savaşa girişmek, Enver Paşa’nın yaptığı “hatanın” çok daha büyüğünün “bir de ben deneyeyim, bakalım ne olacak” denilerek hayata geçirildiği anlamına gelir.
Irak’tan Libya’ya dek uzanan ve derinlemesine “yayılmayı” da hedefleyen Erdoğan öncülüğündeki iktidar koalisyonunun “yayılmacı” yönelimleri; emperyalist çekirdekteki hegemonya çatlağını abartarak, yaşanan hegemonya gerginliklerinin yeryüzünün farklı coğrafyalarında yarattığı boşluğu her gücün istediğini yapabileceği bir düzeye yükselten bir değerlendirme zaafı üzerinden üretiliyor olmalıdır.
Nitekim, çıkılan yolun geldiğimiz güncel aşamasında, ekonomik ve askeri olarak “bağımlı” yapısına rağmen “boyundan büyük” işlere soyunan iktidar koalisyonu, çıkarlarını zedelediği bir dizi küresel ve yerel gücü kendisine karşı konumlandırmayı becerdi! Bölge düzleminde Mısır-Suudi Arabistan- BAE ekseninin gittikçe sertleşen direnişi ve küresel güç Rusya ve Fransa’nın direnciyle yüzleşen “yayılmacı” yönelimin, ısrar edip çıktığı yolda ilerlerse söz konusu güçleri askeri tutumlar almaya zorlayacağı görülüyor.
İşte, tam da bu noktada, kendi askeri girişimlerine karşı oluşan yerel ve küresel direncin saldırıya geçme eğilimlerini gören iktidar koalisyonu, ABD ile “nikah tazeleyerek” kazanacağını umduğu bir güvence arayışına girdi.
Ancak, umulanın aksine, söz konusu yeni “nikah”, aslında içine sürüklenilen bataklığın yıkım gücünü daha da arttırmaktan başka sonuç üretmeyecektir.
Irak’ta Kürtlerin askeri direnişinin, Suriye sahillerinde toplanan Rus savaş gemileri ve Suriye ordusunun savaş hazırlıklarının, Fransa’nın NATO ve AB üzerinden yaptığı diplomatik hamlelerin, şayet çıkılan yolda ilerlemekte ısrar edilirse, ABD tarafından engellenivereceği mi sanılıyor?
İlkin neden, evet ABD bu “iyiliği” neden yapacak ya da şimdiye dek ABD’nin kime “iyiliği” olmuş?
Tam tersine, ABD, çok iyi bilinen bir emperyalist tutumla, söz konusu yüksek gerilimle yüklü çatallanmaları tam da kendisine yakışan bir özel bilinçle “çözmeyecek”, hatta kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceği bir yapıya sokarak bilinçlice sürdürecek, kendisine “sığınan” Türkiye’nin “bağımlı” statüsünü bu süreçte daha da derinleştirmeyi amaçlayacaktır.
Nitekim, Trump’ın Türkiye konusunda danışmanı olan senatör Lindsey Graham, ABD’den istenen güvencenin sağlanabilmesinin ilk şartlarını hemen açıkladı: Çin ürettiği için ABD tarafından engellenmeye çalışılan, ama birçok dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de devreye alınması planlanan 5G’den vazgeçilmeli, 2.5 milyar dolara alınan Rusya’nın ürettiği S-400’ler kullanıma sokulmamalı ve Afrika’da gücünü arttıran Çin’e karşı ABD ile ortak hareket edilmelidir.
ABD’nin, Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ilişkisini sınırlayarak tek taraflı olarak kendisine bağımlı olmasını ve hatta Çin-Rusya eksenine karşı “kullanılmayı” kabul etmesini hedeflediği anlaşılıyor. Tıpkı şimdi Libya’ya gönderilen teröristler gibi, Türk ordusu ABD tarafından “kullanılacak” ve yeni “Kore” maceralarına “mayın eşeği” olarak sürülecektir.
Eh, zaten ABD gerçekliği de bundan başka bir şey değildir ki!
Bu noktada özellikle vurgulanması gereken bir olasılık, 90’larda yazılan “Medeniyetler Çatışması” kitabından çıkıp geliyor. O dönemlerde Amerikan devletinin politika oluşturucu alanında konumlanan “yazar” Huntington, Sovyetlerin çözülüşünün yarattığı yeni dünya gerçekliğinde ABD’nin emperyalist zirvedeki konumlanmasının nasıl yeniden örgütlenebileceğini inceleyip öneriler sunuyordu.
