Türkiye egemen siyasetinde iki ana blok, sonbahara, büyük oranda kristalize olmuş iki kamp olarak, belki çok eşitsiz olanaklarla; ama sübjektif değişkenlikler gösteren avantaj ve handikaplarla giriyor. Türkiye toplumunu, onu gerçek sorunları ve bu sorunların sahici çözümleri üzerinden hareketle bir araya getirecek etkin bir gücün yokluğunda, sonbahar türbülansı ve sonrası bu kesimler arasındaki bir mücadele ile belirlenecek gibi görünüyor...
O günlerde çokça konuşuldu, sonrasında da sıkça hatırlatıldı: Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, 2004 sonunda, “tekneyle çıktığı dünya turuna ara vererek” geldiği İstanbul’da, Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı’nın düzenlediği söyleşiye katılanlara şöyle diyordu: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım… Bence Türkiye’nin en büyük sorunu hukuk sistemini muntazam çalıştıramamasıdır.”
Rahmi Koç, Churchill’in, “En iyi idare tarzı diktatörlüktür. Akıllı diktatörlüktür” dediğine dair bir atıfla daha ‘genel’ bir eğilim belirtiyor gibi görünse de, bu sözleri söylediği dönemin koşulları göz önüne alındığında, hatta oradan yürüyerek bugünkü manzaraya gelindiğinde, Türkiye burjuvazisinin en etkin isimlerinden birinin “akıllı diktatör” ve “başkanlık sistemi” gibi kavramlarla konuşmasını ilgi çekici bulmamak olanaksız. Mademki Koç’un “bu devirde mümkün değil” demesinin üstünden çok sular aktı da onun temennileri, neredeyse bunların bir ‘melez’i olmaya çalışan Türk tipi başkanlık sistemi ile bir süredir sınanıyor; önce Aralık 2004’e, sonra Ağustos 2020’ye bakarak konuşabiliriz.
2004 Aralık, 3 Kasım 2002’de başlayan AKP iktidarının başlangıcıdır. 2002’deki seçim aritmetiği cilvesi, yüzde 34 oyla ‘gömleksiz İslamcılara’ Meclis’in üçte ikisini ve anayasayı değiştirecek kudreti vermiştir; ama o tarihte, ordu ve yargı bürokrasisi başta olmak üzere merkezi idare içindeki bazı unsurlar ile toplumun önemli bir kesiminin yanı sıra, büyük sermaye için de AKP tam olarak güvenilebilecek bir siyasal aktör değildir henüz.
Bunlardan ordu ve yargı bürokrasisi ile idarenin çeşitli katmanlarındaki bazı sivil bürokratların tutumu; ‘güvensizlik’ kavramının yetersiz kalacağı bir reaksiyondu elbette. Onlar, AKP’nin “kendi gizli ajandasıyla geldiği ve er geç rejim değişikliğine tevessül edeceği” yönündeki yerleşik yargılarıyla, daha açık bir ‘itiraz’ noktasındaydı. Ancak, 28 Şubat sürecinde, belki ani bir infilak sayesinde parlak şekilde ışımayı ve kısa süre için ‘güçlü’ görünmeyi başarmışlarsa da, ülkenin karşı karşıya olduğu devasa sorunlarla başa çıkma maharetinde olmadıkları kısa sürede ortaya çıktı. 12 Eylül ve Özal’ın toplumsal ve ekonomik yıkımlarının sürdüğü koşullarda ‘28 Şubatçılar’, derin ekonomik ve siyasal istikrarsızlık ve krizler, Kürt sorunu çerçevesindeki ağır şiddet ve onun sonuçları yetmezmiş gibi, ülke tarihinin en ağır yıkımlarından birine yol açan bir deprem (1999) ve yine etkileri açısından tarihi ölçekte bir ekonomik krizi (2001) kucaklarında buldular. Böylelikle en güçlü oldukları, öyle görüldükleri/sanıldıkları anlar; aynı anda tüm zaaflarını da açığa çıkaran anlar oldu.
