HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

"İttihat ve Terakki’cilerin heykel ve anıtları da mutlaka tarihin çöplüğüne atılmalıdır"

Türkiyeli siyasal sürgünler soykırım inkârcılığına karşı mücadelenin, sadece geldikleri ülkenin toprağıyla sınırlı olmadığının bilincindedir...

Türkiyeli siyasal sürgünler soykırım inkârcılığına karşı mücadelenin, sadece geldikleri ülkenin toprağıyla sınırlı olmadığının bilincindedir, Belçika örneğinde olduğu gibi…


SOYKIRIM İNKARCILIĞINA KARŞI SINIR TANIMAZ KAVGA...

Türk Ordusu’nun Güney Kürdistan’da başlattığı yeni kırım operasyonuna karşı iki hafta önce yazmış olduğum “Asuri-Arami-Süryani-Keldani’ye kesintisiz soykırım: Bu kaçıncı Seyfo?” başlıklı yazım üzerine Belçika’da soykırım inkârcılığına karşı uzun yıllar birlikte mücadele verdiğimiz Belçika Asuri Enstitüsü yöneticisi dostum Nahro Beth-Kinne, İnci’yle benim Türkiye’deki ve sürgündeki mücadelelerimiz üzerine bir belgesel hazırladı.

Nahro bundan 14 yıl önce, 30 Haziran 2006’da, sanatçı dostumuz Robert Alaux ile birlikte Asuri-Arami-Süryani-Keldani soykırımı Seyfo üzerine bir belgesel hazırlayarak Brüksel’deki Basilique’de kamuoyuna sunmuş, o toplantıda ben de Türkiye’deki soykırımlar üzerine bir konuşma yapmıştım. O konuşmam, daha sonra ırkçı medyada hakkımda açılan bir linç kampanyasında gerekçelerden biri olarak kullanılmıştı.

O etkinlikteki konuşmam, Anadolu toprağının bu en eski ulusuna karşı işlenen bir haksızlığı da tamir etmeyi amaçlıyordu.

2005’te, 1915 soykırımının 90. yıldönümü dolayısıyla Brüksel’de Ermeni, Kürt ve Türk demokratik kuruluşları olarak basın toplantısı, konferans, konser, tiyatro gösterisi de içeren bir dizi etkinlik düzenlemiştik. Maalesef o tarihte tüm etkinlikler Ermeni soykırımı üzerine yoğunlaşmış, bir iki yan referans dışında Asuri-Arami-Süryani-Keldani soykırımından söz edilmemişti.

Aslında gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminde Anadolu’nun Türk ve müslüman olmayan uluslarına ve de alevi halkına karşı işlenen soykırım ve pogromlar konusunda ilerici ve demokrat çevrelerde sürdürülen suskunluk, hatta inkârcılık, sürgüne çıktığım ilk günlerden beri yüreğimi yakan bir acıdır.

Nahro’nun Seyfo Center’de yayınlanan yeni belgeselinde, bu acıyı içten bir özeleştiriyle paylaşarak şunu söyledim: “Ben Türkiye medyasında önemli yerlerde bulundum, sosyal mücadelede de, siyasal mücadelede de… Ne yazık ki Türkiye’den ayrılıncaya kadar soykırım meselesi üzerine hiçbir bilgilenmem olmadı, soykırımın inkârına karşı çabamız da olmadı, çünkü bilmiyorduk, öğretilmedi, üyesi olduğumuz siyasi partiler, bizden önceki kuşaklar da bize bir şey öğretmedi.”

Türkiye’deki 35 yıllık yaşamımda farklı kökenlerden, inançlardan çok sayıda arkadaşım, meslektaşım, yoldaşım oldu. Demiryolcu çocuğu olduğum için ilkokulu okumak üzere gurbetçi gönderildiğim köylerden biri, Kayseri’nin Muncusun köyüydü. Özünde bir Ermeni köyü olan Muncusun, soykırım ve tehcirden sonra Rumeli muhacirleri yerleştirilerek tamamen Türkleştirilmişti. Binlerce yıllık Ermeni varlığının üstüne ölü toprağı serpilmişti.

Orta ve lise öğrenimini yaptığım başkent Ankara’nın yoksul mahallelerinde Ermeni, Rum, Kürt, Yahudi arkadaşlarım oldu. Ara sokaklarda çaput topla tek kale futbol oynadık, Hergele Meydanı’nda birlikte çember çevirdik, yaz aylarında Mebus Evleri’ne giderek bahçelerinden elma hırsızlığı da yaptık… Aramızda her şeyi konuştuk, hatta bacak kadar boyumuzla 1946 ve 1950 seçimlerinde CHP-DP tartışmalarına bile girdik, ama 1915 üzerine hiçbir konuşma, hatta en küçük bir ima dahi olmadı.