ABD önderliğinde oluşan yeni dünya düzeninin en tehlikeli düşmanı olarak Müslümanlığı gören bu incelemede, Türkiye’ye Müslüman dünyasını ABD liderliğindeki sisteme eklemleme görevi veriyordu. Yazara göre, M. Kemal’le içinde var olduğu Müslüman dünyasından koparak Batı’ya yönelen-Batı’lı olmaya özenen Türkiye yanlış yapmıştı, bir an önce kendisinin gerçek yerine dönmeli ve Müslüman dünyaya “önderlik” yapmalıydı.
İşte, “yeni nikah tazeleme” olayının ABD açısından bu yönde bir anlamı da olabilir. Bu politika halen “uygulanabilir olasılıklar” skalasının içinde bulunuyorsa; kaldıramayacağı gerilimlerin içinde üstelik cebinde 5 kuruşu olmadan çırpınan Türkiye’yi zayıf konumda yakalayarak ve gözü kendi iktidarını biraz daha sürdürmekten başkasını görmeyen bir muhterisin açığını kullanarak yol alınmak isteniyor olabilir.
Peki, iktidar koalisyonu “yayılmacı” tutumlarıyla “yanlış” mı yapıyor ya da olup bitenler sırf Erdoğan’ın “keyfi” bir nostaljik tutumla Osmanlı imparatorluğunu yeniden diriltme hayallerinin mi ürünüdür?
Böylesi bir değerlendirme yüzeysel olacaktır. Sorunun ana dinamiği TC sınırları içinde gelişen yerel kapitalizmin acil güncel ihtiyaçlarının içinden çıkıp geliyor.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme düzeyinin dayattığı “ucuz emek ve bağımlı pazar” ihtiyacının çözümü doğrultusunda yönelim talep eden kapitalist rasyonalitenin zorlamasıyla devlet tarafından yapılacak bir bölgesel hegemonya girişimi, egemen güçlerin bütünü açısından “anlaşılır” ve hatta “arzulanır” bir tutumdur. Evet, “bağımlı” da olsa yerel bir kapitalizm gelişmiştir ve kendisinin ana sorunu olan sermaye yetersizliği dahil olmak üzere açmazlarını aşma amacıyla çırpınmaktadır.
Eh, “yayılmacılık ancak sermaye birikimi sınırları aşacak bir seviyeye ulaşmışsa olabilir” denecekse, “kitabi” olarak doğru bir tespit yapmış olursunuz, o kadar! Kitaplardan hayata bakmak (o kitaplarda yazanlar gerçekliğin oluş koşullarının ve varlığının doğru bir analizi üzerinden yapılan kavramsallaştırmalar tarafından belirleniyorsa) bakışa derinlik kazandırır; ama yetmez, aynı zamanda hayatta olup bitenlerden de kitaba yönelmek gereklidir. Evet, Türkiye kapitalizmi sermaye yetersizliği yaşıyor, ama ulaştığı üretim kapasitesi kendisinin kontrolünde olacak yeni pazarlara ihtiyaç duyuyor, ihraç pazarlarındaki rekabet koşulları da onu ucuz emek arayışına itiyor.
Dolayısıyla, sistem açısından bakarsak, bir “hata” varsa sorun “yayılmacı” yönelimin kendisinde değil, onun hayalden çıkıp pratikleşerek başarılı olmasında belirleyici olacak olan somut gerçekleşme halinde, yani “yayılmacılığın” çapı, derinliği ve yürütülüş tarzında!
TC’nin gücü, böylesi geniş bir coğrafyada, kendi parasını kullandıracak ve doğal zenginliklere el koyup işletebilecek derinlikte ve özellikle de “tek başına egemen” olduğu biçimde bir “yayılım” yapmaya yetmez! Cüret, iyidir; ama gerçeklerden büsbütün kopuksa, ilgilenmediği gerçekler onu sarıp sarmalamaktan vazgeçmeyecektir!
Dolayısıyla, evet, yerel kapitalizmin “yayılmacı” talepleri doğrultusunda davranılması “anlaşılır” bir durumdur, ama TC hiç unutmaması gereken bazı gerçeklerle uyumlu bir “yayılım” yapmak zorunda. Küresel gerçekler “uyumlu” olmayı “tercih” hafifliğinde değil “zorunluluk” ağırlığında belirliyor; “pazarlık payı”, söz konusu “uyumun” sınırları içinde “koparılacak” olanların çapıyla ilgili olan “dar” bir alanda yaşanabilir.