Büyük sermaye içinse durum bundan farklıydı. TÜSİAD başta olmak üzere 28 Şubat sürecine verdikleri destek, RP İslamcılığı ile giderek çeteleşmiş milliyetçi savaş baronlarının bir siyasal çekirdeğine dönüşen Çiller-DYP’sinin oluşturduğu ‘bileşik endişe’ ile bağlantılı görülmeli belki. İstanbul burjuvazisi için, Sincan Belediyesi’ndeki sakil bir müsamerede atılan dinci sloganlardan çok; RP-DYP hükümetinin ekonomi ve dış politika başta olmak üzere, temel konulardaki cüretkâr, dayanıksız ve güvenilmez yönelimlerinde kimi zaman şaşırtıcı bir hantallıkla ısrarcı olmayı sürdürmesi problem olmuştur. D-8 kriziyle sonlanan ‘alternatif’ ekonomik arayışlar, İslamcı-popülist uygulamalar gibi, Erbakan’ın yer yer maceraperest doktrinasyonunun yol açtığı konuların yanı sıra, çeteleşmiş ve bu haliyle devlete kendini aşılamaya, onun bünyesine zerk olmaya çalışan DYP’li savaş/şiddet baronlarının yolsuzluklardan her türlü yasa dışılığa varan, hatırı sayılır bir silah gücünün ve sokak düzeninin de karıştığı mafyalaşması, iki temel eksen olarak burjuvaziyi rahatsız etmiştir.
Ancak burjuvazinin, siyasetin bu krizli durumuna karşı bürokratik eksenli 28 Şubat’a verdiği destek de tedrici ve temkinlidir ve bu sürecin siyasal aktörü olarak öne çıka(rıla)nların, yine başta yolsuzluklar konusu olmak üzere birçok noktada ‘eski alışkanlıklarla malul’ olması, heves ve sabır törpüleyici bir işlev görmüştür. Deprem ve krizle birlikte siyasetin de darmadağın olmasıyla ortaya çıkan tabloda, milli görüş libasından soyunmuş, piyasaya, Batı’yla ilişkilere, AB’ye –en azından söylemde– biat etmiş bir AKP, çeşitli şüpheleri taşımaya devam etmekle birlikte şans verilebilecek bir seçenekti. Sakıp Sabancı’nın 2002 seçiminden hemen sonra coşkuyla kullandığı “2. Özal treni” metaforundan Rahmi Koç’un görece temkinli iyimserliğine dek tüm reaksiyonlar bu çerçevede değerlendirilebilir. “Akıllı diktatör ve başkanlık sistemi” konuşmasının geçtiği Aralık 2004 tam olarak böyle bir atmosfere sahiptir… Şimdi bir uzun atlamayla bugüne gelelim.
* * *
Covid-19 salgınının ilk şaşkınlık ve endişeyle gündemi bir süre belirlemesinin ardından gelen ve ‘yeni normal’ gibi çok yönlü göndermeleri olan ifadelerle çerçevelenen süreçte tartışılan meselelerin önemli bir bölümünde, iktidar istediği kanuni ve idari düzenlemeleri elde etmiş görünüyor. Bu dönemin başlıca tartışma konuları olan, çoklu baro, sosyal medya düzenlemesi, çalışma yaşamına ilişkin sermaye lehine düzenlemelerle ilgili yasa ve kararnameler, yeni rejimin ruhuna da uygun bir mekaniklik ve dayatma içinde yürürlüğe girdi. Ancak sürecin hararetiyle kıyaslandığında, siyasal iktidarı elinde tutanlar ve onların kâtipliğini yapanların, tüm bu olanlardan yeterince ‘rahatlamış’ bir görüntü verdiklerini söylemek zor. İktidar yanlısı matbuatta çıkan ve özellikle ekonomik zorluklarla birleşen siyasal çalkantılara işaret ederek bir ‘erken uyarı’ işlevi edinmeye çalışan ‘sonbahar alarmı’ değil sadece; rejimin fiziki ve özgül ağırlıkları farklı iki bileşeninin temsili düzeydeki figürlerinden (Atatürk, Hilafet, İstanbul Sözleşmesi gibi ‘popüler’ konularda) gelen senkronsuz ya da örtük-maslahatçı beyanlar da birer işaret kabul edilirse; tüm bu ‘sıcak yaz’ mesaisinin, aslında yakın gelecekte ortaya çıkacak bir duruma ilişkin pozisyon alma olduğunu söylemek mümkün hale geliyor.
