Bir yandan, insan olmaktan muzdarip olanlar, diğer yandan insanlara ve topluma umut vermeye devam edenler var...
Türkiye’nin geleceği epey bir karanlık. Her gün yeni haberler ve yeni akıl almaz siyasi girişimlerle Türkiye olduğu yerden çok daha gerilere hızlı bir şekilde gitmekte. Karamsarlık, çıkmazlık, siyasi iktidarsızlık, muhalefetin basiretsizliği ve yaratılan korku toplumu bu karanlığa ülkeyi ivedi bir şekilde yakınlaştırmakta. Hatta bu eşsiz ülkeyi dibe sürüklemekte. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi ve siyaseti dibe doğru giderken ülkeyi de beraberinde kararlı bir şekilde götürmekte. Öyle görünüyor ki Türkiye dibi görmeden oradan çıkamayacak. Ancak şu anda zaten ağır bedeller öderken, bu ağırlık daha tahammül edilmez bir hal alabilir ve sonuçları beklenmedik şekilde şiddet dolu olabilir. Ayasofya tartışmasıyla başlayan yeni siyasi taktik veya strateji şimdi İstanbul Sözleşmesi’yle gündemdeki yerini almış durumda. Hızlı bir şekilde değişen siyasi gündem ekonominin karanlık yüzünü saklama çabasından dolayı mı? Nedir bu İstanbul Sözleşmesi? Neden şimdi gündeme geldi? AKP, kendisinin imzaladığı sözleşmeyi neden şimdi tartışma konusu yapıyor? Bu tarz görece demokratik uluslararası sözleme/anlaşmaları yavaş yavaş ortadan kaldırma arzuları sağ otoriter yönetimlerin totaliter ve faşist bir biçime evrilme temayüllerinin adımlarından biri olarak okunabilir mi? COVID-19 salgının dramatik sonuçlarından biri kapatılma yani karantina ile birlikte dünyanın farklı yerlerinde kadına yönelik ev içi şiddet artıyorken, tam da şu dönemde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya çalışmak hangi aklın ortaya koyabileceği bir şeydir? Tam da bu sözleşmeye daha çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde sözleşmeden çıkmak istemenin Türkiye açısından anlamı nedir? Türkiye’nin bu çıkış talebinin mantıklı sebepleri var mı?
Nedir İstanbul Sözleşmesi?
Asıl adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir ve İstanbul’da imzalanmasından dolayı bu ismi almıştır. Sözleşme 11 Mayıs 2011’de tartışılmaya başlanıyor ve 1 Ağustos 2014 tarihinde uygulanmaya koyuluyor. Kadına karşı şiddete karşı çıkan yasalar çerçevesinde kadınların haklarını korumayı taahhüt eden ilk uluslararası sözleşmedir. Bahsi geçen anlaşma özellikle kadınları ve kız çocuklarını genelde şiddete ve özelde ev içi şiddete karşı korumayı amaçlayan ilk Avrupa şartnamesidir. 45 Avrupa Konseyi üye devletleri sözleşmeyi imzalamışlardır ve bunların 34’ü tarafından uygulanmıştır. Türkiye 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açıldığında onu onaylayan ilk ülkedir. Sözleşme 80 maddeden oluşmaktadır. İlk madde şöyle demektedir: “Bu sözleşmenin maksatları şunlardır: a) kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; b) kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak; c) kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; d) kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; e) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.”
Avrupa Konseyi 1990’lardan itibaren kadını şiddete karşı korumak adına pek çok girişimde bulunmaya başlamıştı. Yıllar süren çalışmalar ve araştırmalar neticesinde dünyanın herhangi bir yerinde şiddete maruz kalan kadının korunması gerektiği ve bütün kadınların aynı düzeyde bu korunmadan faydalanması gerektiği sonucuna ulaşılmış ve bunun için bir dizi yasal standardın kurulması gerektiği düşünülmüştü. 2008’de Avrupa Konseyi Adalet Bakanları Komitesi tarafından oluşturulan bir uzmanlar grubu kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek ve böylece kadını korumak için uluslararası sözleşmenin ilk taslağını hazırlamakla görevlendirildi. 2010 yılında ilk taslak hazırdı ve 2011 yılında imzaya açıldı. Türkiye’nin de içinde olduğu 34 ülke sözleşmeyi imzaladı, onayladı ve uyguladı. 12 ülke ise sözleşmeyi imzaladılar ama uygulamadılar. Avrupa Birliği 2017 yılında imzaladı. Sözleşme kadına yönelik şiddetin önlenmesini bir devlet politikası haline getirilmesini zorunlu görüyor. Ayrıca kadına yönelik şiddetin engellenmesinin toplumsal cinsiyet eşitliğiyle mümkün kılınabileceğini ileri sürüyor.