Gençliğimin İzmir’i… Yüksek öğrenim gördüğüm, gazeteciliğe başladığım kent… Hellenistik çağda kurulan, asırlarca Roma ve Bizans kenti olmuşken 15. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra da ekonomik hayatiyetini büyük ölçüde Levanten, Rum, Ermeni ve Yahudilere borçlu olan İzmir’de de ne öğrenci derneğinde, ne çalıştığım muhalif gazetede, ne sendikalarda, ne bizim kuşağa sol düşünce ufkunu açan tevkifattan geçmiş komünist dostlar çevresinde, ne de 1962’de katıldığım Türkiye İşçi Partisi’nde 1915 soykırımından tek kelimeyle dahi bahsedildiğini anımsamıyorum. Karadeniz bölgesindeki 1919 Pontüs soykırımından da, Ege bölgesindeki 1922 Rum soykırımından da… İstanbul gibi İzmir’de de tüm dehşetiyle yaşanan 6-7 Eylül 1955 pogromundan sonra bile, ünlü deyişte olduğu gibi hafızai beşer bu konularda nisyan ile malul kalmayı sürdürdü…

Ya İstanbul? Çalıştığım gazetelerde, militanlığını yaptığım, hatta 1964’teki 1. Kongresi’nde Merkez Yürütme Kurulu’na seçildiğim Türkiye İşçi Partisi’nde Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani dostlarım, meslektaşlarım, yoldaşlarım oldu… 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılıncaya kadar 1915 soykırımının, bırakın ciddi şekilde gündeme alınmasını, söyleşi düzeyinde bile sözünün edildiğini anımsamıyorum.

O yıllarda sosyalist ülkelerde bulunan, Bizim Radyo ve Yeni Çağ dergisi gibi yayınlarını izlediğimiz Türkiye Komünist Partisi’nden de, merkez yönetiminde Ermeni kökenli üyeler bulunduğu halde, 1915 Soykırımı konusunda herhangi bir açıklama ya da eleştiri gelmiş değildi.

Özellikle soykırımın 1965’teki 50. yıldönümünde başta Lübnan olmak üzere çeşitli ülkelerde Ermeni Soykırımı’nı anma etkinlikleri düzenlendiği haberleri Türk medyasına da yansıdığı zaman da 1. Dünya Savaşı yıllarında emperyalistlerin kışkırtmasıyla halkların birbirine kırdırıldığı yorumlarıyla yetinilmiş, İttihat ve Terakki’nin can alıcılığından, katillerden çoğunun da cumhuriyet döneminde iktidar kadrolarına yerleştirildiğinden bahseden olmamıştı.

1915 soykırımı ve tehcirinin Türkiye solunun gündemine girmesi ancak 70’li yılların sonlarında başlayan kitlesel Asuri, Ermeni ve Kürt göçünün yerleştiği ülkelerde örgütlenmesi, daha önce bu ülkelerde oluşmuş diyasporalarla ilişki kurması ve güç birliğine girmesi sonucunda gerçekleşebildi.

70’li yılların ikinci yarısında Türkiye İşçi Partisi’ni desteklemek üzere Avrupa’da kurduğumuz Demokrasi İçin Birlik o dönemde, sonradan Brüksel Kürt Enstitüsü adını alacak olan Tekoşer ile sürekli güç ve eylem birliğindeydi. Kürt, Ermeni, Asuri soykırımları konusunda Kürt dostlardan çok şey öğrendik.

Ancak o dönemde 1915 soykırımının tanınması ve inkârcılığa karşı mücadele konusunda tavır koymamız o kadar kolay olmadı.

12 Eylül darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi’nin yayın organı olarak Belçika'da Tek Cephe adında bir gazete çıkartıyorduk. 1981 Mart’ında Asala örgütü Paris’te iki Türk diplomatını öldürmüş, ardından da Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasını isteyen bir bildiri yayınlamıştı.

Bu olay üzerine Demokrasi İçin Birlik Fransa Komitesi Ermeni soykırımı ve Asala eylemleri konusunda hayli uzun bir analiz yazısı hazırlayıp Avrupa komitesine göndermişti. Yazıda Asala eylemleri, hem bireysel terör olduğu, hem de Türkiye’deki faşist cuntanın ırkçı propaganda ve baskıları meşru göstermesine olanak sağladığı için eleştiriliyor, ancak Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınması gerektiği de vurgulanıyordu.