Erdoğan yönetimi, asıl kırıcı ve kıyıcı sonuçlarıyla sonbaharda karşılaşacağımız anlaşılan, başta ekonomik olmak üzere, siyasal ve toplumsal krizlere karşı mevzuat tahkimatını belli oranda tamamlamış görünüyor. Ancak bu mevzuatın etkinliği, daha asıl sınanma alanına gelmeden dayanıksız yanlarını da ele vermeye başlıyor. Baro başkanlarına fiziki polis şiddeti uygulamaya varan bir süreçte geçirilen yasanın yarattığı etki, Hatay Baro Başkanı’nın gündelik yaşamda ortaya çıkan itirazının meşruiyeti karşısında rejim bürokrasisinin meşruiyetini sınayan bir olguya dönüşüyor ve bir çıkar yol olarak görülen polis devleti uygulamalarının bir yandan da ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor örneğin. Bu noktada, iktidar yanlısı yayınlardaki endişeli uyarıların arasına serpiştirilmiş ‘bürokrasi’ ile ilgili bazı ayrıntılar daha dikkat çekici hale geliyor. Ana tema şu: Özellikle ekonomi ve kısmen dış politika alanındaki bürokrat ve teknokrat ekip içinden, rejim çekirdeğiyle ihtilafa düşenlerin sayısında artış var. (Bu konu Babacan ve Davutoğlu faktörleriyle de doğrudan ilgili tabii.) Bunların ‘muhalefetle birlikte davranmak’ suretiyle, etkin olabileceklerine dair endişeler dile getiriliyor. Buradaki endişe, gücün bunca merkezileştiği, tek bir kalem müdürünün dahi o ‘merkez’den kaçamadığı koşullarda, tek tek bürokratların ya da bürokrasinin gücünden değil; Türkiye kapitalist devletinin ihtiyaç duyduğu kurumsal kapasiteye karşılık gelebilecek, bu açıdan hem yerli hem de uluslararası sermayeyi ikna etmeyi sağlayacak bir görüntü verememekten kaynaklanıyor olmalı. Tarih Kurumu başkanına söyletilen, ama “Pişman FETÖ’cülerin bağışlanması” gibi bir başlık altında kaldığı için helva gibi dağılan tartışmayı da buna ekleyebiliriz belki. Güvenlik bürokrasisinde, Türkiye’nin bir süredir içinde bulunduğu şişirilmiş üslubun etkisiyle dikkat çeken Süleyman Soylu dışında –ki onu da başka nedenlerle kısmen dışarıda tutmak lazım- rejimin vitrininde ‘başarılı’ diye tutabildiği tek bir siyasetçi, bürokrat, teknokrat yok.
Fakat Erdoğan, tüm bu olumsuzluklara rağmen, aldığı geniş yasal ve fiziki “tedbirler” ve uygulamalarla huzursuzluğu yönetebileceğini, Türkiye egemen sınıflarını bir istikrar sorunu yaşatmadan yeni bir döneme taşıyabileceğini vaat etmeyi planlıyor belli ki. Elbette halka ve topluma değil, içeride ve dışarıda sermaye ve diğer güç çevrelerine yönelik bu vaadin, seçim yapmamak/saymamaktan, muhalefeti tümden kriminalize etmeye varan çeşitli araçlara yönelme ihtiyacına anlayış gösterilmesine ilişkin avanslara ihtiyacı var. En azından yasal düzenlemeler bu yolları açık tutmaya daha elverişli hale getirilmiş durumda.