Şimdiye kadar hiçbir ülke sözleşmeden çıkmayı talep etmemişti. Son günlerde ise birçok ülke Türkiye’de dahil olmak üzere çıkma talebinde bulunuyor. Bu ülkeler arasında Polonya dışında Hırvatistan ve Sırbistan da var. Polonya’da da Türkiye gibi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya karşı pek çok eylem düzenlendi. Anlaşma Polonya’da milliyetçi, muhafazakâr ve popülist söylemin hedefi haline geldi. Bu söylemdeki temel argüman küresel düzeyde değişmiyor: sözleşme geleneksel aile yapısına bir tehdit olarak görülüyor. Türkiye’de de aşırı muhafazakâr ve dini kesimler Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi için baskı yapıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne olan temel itiraz toplumsal cinsiyet (gender) meselesi etrafında yani cinsiyet eşitliği etrafında dönüyor. Muhafazakâr kesim cinsiyet eşitliği karşıtı tavırlarından dolayı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak istiyor.
Bazı Avrupa Konseyi üye devletleri İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamayı reddetti. Onaylamayı reddetmelerinin motivasyonuna baktığımızda, cinsiyet karşıtı yönlerini görebiliriz: “Mayıs 2020’de Macar yasama Meclisi, toplumsal cinsiyetin ‘toplumsal olarak inşa edilmiş’ olduğu şeklindeki tanıma itiraz ederek İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamayı reddetti. [Guardian] Letonya Anayasa Mahkemesi, İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanmasındaki gecikmelerden sonra ülkenin anayasasıyla uyumluluğunu inceliyor. [Baltic News Network] Bulgaristan Anayasa Mahkemesi, 2018 yılında, Sözleşme’nin cinsiyet tanımına ilişkin iç mevzuatıyla uyumlu olmadığını ve Bulgaristan’ın anlaşmayı onaylamadığını belirtti. [NYT: Poland] Birleşmiş Milletler kadına yönelik şiddet özel Raportörü, Bulgaristan’ın Sözleşme’nin cinsiyet tanımına ilişkin yorumunu ‘yanlış yorumlama’ olarak nitelendirdi ve yeniden düşünmeye çağırdı. [OHCHR Press Release] Slovakya yasama Meclisi de, Kasım 2019’da Sözleşme’nin onaylanmasını reddetti. [COE Newsroom: Slovak Republic] COE İnsan Hakları Delegesi geçtiğimiz günlerde Moldova’yı durdurulan onay sürecine devam etmeye çağırdı. [COE Press Release].”
Kadına yönelik şiddeti bir insan hakları meselesi olarak gören Sözleşme’den Polonya ve Türkiye’nin ayrılmak istemesi ciddi ve tehlikeli sonuçlara neden olabilir. Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak istemesini endişe verici bulan Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Marija Pejčinović Burić şunları dile getirdi: “Hükümet yetkililerinin Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi gerektiği yönündeki açıklamaları endişe verici. İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet ile mücadele için temel uluslararası antlaşmasıdır- ve bu onun tek amacıdır. Sözleşme hakkında herhangi yanlış anlamalar veya yanlış kanılar varsa, bunları yapıcı bir diyalogda açıklığa kavuşturmaya hazırız. İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak son derece üzücü ve Avrupa’daki şiddete karşı kadınların korunmasında geriye doğru atılmış büyük bir adım olacaktır.”
Türkiye’de de aşırı muhafazakâr ve dini gruplar Türkiye’yi sözleşmeden çekilmeye zorluyor. İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan ana itiraz, toplumsal cinsiyet sorunu ve toplumsal cinsiyet eşitliği etrafında şekilleniyor. Muhafazakârlar, toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı tutumları nedeniyle İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak istiyorlar. Türkiye’de kadınlar haklarını elde etmek için çok uzun süre savaştı ve mücadele etti. Ve şimdi uzun mücadelelerden sonra elde ettikleri bu hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Türkiye’de Kadın Mücadelesi vardı, var olacak!
“İstanbul Sözleşmesi kadınların kanından doğar.”
Türkiye sözleşme konusunda iki farklı kampa bölünmüş durumda. Bir yanda aileyi yıkan bir sözleşme olduğunu iddia edenler diğer yanda sözleşmeyi bir hak kazanımı olarak görenler var. Bu iki ayrılma ayrıca muhafazakâr kesim içerisinde de yaşanmakta. Bir başka ifadeyle AKP’nin kendi kesimi içerisinde de kamplaşma söz konusu. Sözleşme’yi onaylayanlar arasında Cumhurbaşkanı R. T. Erdogan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar da bulunuyor. Bayraktar ayrıca KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği’nin) başkan yardımcısı. KADEM İstanbul Sözleşmesi’ne tam destek verdiğini açıklamıştı. Bu şu anlama geliyordu: AKP veya muhafazakâr kesim içerisinde demokratik ilerlemeyle yana yani cumhuriyetle derdi olmayan dindarlar sözleşmeden çekilmeye karşı çıkıyorlardı. Diğer yandan onlara karşı, birtakım dini dernek ve cemaatler hükümete sözleşmeden çıkmak konusunda baskı yapıyorlardı. Bu kesim her zaman ötekileştirmeden, kutuplaştırmadan, otoriterleşmeden ve düşmanlıktan yana tavır almış diyaloğu reddedenleri içeriyordu. Kadın cinayetleri her gün Türkiye’nin gündemindeyken, şiddet cinayetle sonuçlanırken, COVID salgını süresince şiddet ve kadın cinayetleri artmışken bu korkunç gerçeklerle yüzleşmemizi ve önlemler almamızı sağlayacak bir sözleşmenin uygulanmasından telaşla kaçmak neden? Sözleşme doğru düzgün uygulanmazken neden varlığından bu kadar tedirginler? Sözleşmeden geri çekilmek 1) Türkiye’nin anti-demokratik, anti-hukuk boyutunu güçlendirmek böylece totaliterliğe daha fazla yaklaşmak; 2) devletin kadın ve aile içi şiddette yönelik yükümlülüklerinden muaf edilmesi anlamına gelecektir.