İşte, küresel hegemonya alanında yaşanan iç gerilimler ve dengesizlikler dolayımıyla oluşan boşluklar, TC gibi ülkelere önceki zamanlara göre daha fazla hareket serbestliği yaratıyor; ama orada burada oluşan boşluklar her yerin boş olduğu ya da her şeyin yapılabileceği anlamına gelmez. Başta ulus devletler olmak üzere, sermayenin çıkarlarına hizmet eden her öznenin hareketini sarıp sarmalayan emperyalist güç ilişkileri ortadan kalkmamış ama kısmen gevşemiştir, işte o kadar!
Öte yandan, sermayenin yayılımının yeryüzünün tümünü kontrol edebilecek bir genişliğe ulaşması ve yeryüzündeki toplumsal yaşama nüfuz etme derinliğinin de neredeyse bütün toplumsal süreçleri pazar ilişkileri üzerinden kontrol edebilecek seviyeye yerleşmesi, sermaye ilişkilerinin ulaştığı hız, zenginlik ve kompleksliğiyle birleşerek, emperyalist zirvenin kendisinin küresel hegemonyasını sürdürürken ek “denge-bağlantı-konumlanma” mekanlarına “ihtiyacını” ve bağlı olarak da kendi dışında tuttuğu “alt-emperyalist” güç alanlarına yol vermesini belirledi.
Bu özel güç alanları/devletler, emperyalist zirvenin yeryüzündeki hakimiyetini sürdürmesi için gereken “kullanışlı aletler” olarak iş görüyor ve elbette kendileri de bu konumdan avantajlar sağlıyor. “Alt-emperyalist” konumlanma, emperyalist zirvenin “dışında” ama onunla yeryüzünün diğer coğrafyaları arasındaki bir konumlanmadır ve “kalıcılık” kapasitesi hem üstünden hem de altından sürekli zorlandığı için zayıftır, sürekli yeniden kazanılması gereken kendine özgü bir seviyededir.
Evet, emperyalist güçler mutlak ve sınırsız bir güce sahip değiller ve ek desteklere “ihtiyaç” duyabilirler. Öte yandan, istenen desteği verecek çapta olmaları olan gereken “alt-emperyalist” güçler, bağımlılık” ilişkileri içinde konumlanmaya devam edecekler, o ilişkiler tarafından kontrol edilerek emperyalist düzenin daha da güçlenmesine hizmet edecek bir tarzda hareket edeceklerdir.
İşte, emperyalist ilişkilerin kontrol kapasitesindeki zayıflamanın yarattığı boşluklarla, “alt emperyalist” bir konumlanma olanağının kesişmesinin TC egemenleri açısından özel bir fırsat yarattığı açıktır. Bu fırsat, yerel kapitalizmin ulaştığı seviyenin yeni pazarlar ve ucuz emek ihtiyacıyla birleşerek kendisini gerçekleştirme yönünde ek bir “yerel” ivme daha kazanır. İşte, Erdoğan önderliğindeki iktidar alanının tam da burada rol oynamaya çalıştığını görüyoruz.
Ancak, bu sürecin boşlukta ve keyfi değil de birçok açıdan belirlenerek yapılanan gerçekliği, “alt emperyalist” bağımlılık konumlanmasına yerleşerek yol almayı dayatır. Kapitalizmin özel tarihi içinde savaşlarla inşa edilmiş “bağımlılığı” aşmak, ancak istisnai durumlarda, söz gelimi yeni bir dünya savaşı gibi “sürpriz” gelişmeler üzerinden yaşanabilir.
Erdoğan, ne kadar sakınımlı ve dengeleri gözeterek yürütülse de her durumda yerel ve küresel birçok gücün çıkarlarını darbeleyeceği için yüksek risk içeren “yayılmacı” politikaları, iyi bildiğimiz “taşra kurnazı” tarzıyla ve ek olarak da sırtındaki yük olan “Müslüman Kardeşler ” ve “Kürt düşmanlığı” bagajlarıyla yürütmeye çalışınca işler çatallanıyor. Bu çatallanma her an ülkedeki dengeleri büsbütün bozacak “acı” bir “sürprizler” yaşatabilir!