İki sayı sürecek yazının birinci bölümü yayınlanınca o sırada Brüksel’de konuğumuz olan TİP Genel Başkanı Behice Boran büyük tepki göstermişti. Buna rağmen Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi olarak Fransa Komitesi’nin yazısına sahip çıkmış, ikinci bölümü de Nisan 1981 tarihli sayıda hiçbir değişiklik ve kısaltma yapmadan yayınlamıştık.

Tek Cephe’nin ulusal baskılara karşı mücadele tavrını sonraki yıllarda da İnfo-Türk bültenleriyle ve kitaplarıyla sürdürdük O sırada yakın ilişkide bulunduğumuz Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Ernest Glinne, 20 Eylül 1983’de Türk Hükümeti’ni 1915 soykırımını tanımaya çağıran bir önergeyi parlamento başkanlığına sundu.

3 Ocak 1985’te de Fransa’nın A2 Televizyonu, “Çizmeler altında Türkiye” adlı bir belgesel yayınlandı. Belgeseli izleyen tartışma bölümünde Paris Kürt Enstitüsü adına Kendal Nezan, İnfo-Türk adına da ben, Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Asuri-Keldani’lere ve demokrat düşünceli Türklere yapılan yeni baskılar hakkında ayrıntılı bilgi vererek Avrupa’yı bu baskılar karşısında sesini yükseltmeye çağırdık.

Ekim 1987’de yine Info-Türk olarak Türkiye’de tüm baskı ve zulüm uygulamalarının yanı sıra Kürtlere, Ermenilere, Asuri-Keldanilere uygulanan soykırım ve baskılar konusunda da ayrıntılı bilgi veren Black Book’u (Kara Kitap) yayımladık.

O dönemdedir ki Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Asuri Enstitüsü ve Avrupa-Ermeni Federasyonu’nun kurulması, 1915 soykırımın tanınması için Ermeni ve Asuri diyasporalarının on yıllardır sürdürdüğü mücadeleye de yeni bir güç kattı.

2005’teki 90. yıldönümünü dört örgüt olarak anmışken, 2015’teki 100. yıldönümününde ortak bir bildiriyle 1915 soykırımının tanınmasını birlikte isteyen örgütlerin sayısı 10’u aşıyordu:

Avrupa Süryaniler Birliği, Belçika Alevi Birlikleri Federasyonu, Belçika Arami (Süryani) Federasyonu, Belçika Asuri Enstitüsü, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Göçmenler Kollektifi, Belçika Kürt Dernekleri Federasyonu, Brüksel Halkevi, Brüksel Kürt Enstitüsü, Brüksel Kürt Kültür Merkezi, Güneş Atölyeleri, Info-Türk, Yezidiler Evi.

Hemen belirteyim… Türkiyeli sürgün örgütleri soykırımlara ve soykırım inkârcılığına karşı mücadelenin sadece geldiğimiz ülkenin toprağıyla sınırlı olmadığının bilincindedir. Hele bu mücadelenin örgütlendiği yer sömürgeci tarihi kanlı sömürü, soykırım ve siyasal cinayetlerle lekeli Belçika gibi bir ülkeyse?

Her şeyden önce son ırkçılık karşıtı gösteriler sırasında heykelleri kan rengine boyanan, bazı yerlerde kaidesinden sökülerek depoya atılan Belçika devletinin ikinci kralı Léopold II’nin 19. yüzyıldaki sömürgeci cürümleri…

İki yıl önce de yazmıştım:

“1884-1885 yılları arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda Belçika’nın Kongo üzerindeki hâkimiyeti tanınmış ve Bağımsız Kongo Devleti kurulmuştu. Belçika Kralı Leopold II, sahip olduğu tapular sayesinde Kongo’yu kendi özel mülkü haline getirmişti. Afrika’yı medenileştirme iddiasıyla yola çıkan Léopold II, Kongo’daki fildişi ve kauçuk gibi zenginlikleri sömürebilmek için çeşitli koloni düzenleri kurmuştu.

1890’lı yılların başında Avrupa’da gelişen sanayi ile birlikte kauçuk yeni bir zenginlik kaynağı olmuştu. Kauçuk ağacının olgunlaşması uzun yıllar aldığından, o dönemde kauçuk ağaçlarına sahip en geniş ülke olan Kongo’da Léopold II tarafından kanlı bir sömürü sistemi kurulmuştu.