Muhalefetin buna karşı tutumu ise CHP kurultayında daha belirgin hale geldiği üzere, “Biz Türkiye’nin neoliberal kapitalizmi için bundan daha iyisini yaparız” türü bir ikinci yol önermek. Bu ikinci yolu, büyük sermayenin de AKP’yi açıkça ya da kerhen desteklediği yıllarda varlığından memnun olduğu siyasi-bürokratik unsurları da içererek rasyonelleştirmek. Yani sözgelimi, ulusalcı maceraperestlikler yerine Babacan gerçekçilikleri ile tahkim olmak…
Böylelikle Türkiye egemen siyasetinde iki ana blok, sonbahara, büyük oranda kristalize olmuş iki kamp olarak, belki son derece eşitsiz olanaklarla; ama sübjektif değişkenlikler gösteren avantaj ve handikaplarla giriyor. Türkiye toplumunu, onu gerçek sorunları ve bu sorunların sahici çözümleri üzerinden; üretim ve bölüşüm ilişkilerinin temellerine yönelmedikçe bu çözümlerin bulunamayacağı gerçeğinden hareketle bir araya getirecek etkin bir gücün yokluğunda, sonbahar türbülansı ve sonrası bu kesimler arasındaki bir mücadele ile geçecek gibi görünüyor. Rejimin korunaklı kanatları altındaki İslamcı-ihaleci sermaye ile geleneksel büyük sermayenin gücü arasında halen ikinciler lehine bir makas var. İstanbul Sözleşmesi konusunda ortaya çıkan ve neredeyse bir tarafında TÜİSAD ve Bahçeli’nin, diğer tarafında tarikatlarla Anadolu sermayesini kışkırtmaya çalışan Dilipak’ın olduğu karşıtlıklar da oluşturan tartışmalar, etkin bir sınama-müzakere olarak görülmeli belki de…
15 yıl kadar önce “akıllı bir diktatör ya da başkanlık sistemi” temennisinde bulunan, bu temennisi neredeyse hibrit şekilde bir araya gelen sermaye, “akılsız bir başkanlık sistemi”nin halen avantaj üretebileceği ya da tıpkı o yıllarda AKP’nin soyunduğu rol gibi, daha itidalli, piyasaya, Batıya vs. daha uyumlu bir seçeneğin daha etkin olabileceği tartışmasını ve çatışmasını yürütecek... (HAKKI ÖZDAL - GAZETE DUVAR)
O günlerde çokça konuşuldu, sonrasında da sıkça hatırlatıldı: Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, 2004 sonunda, “tekneyle çıktığı dünya turuna ara vererek” geldiği İstanbul’da, Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı’nın düzenlediği söyleşiye katılanlara şöyle diyordu: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım… Bence Türkiye’nin en büyük sorunu hukuk sistemini muntazam çalıştıramamasıdır.”
Rahmi Koç, Churchill’in, “En iyi idare tarzı diktatörlüktür. Akıllı diktatörlüktür” dediğine dair bir atıfla daha ‘genel’ bir eğilim belirtiyor gibi görünse de, bu sözleri söylediği dönemin koşulları göz önüne alındığında, hatta oradan yürüyerek bugünkü manzaraya gelindiğinde, Türkiye burjuvazisinin en etkin isimlerinden birinin “akıllı diktatör” ve “başkanlık sistemi” gibi kavramlarla konuşmasını ilgi çekici bulmamak olanaksız. Mademki Koç’un “bu devirde mümkün değil” demesinin üstünden çok sular aktı da onun temennileri, neredeyse bunların bir ‘melez’i olmaya çalışan Türk tipi başkanlık sistemi ile bir süredir sınanıyor; önce Aralık 2004’e, sonra Ağustos 2020’ye bakarak konuşabiliriz.
2004 Aralık, 3 Kasım 2002’de başlayan AKP iktidarının başlangıcıdır. 2002’deki seçim aritmetiği cilvesi, yüzde 34 oyla ‘gömleksiz İslamcılara’ Meclis’in üçte ikisini ve anayasayı değiştirecek kudreti vermiştir; ama o tarihte, ordu ve yargı bürokrasisi başta olmak üzere merkezi idare içindeki bazı unsurlar ile toplumun önemli bir kesiminin yanı sıra, büyük sermaye için de AKP tam olarak güvenilebilecek bir siyasal aktör değildir henüz.