“Ya tutarsa” ya da “neden olmasın, oluyor işte” gibi hamlelerle çıkılan seferler, şimdi ulaştığı seviyede neredeyse yayıldığı her alanda bir dizi yerel ve küresel güç tarafından sınırlandırılıp baskılanıyor ve buralarda yaşanacak askeri yenilgilerin sadece yaşandığı yerde kalmayacağı dönüp ülke içinde de Erdoğan’ı devirecek ciddi sonuçlar yaratacağı açıktır.
Tam da burada “yayılmacı” politikaların “küresel-bölgesel” belirlenimlerin ve dengelerin içinden yol alma zorunluluğunu yeterince önemsememe zaafı gibi, ilki kadar hasar yaratma kapasitesi olan diğer zaafına, ülke içi dengelerin yeterince gözetilmemesi zaafına da değinmeliyiz.
Evet, böylesi zorlu bir yola çıkanın kendi “içinin” dengelerini uygun bir zeminde kurması ve özellikle de devletin savaşa girecek düzeyde bir iç asabiyet taşıması ve toplumun olası savaşların risklerine karşı bütünsel bir asabiyete kavuşturulması gerekir. Sefere çıkan Erdoğan’ın arkasında ise, iç fraksiyonlarının ortaya saçılarak birbiriyle itişip kakıştığı kriz içinde bir devlet, yine kriz içinde bir ekonomi ve sürekli artan oranda kaybedilen bir toplumsal destek var! Ek olarak, on yıllardır her gün “bitirilmesine” rağmen günümüzde 4 ülkede birden askeri-politik faaliyet yürüten ve TC ile ülke sınırları içinde savaş halinde olan bir gerilla ordusu var!
“Yayılmacı” sürecin içerdiği yüksek risklerden herhangi birisinin bile gerçekleşmesi halinde, zaten bozuk olan iç dengelerin çökeceği açık değil mi?
İktidar, ülke içi dengeler tarafından boşluğu doğru sürüklendikçe, telaşla ve dengesizce “yayılmacı” politikalara sarılıyor, onları genişletip derinleştiriyor. Hesap bellidir, savaş ortamının yarattığı-yaratacağı özel ruh halinden yeniden destek üretilebileceği ve kazanılacak askeri zaferlerle o desteğin daha da güçlendirileceği hesaplanmaktadır.
Yani sadece bir “hesap kitap bilmeme” söz konusu değil, aynı zamanda iktidarı kaybetme korkusunun yarattığı özel bir telaş ve savrukluk da söz konusudur.
Şimdi tam da içinde bulunduğumuz anda yürütülen “yayılmacı” politikaların tıkandığı ve terse dönme olasılığının belirdiği bir özel döneme girdik. Bu “tıkanma” iktidar tarafından da görüldüğü için olsa gerek ABD ile “nikah tazeleme” ya da “yeni bir sayfa açma” devreye sokuluyor.
Ancak, tekrar edelim, o sayfanın gerçekten açılabilmesi için ABD’nin bazı “ricaları” var; ABD ile netçe birlikte durarak Çin ve Rusya karşıtı olmalı, Afrika da Çin’e karşı, Libya, Suriye ve Irak’Ta Rusya’ya karşı ABD’nin askeri olunmalı, satın alınan 5G iletişim sisteminden ve S-400’den de hemen vazgeçilmedir. Belli ki ve zaten emperyalist politikaların tarihinden iyi biliyoruz ki, istenen yönlerde adım atarak “bağımlılık” statüsü daha da derinleştirildikçe yeni şartlar birbiri peşi sıra gelecektir.
Sonuç olarak, “yayılmacı” politikaların kendi gerçek içeriğinden büyük ölçüde koparılarak iktidardan düşmemek için telaşla başvurulan biçare bir çare olduğunu ve ısrarlı oldukça ülkeyi boğucu bir bataklığa çekmekte olduğunu ve daha da çekeceğini vurgulamalıyız.
”Kutsal Aile”
7- Aile ve ahbap ilişkileri ile devletin iç içe geçtiği herkes tarafından görülebiliyor.
Devletin askeri ve mali işleyişinin damatlara verildiği en tepeden başlamak üzere, okul arkadaşları ve hemşerilere doğru açılıp saçılan bir keyfi biçimde devlete nüfuz etme, neredeyse en ufak nüansına kadar Saray’a bağlanan devletin işleyişi ve devlete ait “akçeli” işlerin ahbap-çavuş kapitalizmi denilebilecek bir düzeyde seçilmiş sermaye gruplarına paylaştırıldığı bir gerçeklik inşa ediliyor.