Kadın örgütleri ise sözleşmeyi bir kazanım olarak gören taraf. Türkiye’de kadınların kendi haklarını elde etmelerinin tarihsel bir geçmişi var. Bu kısacık yazıda anlatılabilecek bir şey olmasa da bu tarihsel mücadeleden az da olsa bahsetmek kadınların neden bu kadar şiddetle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya itiraz etikleri daha iyi anlaşılacaktır. Kadın hareketi Osmanlı’nın geç dönemine kadar dayanır. Kadınların seçme ve seçilme haklarının 1934 yılında kazanmaları, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kadınların bu hakları mücadele etmeden elde ettikleri yanılgısını yaratsa da Osmanlı döneminin sonlarındaki kadın hareketi sahnedeki yerini çoktan almıştı. 1870’lerden itibaren Osmanlı kadınları batıyla ilişki içinde birtakım hak taleplerinde bulundular: eğitim hakkı, çok eşli evliliğinin sona ermesine yönelik talep, söz söyleme hakkı, aile içinde saygı görme, çalışma gibi haklar dillendirilmeye başlanmıştı. Bu dönemde kadınlar kendi dergilerini çıkarmaya, kendi isimlerini kullanarak kendi romanlarını yazmaya, erkeklerle tartışmalara girmeye ve dernekler kurmaya başlamışlardı. Osmanlı’nın son dönemlerinde askeri ve devlet alanında birtakım reformlar yapılsa da Tanzimat (1839-1876) gibi, kadınlara yönelik reformlar konusunda erkekler son derece tutucuydular. Kadınlar ise onları bu tavırlarından dolayı eleştiriyorlardı.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde kadın mücadelesi daha bir güçlendi. Kadın derneklerinin sayısında artış oldu. Jön Türklerin yönetimi altında kadınlar üniversitede okuma, memur olma, işçi olarak fabrikalarda çalışma haklarını elde ettiler. 1917 yılında Rus Devrimi’nin de etkisiyle Müslüman dünyasında ilk defa 1917 Aile Kararnamesi’yle çok eşliliğin kısıtlanması sağlandı ve kadınlar boşanma haklarından faydalanmaya başladılar. Oy hakkı da 1919 yıllarında talep edilmeye başlamıştı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra ‘Kadınlar Halk Fıkrası’ adında siyasi bir parti kurmak istediler ancak sadece Türk Kadınlar Birliği adı altında bir dernek kurmalarına izin verildi. Bu dernek sayesinde Osmanlı döneminde başlanan mücadele devam etmiş oluyordu. Cumhuriyet’in ilk yılları tek parti yönetiminin egemen olduğu bir siyasi dönemdi. 1926’da medeni haklarına ve 1930 ile 1934 yıllarında seçme ve seçilme haklarına kavuşan kadınlar diğer örgütlerin yaşadığı kısıtlamalardan paylarını aldılar ve 1935’te derneklerini kapatmak zorunda bırakıldılar. Ancak oy haklarını kazanmış ve TBMM’ye ilk kadın milletvekilini vermişlerdi. Bu dönemden sonra ancak 1975 yıllarında solun biraz daha güçlenmesi ile kadın hareketi sınıf mücadelesi içerisinde yerini aldı. 1980’lere gelindiğinde ise yeni bir kadın hareketi yani feminist hareketin ikinci dalgası sahneye çıktı. Türkiye’deki kadın mücadelesi sayesinde pek çok kazanımlar edinilmişti: bunlar arasında medeni kanununda reformların yapılması, aile içi şiddete karşı kadın sığınma yerlerinin kurulmasının gündeme getirilmesi, aile içi şiddet, tecavüz, bekaret kontrolü, cinsel taciz, namus cinayetleri gibi konuları tartıştırması vardır. Dolayısıyla kadınların uzun bir mücadele tarihi içerisinde kazandıkları bu kazanımlar sözleşmede yer almayan birtakım söylemlerle reddedilemez. Bu Türkiye’deki kadın mücadelesine ve Türkiye demokrasisine ve hukuk sistemine bir darbe daha vurmak olacaktır.
AKP’nin entelektüellerinin İnsan ve Kadın Düşmanlığı
5 Ağustos 2020 Çarşamba günü İstanbul’da yapılan eylemde kadınlar şu sloganlarla endişelerini dile getiriyorlardı: “İstanbul Sözleşmesi kadınların kanından doğar” ve “Kadın cinayetlerine izin vermeyeceğiz.” İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmaların ortaya çıkmasının nedenlerinden biri son birkaç ayda ülkede aile içi şiddet davalarındaki hızlı artıştır. Bu şiddet olayları bilhassa AKP hükümeti döneminde daha fazla arttı. 2012 yılından beri kadına karşı şiddette artış var ve koruma kararı verilen davaların sayısı 1 milyon 608 bin 657’dir. Şiddete maruz kalan kadınların oranı %39,3 idi. 2020’de Türkiye’de 235 kadın öldürüldü. “Aktivist raporlarına göre, 2019’da aile içi şiddet vakalarında 417 kişi öldü.”