Bunlardan ordu ve yargı bürokrasisi ile idarenin çeşitli katmanlarındaki bazı sivil bürokratların tutumu; ‘güvensizlik’ kavramının yetersiz kalacağı bir reaksiyondu elbette. Onlar, AKP’nin “kendi gizli ajandasıyla geldiği ve er geç rejim değişikliğine tevessül edeceği” yönündeki yerleşik yargılarıyla, daha açık bir ‘itiraz’ noktasındaydı. Ancak, 28 Şubat sürecinde, belki ani bir infilak sayesinde parlak şekilde ışımayı ve kısa süre için ‘güçlü’ görünmeyi başarmışlarsa da, ülkenin karşı karşıya olduğu devasa sorunlarla başa çıkma maharetinde olmadıkları kısa sürede ortaya çıktı. 12 Eylül ve Özal’ın toplumsal ve ekonomik yıkımlarının sürdüğü koşullarda ‘28 Şubatçılar’, derin ekonomik ve siyasal istikrarsızlık ve krizler, Kürt sorunu çerçevesindeki ağır şiddet ve onun sonuçları yetmezmiş gibi, ülke tarihinin en ağır yıkımlarından birine yol açan bir deprem (1999) ve yine etkileri açısından tarihi ölçekte bir ekonomik krizi (2001) kucaklarında buldular. Böylelikle en güçlü oldukları, öyle görüldükleri/sanıldıkları anlar; aynı anda tüm zaaflarını da açığa çıkaran anlar oldu.
Büyük sermaye içinse durum bundan farklıydı. TÜSİAD başta olmak üzere 28 Şubat sürecine verdikleri destek, RP İslamcılığı ile giderek çeteleşmiş milliyetçi savaş baronlarının bir siyasal çekirdeğine dönüşen Çiller-DYP’sinin oluşturduğu ‘bileşik endişe’ ile bağlantılı görülmeli belki. İstanbul burjuvazisi için, Sincan Belediyesi’ndeki sakil bir müsamerede atılan dinci sloganlardan çok; RP-DYP hükümetinin ekonomi ve dış politika başta olmak üzere, temel konulardaki cüretkâr, dayanıksız ve güvenilmez yönelimlerinde kimi zaman şaşırtıcı bir hantallıkla ısrarcı olmayı sürdürmesi problem olmuştur. D-8 kriziyle sonlanan ‘alternatif’ ekonomik arayışlar, İslamcı-popülist uygulamalar gibi, Erbakan’ın yer yer maceraperest doktrinasyonunun yol açtığı konuların yanı sıra, çeteleşmiş ve bu haliyle devlete kendini aşılamaya, onun bünyesine zerk olmaya çalışan DYP’li savaş/şiddet baronlarının yolsuzluklardan her türlü yasa dışılığa varan, hatırı sayılır bir silah gücünün ve sokak düzeninin de karıştığı mafyalaşması, iki temel eksen olarak burjuvaziyi rahatsız etmiştir.
Ancak burjuvazinin, siyasetin bu krizli durumuna karşı bürokratik eksenli 28 Şubat’a verdiği destek de tedrici ve temkinlidir ve bu sürecin siyasal aktörü olarak öne çıka(rıla)nların, yine başta yolsuzluklar konusu olmak üzere birçok noktada ‘eski alışkanlıklarla malul’ olması, heves ve sabır törpüleyici bir işlev görmüştür. Deprem ve krizle birlikte siyasetin de darmadağın olmasıyla ortaya çıkan tabloda, milli görüş libasından soyunmuş, piyasaya, Batı’yla ilişkilere, AB’ye –en azından söylemde– biat etmiş bir AKP, çeşitli şüpheleri taşımaya devam etmekle birlikte şans verilebilecek bir seçenekti. Sakıp Sabancı’nın 2002 seçiminden hemen sonra coşkuyla kullandığı “2. Özal treni” metaforundan Rahmi Koç’un görece temkinli iyimserliğine dek tüm reaksiyonlar bu çerçevede değerlendirilebilir. “Akıllı diktatör ve başkanlık sistemi” konuşmasının geçtiği Aralık 2004 tam olarak böyle bir atmosfere sahiptir… Şimdi bir uzun atlamayla bugüne gelelim.