Böylece, polis ve MİT’in son durumuyla birlikte düşünülürse, devleti ele geçirme denilebilecek bir süreç hızı arttırılarak sürdürülüyor. Gittikçe belirginleşen bir “Ahbap-çavuş devleti” kendisini oluşturuyor. Ordu ise, bu sürecin henüz bir türlü “netleşemeyen” bir ögesi ve önümüzdeki 30 Ağustos bu anlamda özel önem kazanıyor.
Ancak, elde edilen sonuç yeterli görülmüyor olacak ki, devleti ele geçirme sürecine ek olarak özel bir “paralel devlet” daha örgütleniyor. Tıpkı hukuk alanında olduğu gibi, açıkça görülüyor ki, mevcut devletle iç içe ama aynı zamanda kendisine ait özerk hatta bağımsız bir alana sahip olan başka-“paralel” bir devlet daha var.
Öyle anlaşılıyor ki, hem devleti ele geçirme sürecinin güvenliği açısından hem de henüz devlette var olan başta iktidar ortaklarına doğrudan bağlı olan diğer “paralel devletçikler” olmak üzere kontrol-dışı alanların gücünü görüp ani gelişmelere karşı hızla tepki üretebilme gereksinimi üzerinden, tümüyle Erdoğan tarafından kontrol edilen olan özel bir “gizli” örgütlenme daha devrededir.
“Gizli” örgütlenmenin özel bir kurumu da Diyanet!
Bir statü değişikliğiyle çeşitli ülke sorunları hakkında “karar verici” bir zemine yükseltilmeye çalışan kurum, siyasal ve toplumsal alanın Erdoğanist İslam’ın biyo-politik tercihleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasının bir aracı olarak yeniden örgütleniyor.
Ancak, belirmeliyiz ki, bu sürecin mantık sonuçlarına ulaşarak devletin bütünüyle fethedilmesi neredeyse imkânsız bir hedeftir. Hepsi de kendisini gösteren devlet içi farklı fraksiyonlar ve elbette bizzat sermayenin kendisi de farklı zeminlerde konumlanıp değişik hedeflere yönelen küçümsenemeyecek güçlere sahiptir. Hatta Erdoğan şayet halen iktidarda ise, bu güçlerle koalisyonu sayesinde ve kendisini mutlak güce kavuşturup diğerlerini etkisizleştireceği bir hedefe doğru yapacağı herhangi bir sakınımsız-hesapsız hamle, zaten olağanüstü hassas dengelerde tutunabilen iktidar koalisyonunu bozarak, diğerleriyle birlikte Erdoğan’ı da düşüren ani bir gelişmeyi tetikleyebilir.
8- Son olarak, neredeyse iki aydır sürekli gündemde tutulan Ayasofya ve LGBTİ+ konusuna değinilmeli. Her iki konu da hem özel içerikleri hem de sürekli gündemde tutuluşlarının “gizli” güncel gerekçesi açısından değerlendirilmelidir.
Açıkça savunulan içerik, başka bir inancın/Ortodoks Hristiyanlığın “kutsal” mekânı olan Ayasofya’nın “kılıç hakkı” olarak İslam mabedine dönüştürülmesidir. Fethin henüz tamamlanmadığı, ancak Ayasofya’da İslami ibadet yapılırsa İstanbul’un gerçekten fethedilmiş olacağı savunuluyor. Mescid-i Aksa’nın silah gücüyle Yahudi sinagoguna çevrilmesine eşdeğer olan bu tutum, iyi bilinen tekçi-despotik tarzın inanç alanındaki tezahürüdür.
Hem yansıttığı Ortodoks inancının kutsalı hem de mimari-estetik bir şaheser olması üzerinden insanlığın ortak değerlerinden birisi olan bu mabedin, bütün inançların ibadet edebileceği ve isteyen herkesin ziyaret edebileceği bir müze olabileceği özel bir düzenlemeye kavuşturulması gerekiyor. Yapılmak istenen ise, başka bir inancın “kutsal” gördüğü bir mekânı işgal etmektir.