Burada sözleşmeden neden çıkılmak istendiğine vurgu yapmak önemli. Sözleşmeden çıkmak isteyenler geleneksel değerlerle ve aile yapısıyla örtüşmediğini ileri sürmekteler. Ayrıca sözleşmenin LGBT yaşam biçimini destekliğini iddia etmekteler. Bunlar arasında AKP’nin organik entelektüelleri de var. AKP genel başkanı Numan Kurtulmuş sözleşmeden çıkabiliriz diyor. Ona göre bu sözleşmedeki temel sorun toplumsal cinsiyet meselesi ve cinsel yönelim meselesidir. Ayrıca onun açısından bu sözleşme “LGBT gibi marjinal unsurları” desteklemekte ve onlara faaliyet alanı açmaktadır. Kurtulmuş aileye zarar verici olduğuna dair endişelerin olduğunu da sözlerine ekliyor. Oysa sözleşmede özel olarak LGBT bireylere ilişkin herhangi bir madde veya ibare bulunmamakta. Ama toplumun geri hassasiyetlerini kaşıyarak sözleşmeyi değersizleştirmeye çalışıyorlar. Sözleşme kadına yönelik sistematik şiddete vurgu yaparken devletin kadın düşmanlığına karşı önlemler almasındaki rolüne dikkat çekiyor. Bununla birlikte, AKP’nin kadına yönelik şiddete yaklaşımı, genel olarak siyasi tutumlarını temsil eden kadın düşmanlığı yönüne dayanmaktadır. Onların siyasi tutumları insan-düşmanlığına dayanır.
Abdurrahman Dilipak’ın içinde bulunduğu aşırı-insan-kadın-düşmanı Türkiye Düşünce Platformu da Numan Kurtulmuş ile aynı fikirde. Ona göre “Biz kendi değerlerimiz açısından böyle bir sözleşmenin insan haklarına da temelde Allah’ın rızasına da uygun olmadığı, yine insan hakları açısından bir aldatmacanın söz konusu olduğunu, kaş yapayım derken göz çıkartan bir sözleşme olduğun düşünüyoruz. Eğer yeni bir sözleşme yapılacaksa bunun ahlaki temellerinin uluslararası boyutta sadece siyasi aktörler ya da belli lobilerin gölgelediği bir ortamda değil, daha özgür ortamda tartışılması lazım. Hem de bugünkü tecrübeler de üzerine binerek yeni bir sözleşme de mümkün.” Bu konuşmadan anlaşılacağı gibi, Sözleşme’nin neden insan haklarına bile aykırı olduğu, Sözleşme’nin neden değiştirilmesi gerektiği hakkında hiçbir şey söylemiyor! Ayrıca Kadın Dernekleri Federasyonu, İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasında ciddi tıkanıklıkların olduğunu 2018’de dile getirmişti zaten.
İstanbul Sözleşmesi’nin varlığının şiddeti artırdığı ayrıca iddia ediliyor. Ancak kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin artışına baktığımızda AKP ile başlayan bir yükselişin olduğunu görürüz. Burada Sözleşme’nin şiddeti artırdığının sanılmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi Sözleşme’nin uygulanması kadınların kendi haklarını korumalarına izin verdiği için şiddetin yaşandığı davalarla görünür kılınmıştır. Bu da şiddetin varlığını gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi şiddeti artırmamış tersine boyutunu görünür kılmaya yardımcı olmuştur. Diğer nedeni ise AKP’nin siyaset yapma biçimi ve dilidir. Yani şiddetin artması ve bu kadar çok görünür kılınması AKP’nin siyaset yapma biçiminde aranmalıdır. Şiddet, hakaret, aşağılama dili kullanan bir siyaset, kendisi gibi olanlara güç vermiş ve şiddet daha kolay dillenir hale olmuştur. Bunun somut örneklerini bulmak zor değildir. 2014 yılında dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç “kadın herkesin içerisinde kahkaha atmayacak” diyebilmiştir. Cumhurbaşkanı R. T. Erdogan “kadın ve erkek eşit olamaz. Fıtratına aykırıdır” diye konuşma yapmıştır. AKP’li Uğur Işılak “kadının fıtratında köle olmak var” şeklinde bir televizyon programında konuşmuştu. AKP’li ve zamanın TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Sefer Üstün şöyle diyebilmişti: “Tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmasın. Tecavüzcü kürtaj yaptıran kurbanından daha masumdur.” Bir zamanlar sağlık bakanı olmuş AKP’li Mehmet Müezzinoğlu, kadınlar için tek kariyerin annelik olduğunu çok rahat belirtebiliyordu. Başka bir AKP’li, Türk kadınının evinin süsü olduğunu ifade edebiliyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu örnekler bir yandan AKP’nin kadın düşmanı siyasetine örnek teşkil ederken aynı zamanda şiddetin toplum nezdinde meşrulaşmasına da zemin hazırlamaktadır. Bir hukuk mezunu olan Sefer Üstün, AKP’nin organik entelektüeli olarak toplumdaki kadına yönelik şiddetin tırmanmasında eril söylemin güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamış olacaktır.