* * *
Covid-19 salgınının ilk şaşkınlık ve endişeyle gündemi bir süre belirlemesinin ardından gelen ve ‘yeni normal’ gibi çok yönlü göndermeleri olan ifadelerle çerçevelenen süreçte tartışılan meselelerin önemli bir bölümünde, iktidar istediği kanuni ve idari düzenlemeleri elde etmiş görünüyor. Bu dönemin başlıca tartışma konuları olan, çoklu baro, sosyal medya düzenlemesi, çalışma yaşamına ilişkin sermaye lehine düzenlemelerle ilgili yasa ve kararnameler, yeni rejimin ruhuna da uygun bir mekaniklik ve dayatma içinde yürürlüğe girdi. Ancak sürecin hararetiyle kıyaslandığında, siyasal iktidarı elinde tutanlar ve onların kâtipliğini yapanların, tüm bu olanlardan yeterince ‘rahatlamış’ bir görüntü verdiklerini söylemek zor. İktidar yanlısı matbuatta çıkan ve özellikle ekonomik zorluklarla birleşen siyasal çalkantılara işaret ederek bir ‘erken uyarı’ işlevi edinmeye çalışan ‘sonbahar alarmı’ değil sadece; rejimin fiziki ve özgül ağırlıkları farklı iki bileşeninin temsili düzeydeki figürlerinden (Atatürk, Hilafet, İstanbul Sözleşmesi gibi ‘popüler’ konularda) gelen senkronsuz ya da örtük-maslahatçı beyanlar da birer işaret kabul edilirse; tüm bu ‘sıcak yaz’ mesaisinin, aslında yakın gelecekte ortaya çıkacak bir duruma ilişkin pozisyon alma olduğunu söylemek mümkün hale geliyor.
Erdoğan yönetimi, asıl kırıcı ve kıyıcı sonuçlarıyla sonbaharda karşılaşacağımız anlaşılan, başta ekonomik olmak üzere, siyasal ve toplumsal krizlere karşı mevzuat tahkimatını belli oranda tamamlamış görünüyor. Ancak bu mevzuatın etkinliği, daha asıl sınanma alanına gelmeden dayanıksız yanlarını da ele vermeye başlıyor. Baro başkanlarına fiziki polis şiddeti uygulamaya varan bir süreçte geçirilen yasanın yarattığı etki, Hatay Baro Başkanı’nın gündelik yaşamda ortaya çıkan itirazının meşruiyeti karşısında rejim bürokrasisinin meşruiyetini sınayan bir olguya dönüşüyor ve bir çıkar yol olarak görülen polis devleti uygulamalarının bir yandan da ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor örneğin. Bu noktada, iktidar yanlısı yayınlardaki endişeli uyarıların arasına serpiştirilmiş ‘bürokrasi’ ile ilgili bazı ayrıntılar daha dikkat çekici hale geliyor. Ana tema şu: Özellikle ekonomi ve kısmen dış politika alanındaki bürokrat ve teknokrat ekip içinden, rejim çekirdeğiyle ihtilafa düşenlerin sayısında artış var. (Bu konu Babacan ve Davutoğlu faktörleriyle de doğrudan ilgili tabii.) Bunların ‘muhalefetle birlikte davranmak’ suretiyle, etkin olabileceklerine dair endişeler dile getiriliyor. Buradaki endişe, gücün bunca merkezileştiği, tek bir kalem müdürünün dahi o ‘merkez’den kaçamadığı koşullarda, tek tek bürokratların ya da bürokrasinin gücünden değil; Türkiye kapitalist devletinin ihtiyaç duyduğu kurumsal kapasiteye karşılık gelebilecek, bu açıdan hem yerli hem de uluslararası sermayeyi ikna etmeyi sağlayacak bir görüntü verememekten kaynaklanıyor olmalı. Tarih Kurumu başkanına söyletilen, ama “Pişman FETÖ’cülerin bağışlanması” gibi bir başlık altında kaldığı için helva gibi dağılan tartışmayı da buna ekleyebiliriz belki. Güvenlik bürokrasisinde, Türkiye’nin bir süredir içinde bulunduğu şişirilmiş üslubun etkisiyle dikkat çeken Süleyman Soylu dışında –ki onu da başka nedenlerle kısmen dışarıda tutmak lazım- rejimin vitrininde ‘başarılı’ diye tutabildiği tek bir siyasetçi, bürokrat, teknokrat yok.