Kongolu işçilerden sömürüye isyan edenlerin elleri ve ayakları çapraz kesilerek diğerlerinin itaat etmeleri sağlanmaya çalışılmıştı. Üretim kotasını dolduramayan Kongolu erkekler yakalanamadığında, askerler bu kişilerin eşlerinin veya çocuklarının ellerini kesmişti. Tüm bu yaşananların etkisiyle 1880 ve 1920 yılları arasında Kongo'daki nüfusun 20 milyondan 10 milyona düştüğü tahmin ediliyordu."

Kongo’nun acısı, Léopold II’nin uluslararası tepkiler karşısında bu ülkeyi şahsi mülkiyeti olarak tutmaktan vazgeçerek Belçika’nın sömürgesi haline dönüştürmesiyle de bitmeyecekti. Tüm Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde güçlenen anti-emperyalist mücadelenin sonucu olarak Kongo da 1960 yılında bağımsızlığına kavuşacak, ancak yeni devletin kurucu lideri Patrice Lumumba, üzerinden bir yıl dahi geçmeden, Kral Boudewijn’in saltanatı döneminde, CIA ile işbirliği halindeki Belçika gizli servislerinin bir komplosuyla devrilecek, tutuklanıp işkence gördükten sonra bir ormanda kurşuna dizilecek, ardından da naaşı ateşe verilerek yok edilecekti.

Boudewijn’in günahları bununla da sınırlı değildi… Lumumba devrildikten sonra Kongo’yu yıllarca demir yumrukla yöneten Mobutu’ya, İspanya’da faşist diktatör Franko’ya sürekli arka çıkan kral daha da ileri giderek Şili’de Allende iktidarının yıkılmasını amaçlayan CIA projelerinin finansmanına da katkıda bulunacaktı.

Boudewijn 31 Temmuz 1993’de İspanya’da öldükten sonra yerine geçirilen kardeşi Albert II’nin saltanatı döneminde de Belçika’nın ikinci eski sömürgesi Ruanda’da 6 Nisan 1994’ten itibaren korkunç bir soykırım yaşanacak, ülkenin Hutu çoğunluğu Belçikalı sömürgeci kalıntılarının kışkırtmasıyla 1 milyona yakın Tutsi’yi hunharca katledecekti.

İki gün önce, 30 Haziran’da, Kongo’nun bağımsızlığa kavuşmasının 60. yıldönümünde, sadece Lumumba’nın katledilmesi değil, Léopold II’nin saltanatı dönemindeki kanlı sömürü de, Ruanda’daki soykırım da gündeme geldi.

Belçika’nın şimdiki kralı Philippe, hanedanın geçmişine duyulan tepkileri yatıştırmak için Kongo’nun şimdiki cumhurbaşkanına büyük dedesi zamanında işlenen cürümlerden dolayı üzüntülerini ifade eden bir mesaj göndermekle yetindi. Ama özür falan dilemedi.

Kamuoyundaki tepkiyi yatıştırmak için geçici başbakan Sophie Wilmés, konunun “özür dileme” de dahil bir parlamento komisyonunda ele alınacağını vurgulayan bir açıklama yaptı.

Özür dileme de yeterli mi? Ya heykeller? Her göze çarpışta o kanlı sömürgeci geçmişi anımsatan putlar?

Ruanda soykırımı döneminde tahtta oturan Albert II’nin sağda solda heykeli olmadığı için pek dert değil… Ama ülkenin dört bir yanına dikilmiş Léopold II ve Boudewijn heykelleri müzelik olmadığı, buna karşılık Lumumba’nın heykelleri hak ettiği yerlere dikilip ismi meydan ve sokaklara verilmediği sürece Belçika’da “Black Lives Matter” öfkesi asla dinmeyecek.

O öfke, on yıllardır birlikte yaşadığımız, demokrasi, barış ve eşitlik mücadelesini paylaştığımız Belçika halkının öfkesi, 1915 soykırımının tanınması için mücadele veren biz Türkiyeli sürgünlerin de öfkesidir.

Eğer Belçika’da soykırımcıların heykel ve anıtları sökülüp atılacaksa, Türkiye’de 1915 soykırımının planlayıcısı ve uygulatıcısı İttihat ve Terakki’cilerin heykel ve anıtları da mutlaka tarihin çöplüğüne atılmalıdır. (DOĞAN ÖZGÜDEN - ARTI GERÇEK)

Hiç yorum yok