Darbe girişiminin sonucunda kadına yönelik şiddet konusunda eğitimli polislerin işinden edilmesi kadınları daha çok mağdur etmiş ve kadın davaları darbe dosyalarının altında kalmıştır. Şiddete uğradığını dile getiren kadınlar darbe dosyalarının çokluğu yüzünden geri çevrilmiştir. Bütün bunlar düşünüldüğünde soru şu olacaktır: İstanbul Sözleşmesi mi yoksa AKP’nin kadına, aileye, topluma, çocuğa ve suçluya dair politikaları mı şiddeti artırıcı rol oynuyor?
Elbette sadece AKP değil ama işbirlikçisi aşırı milliyetçi parti MHP de kadın düşmanlığıyla sözleşmeye karşıdır. Kadının sadece hizmet eden bir varlık olarak görülmesi kadının bir insan olarak görülüp görülmediğini de sorgulatmaktadır. İnsan düşmanlığı bu totaliter yapılara doğru evrilen sistemlerin özelliği olduğu gibi kadın düşmanlığı da ilerici girişimlerin göstergesi olan kadın mücadelesini hedef alacaktır. Bu sözleşme sadece kadını değil ama aile içindeki her türlü şiddeti önlemeye ve mağdurlarını korumaya çalışmaktayken, AKP ve işbirlikçisi MHP kendi siyasetleriyle çocuk istismarlarına kapı aralayan ve şiddeti tetikleyen yasalara izin veriyor. Dolayısıyla şiddete uğrayan veya cinsel istismar mağduru kız ve erkek çocuklar da bu uluslararası sözleşme ile koruma altına alınmış oluyor aslında. Bu Sözleşme önemlidir, çünkü AKP’nin insan haklarını ihlal edebilecek bazı yasaları uygulamaya yönelik politikalarının önünde bir engel teşkil edecektir uygulandığı takdirde.
Hala umudumuz var (mı)!?…
“İstanbul Sözleşmesi yaşatır.”
Karamsar olmak için birçok sebep var: COVID-19, ekonomik kriz, otoriter, muhafazakâr, gerici ve ataerkil zihniyetin artışı, siyasi ve toplumsal baskı, ırkçılık, göçmen sorunu, şiddetin yükselişi, bireycilik, bireyin toplumdan ve diğer bireylerden yabancılaşması ve izolasyonu, psikolojik sorunların artışı, aile krizi, eski ve geleneksel değerlere inancın yitirilmesi veya krizi vb. fakat ayrıca bu kötülüklere karşı birtakım mücadeleler kavgalar da var. Bu mücadeleler arasında kadınlarınkinden bahsetmeye değer. Kapitalist ve ataerkil sistemin neden kadın düşmanı olduğu anlaşılabilir bir şey. Tereddüt etmeden, kapitalist sistemin kesinlikle insan düşmanı bir sistem olduğu kadar kadın düşmanı da olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda, dünyanın farklı bölgelerinde kadın mücadelesi özellikle artmıştır. Bu bölgelerden biri Türkiye’dir. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılma talebiyle, polis baskılarına ve saldırılara rağmen meydanlar kadınlarla dolup taşmıştır. Polis kadınları gözaltına alsa da, İstanbul Sözleşmesi için mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerdir. Türkiye’nin her yerinde polis onları engellemeye çalışsa da broşürler dağıtılıyor ve her yere “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganıyla posterler asılıyor. Kadınlar neredeyse her gün İstanbul’un farklı bölgelerinde bir gösteri düzenliyorlar.
Buna ek olarak, sermaye çevreleri de İstanbul Sözleşmesi’ne verdiği desteği vurgulamaktadır. Örneğin, Sabancı Vakfı ve Borusan Holding, Sözleşme’nin erkekler ve kadınlar arasındaki eşitliği vurguladığı için önemli olduğunu açıkladılar. Sabancı Vakfı medya paylaşımında şunları yazdı: “Başka Pınar Gültekin’lerin öldürülmemesi için İstanbul Sözleşmesi etkin bir şekilde uygulanmalıdır.”
Bir başka ilginç karşı çıkış ise, evlilik töreninde İstanbul Sözleşmesi’ni evlilik cüzdanı ile birlikte vermeye başlayan Eskişehir Odunpazarı Belediyesi’nden geliyor. Belediye başkanı desteğini şu sözlerle dile getirdi: “İstanbul Sözleşmesi kadınların yaşam güvencesidir, kadın-erkek eşitliğini tam anlamıyla sağlayacak politikaların geliştirilmesi konusunda yol gösterir.” Sadece bu belediye değil, başkaları da İstanbul Sözleşmesi’ne desteklerini farklı biçimlerde gösterdiler. Örneğin, Bolu Belediyesi, Bolu Kadın Platformu ile birlikte gündemde olan İstanbul Sözleşmesi’ne destek verdi. Bunu belediyenin astığı afişlerle dile getirdiler. Bu gösteriler ve desteklerin kurumsal düzeyde gelmesi çok önemli ve anlamlı. Bu sadece kadın dernekleri ve sivil toplum kuruluşlarının değil aynı zamanda kamusal ve kurumsal düzeyde de ciddi bir desteğin olduğunu gösterir. Ayrıca çıkma girişimlerinin ne kadar tehlikeli olduğunun duyurulmasında etkili bir yol olacaktır.