İçerik, aynı zamanda İslam’ın Erdoğanist yorumunun topluma nüfuz etmesine ivme veriyor. Bu açıdan bakarsak, Erdoğanist İslam’ın başka inançlara “fetihçi” tarzda yaklaşarak “işgal” etme amaçlı ilişkilenmeyi esas alan “despotik” yapısını toplumsallaştırmaya çabaladığını saptayabiliriz.
Bu tutumun hayatın diğer alanlarındaki yaklaşımlarla son derece “uyumlu” olduğu açık değil mi? TC’nin yeniden yapılandırılmasının faşist karakteri öncesinden devraldığı “despotik” tutumları farklı biçimlerde de olsa derinleştirerek kendisini inşa ediyor.
Ayrıca, kimse bu tutumun sadece Ortodoks inancıyla sınırlandırılmasını beklememelidir; başta “Alevi” inancının şeytanlaştırılması olmak üzere, şimdi inşa edilen faşist yapı kendi yolunda ilerledikçe “İslamın farklı yorumlarıyla” da düşmanlaşması kaçınılmazdır. Hemen sınırların ötesinde olup bitenler, bu olasılıkların vurgulanmasının afaki bir değerlendirme olmadığı konusunda yeterince ikna edici olmalıdır.
İkincisi, dünya tarihi boyunca ve şimdi de yeryüzünün bütün bölgelerinde kendisini var eden bir insani gerçeklik olan LGBTİ+ bireylerin şeytanlaştırılması da bunun doğal bir insani durum değil çürüme olduğu içeriğiyle savunuluyor.
Burada esas olan, faşist bir zeminde yeniden örgütlenmeye çalışılan devletin içinde yaşayacak toplumun “cinsellik rejiminin” inşasına verilen yeni ivmedir. İçinde doğup büyüyerek kendilerini var ettikleri “cinsellik rejiminin” bütün topluma dayatılarak yayılması ve cinsellikle ilgili bütün alanlara nüanse edilerek derinleştirilmek istendiği anlaşılıyor. Yeni hamle için LGBTİ+ bireyler “uygun” görülmüş!
Kadın düşmanlığı ve LGBTİ+ bireylerinin şeytanlaştırılması, aynı madalyonun farklı yüzleri olarak iç içe var olarak yeni “cinsellik rejiminin” omurgasını oluşturuyor. Kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetleri kışkırtan bu “rejim”, aynı tutumların LGBTİ+ bireylere de uygulanmasını kışkırtıyor. Çocuk yurtlarında yaşanan utanç verici olayların da gerçek zemini olan bu despotik “cinsellik rejimi”, asla kendisini sınırlamayacak, fırsatını bulduğu her an yayılıp derinleşerek insan yaşamının bir kalıcı gerçekliği olan cinsel yaşantının bütün yaşanma hallerini, uygun gördüğü bir yapıya ve biçimlere zorla sokmaya çalışacaktır.
Toplumsal yaşantıyı özel ve belirleyici alanlarının birinden yakalayarak kendi çıkarlarına uygun hale sokmayı hedefleyen söz konusu “cinsellik rejimi”, doğanın gerçeklikleriyle savaşmak anlamına gelen yapısının bir sonucu olarak, en başta da “bastırılarak içe atılması” istenen normal cinsel ihtiyaçların yaratacağı “açlık” üzerinden her türden sapkın eğilimi besleyecektir.
Bu “rejimi” kullanarak, düşman olarak gördükleri toplumun neşesini ve canlılığını kötürümleştirmeyi, çarpıtıp biçimsizleştirmeyi ve sönümlendirmeyi hedefliyorlar.
Sadece “cinsellik” değil, insani-toplumsal varoluşun ele avuca gelmeyen, kontrol edilemeyen ve istedikleri kalıplara sığmayan her türlü hali faşizmin düşmanıdır.
Ancak hem Ayasofya hem de LGBTİ+ bireyler konusunda birbiri peşi sıra sivriltilen tutumların “gizli” sebepleri de var.
İlkin, her iki konu üzerinden, ekonomi ve hastalık alanlarında parlayarak birçok başka alana da yayılan kriz koşullarının yarattığı gerilimlerin gölgelenmesi ve söz konusu gerilimlerin ürettiği öfkenin mümkünse bilinçlice şeytanlaştırılan sahte hedeflere yönlendirilmesi hedeflenmektedir.