Fakat Erdoğan, tüm bu olumsuzluklara rağmen, aldığı geniş yasal ve fiziki “tedbirler” ve uygulamalarla huzursuzluğu yönetebileceğini, Türkiye egemen sınıflarını bir istikrar sorunu yaşatmadan yeni bir döneme taşıyabileceğini vaat etmeyi planlıyor belli ki. Elbette halka ve topluma değil, içeride ve dışarıda sermaye ve diğer güç çevrelerine yönelik bu vaadin, seçim yapmamak/saymamaktan, muhalefeti tümden kriminalize etmeye varan çeşitli araçlara yönelme ihtiyacına anlayış gösterilmesine ilişkin avanslara ihtiyacı var. En azından yasal düzenlemeler bu yolları açık tutmaya daha elverişli hale getirilmiş durumda.
Muhalefetin buna karşı tutumu ise CHP kurultayında daha belirgin hale geldiği üzere, “Biz Türkiye’nin neoliberal kapitalizmi için bundan daha iyisini yaparız” türü bir ikinci yol önermek. Bu ikinci yolu, büyük sermayenin de AKP’yi açıkça ya da kerhen desteklediği yıllarda varlığından memnun olduğu siyasi-bürokratik unsurları da içererek rasyonelleştirmek. Yani sözgelimi, ulusalcı maceraperestlikler yerine Babacan gerçekçilikleri ile tahkim olmak…
Böylelikle Türkiye egemen siyasetinde iki ana blok, sonbahara, büyük oranda kristalize olmuş iki kamp olarak, belki son derece eşitsiz olanaklarla; ama sübjektif değişkenlikler gösteren avantaj ve handikaplarla giriyor. Türkiye toplumunu, onu gerçek sorunları ve bu sorunların sahici çözümleri üzerinden; üretim ve bölüşüm ilişkilerinin temellerine yönelmedikçe bu çözümlerin bulunamayacağı gerçeğinden hareketle bir araya getirecek etkin bir gücün yokluğunda, sonbahar türbülansı ve sonrası bu kesimler arasındaki bir mücadele ile geçecek gibi görünüyor. Rejimin korunaklı kanatları altındaki İslamcı-ihaleci sermaye ile geleneksel büyük sermayenin gücü arasında halen ikinciler lehine bir makas var. İstanbul Sözleşmesi konusunda ortaya çıkan ve neredeyse bir tarafında TÜİSAD ve Bahçeli’nin, diğer tarafında tarikatlarla Anadolu sermayesini kışkırtmaya çalışan Dilipak’ın olduğu karşıtlıklar da oluşturan tartışmalar, etkin bir sınama-müzakere olarak görülmeli belki de…
15 yıl kadar önce “akıllı bir diktatör ya da başkanlık sistemi” temennisinde bulunan, bu temennisi neredeyse hibrit şekilde bir araya gelen sermaye, “akılsız bir başkanlık sistemi”nin halen avantaj üretebileceği ya da tıpkı o yıllarda AKP’nin soyunduğu rol gibi, daha itidalli, piyasaya, Batıya vs. daha uyumlu bir seçeneğin daha etkin olabileceği tartışmasını ve çatışmasını yürütecek... (HAKKI ÖZDAL - GAZETE DUVAR)