Bir yandan, insan olmaktan muzdarip olanlar, diğer yandan insanlara ve topluma umut vermeye devam edenler var. İkincisinin mücadelesi insanlığa inanmak için çok elzemdir.
* Bu makaleye değerli katkılarından ve eşsiz yorumlarından dolayı Serap Kıral’a teşekkürü bir borç bilirim. (SEVGİ DOĞAN - SENDİKA.ORG)
Türkiye’nin geleceği epey bir karanlık. Her gün yeni haberler ve yeni akıl almaz siyasi girişimlerle Türkiye olduğu yerden çok daha gerilere hızlı bir şekilde gitmekte. Karamsarlık, çıkmazlık, siyasi iktidarsızlık, muhalefetin basiretsizliği ve yaratılan korku toplumu bu karanlığa ülkeyi ivedi bir şekilde yakınlaştırmakta. Hatta bu eşsiz ülkeyi dibe sürüklemekte. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi ve siyaseti dibe doğru giderken ülkeyi de beraberinde kararlı bir şekilde götürmekte. Öyle görünüyor ki Türkiye dibi görmeden oradan çıkamayacak. Ancak şu anda zaten ağır bedeller öderken, bu ağırlık daha tahammül edilmez bir hal alabilir ve sonuçları beklenmedik şekilde şiddet dolu olabilir. Ayasofya tartışmasıyla başlayan yeni siyasi taktik veya strateji şimdi İstanbul Sözleşmesi’yle gündemdeki yerini almış durumda. Hızlı bir şekilde değişen siyasi gündem ekonominin karanlık yüzünü saklama çabasından dolayı mı? Nedir bu İstanbul Sözleşmesi? Neden şimdi gündeme geldi? AKP, kendisinin imzaladığı sözleşmeyi neden şimdi tartışma konusu yapıyor? Bu tarz görece demokratik uluslararası sözleme/anlaşmaları yavaş yavaş ortadan kaldırma arzuları sağ otoriter yönetimlerin totaliter ve faşist bir biçime evrilme temayüllerinin adımlarından biri olarak okunabilir mi? COVID-19 salgının dramatik sonuçlarından biri kapatılma yani karantina ile birlikte dünyanın farklı yerlerinde kadına yönelik ev içi şiddet artıyorken, tam da şu dönemde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya çalışmak hangi aklın ortaya koyabileceği bir şeydir? Tam da bu sözleşmeye daha çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde sözleşmeden çıkmak istemenin Türkiye açısından anlamı nedir? Türkiye’nin bu çıkış talebinin mantıklı sebepleri var mı?
Nedir İstanbul Sözleşmesi?
Asıl adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir ve İstanbul’da imzalanmasından dolayı bu ismi almıştır. Sözleşme 11 Mayıs 2011’de tartışılmaya başlanıyor ve 1 Ağustos 2014 tarihinde uygulanmaya koyuluyor. Kadına karşı şiddete karşı çıkan yasalar çerçevesinde kadınların haklarını korumayı taahhüt eden ilk uluslararası sözleşmedir. Bahsi geçen anlaşma özellikle kadınları ve kız çocuklarını genelde şiddete ve özelde ev içi şiddete karşı korumayı amaçlayan ilk Avrupa şartnamesidir. 45 Avrupa Konseyi üye devletleri sözleşmeyi imzalamışlardır ve bunların 34’ü tarafından uygulanmıştır. Türkiye 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açıldığında onu onaylayan ilk ülkedir. Sözleşme 80 maddeden oluşmaktadır. İlk madde şöyle demektedir: “Bu sözleşmenin maksatları şunlardır: a) kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; b) kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak; c) kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; d) kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; e) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.”
Avrupa Konseyi 1990’lardan itibaren kadını şiddete karşı korumak adına pek çok girişimde bulunmaya başlamıştı. Yıllar süren çalışmalar ve araştırmalar neticesinde dünyanın herhangi bir yerinde şiddete maruz kalan kadının korunması gerektiği ve bütün kadınların aynı düzeyde bu korunmadan faydalanması gerektiği sonucuna ulaşılmış ve bunun için bir dizi yasal standardın kurulması gerektiği düşünülmüştü. 2008’de Avrupa Konseyi Adalet Bakanları Komitesi tarafından oluşturulan bir uzmanlar grubu kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek ve böylece kadını korumak için uluslararası sözleşmenin ilk taslağını hazırlamakla görevlendirildi. 2010 yılında ilk taslak hazırdı ve 2011 yılında imzaya açıldı. Türkiye’nin de içinde olduğu 34 ülke sözleşmeyi imzaladı, onayladı ve uyguladı. 12 ülke ise sözleşmeyi imzaladılar ama uygulamadılar. Avrupa Birliği 2017 yılında imzaladı. Sözleşme kadına yönelik şiddetin önlenmesini bir devlet politikası haline getirilmesini zorunlu görüyor. Ayrıca kadına yönelik şiddetin engellenmesinin toplumsal cinsiyet eşitliğiyle mümkün kılınabileceğini ileri sürüyor.