Evet, asgari yaşam standartlarının altına düşmüş geniş yığınların, işsiz ve çaresizce yoksul milyonların, iflas eden esnafın ve bir dizi yanlış tercihin bedeli sonucu olarak ülkemizde kök salan Pandeminin ağır sonuçlarının can yakıp öfke biriktiren gerçekliğinin gölgelenmesi ve biriken öfkenin “sahte” hedeflere yönlendirilmesi isteniyor. Öfkenin yöneldiği alanlarda da Erdoğanist bir İslam ve Erdoğanist bir “cinsellik rejiminin” toplumsallaşmasına hizmet edilecektir. Halkın öfkesinin, çürütülüp çöpleştirilerek zararsız hale getirildiği, hatta başka halk güçlerine yöneltilerek kendisine vurduğu bir çıkmaza sokularak tüketilmek istendiği açık değil mi?
İkincisi, tarih içinde oluşup güçlenmesinde bizzat kendi öncüllerinin belirleyici katkısı olan toplumdaki gerici önyargıları okşayarak ve sonra da devletin sağladığı imkanları kullanıp güçlendirerek; çözülen toplumsal desteklerini yeni yüklenen bu gerici asabiyetlerle yeniden konsolide etmeyi, şimdilerde hızlanma eğiliminde olan kaybedişlerini hiç olmazsa yavaşlatmayı hedefliyorlar.
İlkin, sırf bu tutumları üzerinden karşıtlarından kendisine ek bir güç çekmeleri günün ağır koşullarında oldukça zor görünüyor. Ek olarak, böylesi tutumların üreteceği yeni gerilim ve çatışma potansiyeli üzerinden, istediklerinin tam tersine, kendi destek alanlarının dış çeperinde hala tutunan ama artık “istihap haddini” doldurarak yorulmuş ve ek gerilim ya da çatışma istemeyen kimi destekçilerini kaybetmeyle de yüzleşebilirler.
Esneme ve kapsayıcılık kapasitesini artık neredeyse tümüyle yitiren iktidar koalisyonu, kendi iç gerilimlerini dışsallaştırmak, karşısında biriken toplumsal öfkeyi çürütmek ve çözülen destek alanını koruyabilmek için benzeri provokatif tutumlar gerçekleştirmeye devam edecektir. Provokasyon ve farklı biçim ve şiddette ama sürekli uygulanacak şiddet, sonuç alıp alamayacağından bağımsız olarak şimdi elde kalan tek çare olarak hep devrede olacaktır. (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] Yazı bittikten sonra gerçekleşen “Ayasofya’nın camiye çevrilmesi” olayı, elbette bütün halk güçlerini ama özellikle de “Halkçı Kemalistleri” daha kararlı ve militan bir duruş konusunda zorluyor. Sadece “açılma” değil, o arada olup bitenler, özellikle de üretilen söylemler çok açık bir “İslami düzene geçiş” hamlesi olarak gerçekleştiriliyor. Sırada, şimdi konuşulmaya başlanan “Halifelik” kurumunun bir biçimde yeniden kurulması olmalıdır. Bu coğrafyanın tarihsel derinliği despotizmin her biçimine “ebelik” etme kapasitesiyle yüklü olduğuna göre, Ordu/“Seyfiye” den alınan “hamilik” statüsü Halifelik/“İlmiyye” ve “Seyfiye” nin ortaklaşması üzerinden neden devreye sokulmasın? “İyi de 21. yüzyılda yaşıyoruz” diyebilirsiniz, ama dengesizlik “yeni normal” olduğuna göre, kayalara çarparak parçalanıncaya kadar neden sürdürülmesin?
[2] Yazının bitiminden sonra yasa mecliste kabul edildi. Bu durumda, “Yürüdüler de ne oldu, iktidar istediği yasayı geçirdi” denilecekse; evet, doğrudur, iktidar kendi yolundaki kararlılığını bir kez daha gösterdi. Ama, hiç olmadığı bir halde sokakları dolduran avukatlar ve onlara bakarak kendi geleceklerini gören mühendisler, teknik elemanlar, doktorlar, sağlık çalışanları..vd. açısından gelişmeler tek yönlü değil farklı olasılıklar üzerinden değerlendiriliyor olmalıdır. Öte yandan, atılan bu adım, iktidarın çeteleşmesi sürecinin devleti de kapsayarak ilerlemesine yeni bir ivme daha vermiş oldu! Bu yönde kazanılan her “başarının” sonra ödenecek “faturanın” ağırlığını arttıracağını belirtmeliyiz.