Şimdiye kadar hiçbir ülke sözleşmeden çıkmayı talep etmemişti. Son günlerde ise birçok ülke Türkiye’de dahil olmak üzere çıkma talebinde bulunuyor. Bu ülkeler arasında Polonya dışında Hırvatistan ve Sırbistan da var. Polonya’da da Türkiye gibi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya karşı pek çok eylem düzenlendi. Anlaşma Polonya’da milliyetçi, muhafazakâr ve popülist söylemin hedefi haline geldi. Bu söylemdeki temel argüman küresel düzeyde değişmiyor: sözleşme geleneksel aile yapısına bir tehdit olarak görülüyor. Türkiye’de de aşırı muhafazakâr ve dini kesimler Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi için baskı yapıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne olan temel itiraz toplumsal cinsiyet (gender) meselesi etrafında yani cinsiyet eşitliği etrafında dönüyor. Muhafazakâr kesim cinsiyet eşitliği karşıtı tavırlarından dolayı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak istiyor.
Bazı Avrupa Konseyi üye devletleri İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamayı reddetti. Onaylamayı reddetmelerinin motivasyonuna baktığımızda, cinsiyet karşıtı yönlerini görebiliriz: “Mayıs 2020’de Macar yasama Meclisi, toplumsal cinsiyetin ‘toplumsal olarak inşa edilmiş’ olduğu şeklindeki tanıma itiraz ederek İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamayı reddetti. [Guardian] Letonya Anayasa Mahkemesi, İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanmasındaki gecikmelerden sonra ülkenin anayasasıyla uyumluluğunu inceliyor. [Baltic News Network] Bulgaristan Anayasa Mahkemesi, 2018 yılında, Sözleşme’nin cinsiyet tanımına ilişkin iç mevzuatıyla uyumlu olmadığını ve Bulgaristan’ın anlaşmayı onaylamadığını belirtti. [NYT: Poland] Birleşmiş Milletler kadına yönelik şiddet özel Raportörü, Bulgaristan’ın Sözleşme’nin cinsiyet tanımına ilişkin yorumunu ‘yanlış yorumlama’ olarak nitelendirdi ve yeniden düşünmeye çağırdı. [OHCHR Press Release] Slovakya yasama Meclisi de, Kasım 2019’da Sözleşme’nin onaylanmasını reddetti. [COE Newsroom: Slovak Republic] COE İnsan Hakları Delegesi geçtiğimiz günlerde Moldova’yı durdurulan onay sürecine devam etmeye çağırdı. [COE Press Release].”
Kadına yönelik şiddeti bir insan hakları meselesi olarak gören Sözleşme’den Polonya ve Türkiye’nin ayrılmak istemesi ciddi ve tehlikeli sonuçlara neden olabilir. Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak istemesini endişe verici bulan Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Marija Pejčinović Burić şunları dile getirdi: “Hükümet yetkililerinin Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi gerektiği yönündeki açıklamaları endişe verici. İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet ile mücadele için temel uluslararası antlaşmasıdır- ve bu onun tek amacıdır. Sözleşme hakkında herhangi yanlış anlamalar veya yanlış kanılar varsa, bunları yapıcı bir diyalogda açıklığa kavuşturmaya hazırız. İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak son derece üzücü ve Avrupa’daki şiddete karşı kadınların korunmasında geriye doğru atılmış büyük bir adım olacaktır.”
Türkiye’de de aşırı muhafazakâr ve dini gruplar Türkiye’yi sözleşmeden çekilmeye zorluyor. İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan ana itiraz, toplumsal cinsiyet sorunu ve toplumsal cinsiyet eşitliği etrafında şekilleniyor. Muhafazakârlar, toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı tutumları nedeniyle İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak istiyorlar. Türkiye’de kadınlar haklarını elde etmek için çok uzun süre savaştı ve mücadele etti. Ve şimdi uzun mücadelelerden sonra elde ettikleri bu hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Türkiye’de Kadın Mücadelesi vardı, var olacak!
“İstanbul Sözleşmesi kadınların kanından doğar.”
Türkiye sözleşme konusunda iki farklı kampa bölünmüş durumda. Bir yanda aileyi yıkan bir sözleşme olduğunu iddia edenler diğer yanda sözleşmeyi bir hak kazanımı olarak görenler var. Bu iki ayrılma ayrıca muhafazakâr kesim içerisinde de yaşanmakta. Bir başka ifadeyle AKP’nin kendi kesimi içerisinde de kamplaşma söz konusu. Sözleşme’yi onaylayanlar arasında Cumhurbaşkanı R. T. Erdogan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar da bulunuyor. Bayraktar ayrıca KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği’nin) başkan yardımcısı. KADEM İstanbul Sözleşmesi’ne tam destek verdiğini açıklamıştı. Bu şu anlama geliyordu: AKP veya muhafazakâr kesim içerisinde demokratik ilerlemeyle yana yani cumhuriyetle derdi olmayan dindarlar sözleşmeden çekilmeye karşı çıkıyorlardı. Diğer yandan onlara karşı, birtakım dini dernek ve cemaatler hükümete sözleşmeden çıkmak konusunda baskı yapıyorlardı. Bu kesim her zaman ötekileştirmeden, kutuplaştırmadan, otoriterleşmeden ve düşmanlıktan yana tavır almış diyaloğu reddedenleri içeriyordu. Kadın cinayetleri her gün Türkiye’nin gündemindeyken, şiddet cinayetle sonuçlanırken, COVID salgını süresince şiddet ve kadın cinayetleri artmışken bu korkunç gerçeklerle yüzleşmemizi ve önlemler almamızı sağlayacak bir sözleşmenin uygulanmasından telaşla kaçmak neden? Sözleşme doğru düzgün uygulanmazken neden varlığından bu kadar tedirginler? Sözleşmeden geri çekilmek 1) Türkiye’nin anti-demokratik, anti-hukuk boyutunu güçlendirmek böylece totaliterliğe daha fazla yaklaşmak; 2) devletin kadın ve aile içi şiddette yönelik yükümlülüklerinden muaf edilmesi anlamına gelecektir.
Kadın örgütleri ise sözleşmeyi bir kazanım olarak gören taraf. Türkiye’de kadınların kendi haklarını elde etmelerinin tarihsel bir geçmişi var. Bu kısacık yazıda anlatılabilecek bir şey olmasa da bu tarihsel mücadeleden az da olsa bahsetmek kadınların neden bu kadar şiddetle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya itiraz etikleri daha iyi anlaşılacaktır. Kadın hareketi Osmanlı’nın geç dönemine kadar dayanır. Kadınların seçme ve seçilme haklarının 1934 yılında kazanmaları, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kadınların bu hakları mücadele etmeden elde ettikleri yanılgısını yaratsa da Osmanlı döneminin sonlarındaki kadın hareketi sahnedeki yerini çoktan almıştı. 1870’lerden itibaren Osmanlı kadınları batıyla ilişki içinde birtakım hak taleplerinde bulundular: eğitim hakkı, çok eşli evliliğinin sona ermesine yönelik talep, söz söyleme hakkı, aile içinde saygı görme, çalışma gibi haklar dillendirilmeye başlanmıştı. Bu dönemde kadınlar kendi dergilerini çıkarmaya, kendi isimlerini kullanarak kendi romanlarını yazmaya, erkeklerle tartışmalara girmeye ve dernekler kurmaya başlamışlardı. Osmanlı’nın son dönemlerinde askeri ve devlet alanında birtakım reformlar yapılsa da Tanzimat (1839-1876) gibi, kadınlara yönelik reformlar konusunda erkekler son derece tutucuydular. Kadınlar ise onları bu tavırlarından dolayı eleştiriyorlardı.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde kadın mücadelesi daha bir güçlendi. Kadın derneklerinin sayısında artış oldu. Jön Türklerin yönetimi altında kadınlar üniversitede okuma, memur olma, işçi olarak fabrikalarda çalışma haklarını elde ettiler. 1917 yılında Rus Devrimi’nin de etkisiyle Müslüman dünyasında ilk defa 1917 Aile Kararnamesi’yle çok eşliliğin kısıtlanması sağlandı ve kadınlar boşanma haklarından faydalanmaya başladılar. Oy hakkı da 1919 yıllarında talep edilmeye başlamıştı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra ‘Kadınlar Halk Fıkrası’ adında siyasi bir parti kurmak istediler ancak sadece Türk Kadınlar Birliği adı altında bir dernek kurmalarına izin verildi. Bu dernek sayesinde Osmanlı döneminde başlanan mücadele devam etmiş oluyordu. Cumhuriyet’in ilk yılları tek parti yönetiminin egemen olduğu bir siyasi dönemdi. 1926’da medeni haklarına ve 1930 ile 1934 yıllarında seçme ve seçilme haklarına kavuşan kadınlar diğer örgütlerin yaşadığı kısıtlamalardan paylarını aldılar ve 1935’te derneklerini kapatmak zorunda bırakıldılar. Ancak oy haklarını kazanmış ve TBMM’ye ilk kadın milletvekilini vermişlerdi. Bu dönemden sonra ancak 1975 yıllarında solun biraz daha güçlenmesi ile kadın hareketi sınıf mücadelesi içerisinde yerini aldı. 1980’lere gelindiğinde ise yeni bir kadın hareketi yani feminist hareketin ikinci dalgası sahneye çıktı. Türkiye’deki kadın mücadelesi sayesinde pek çok kazanımlar edinilmişti: bunlar arasında medeni kanununda reformların yapılması, aile içi şiddete karşı kadın sığınma yerlerinin kurulmasının gündeme getirilmesi, aile içi şiddet, tecavüz, bekaret kontrolü, cinsel taciz, namus cinayetleri gibi konuları tartıştırması vardır. Dolayısıyla kadınların uzun bir mücadele tarihi içerisinde kazandıkları bu kazanımlar sözleşmede yer almayan birtakım söylemlerle reddedilemez. Bu Türkiye’deki kadın mücadelesine ve Türkiye demokrasisine ve hukuk sistemine bir darbe daha vurmak olacaktır.
AKP’nin entelektüellerinin İnsan ve Kadın Düşmanlığı
5 Ağustos 2020 Çarşamba günü İstanbul’da yapılan eylemde kadınlar şu sloganlarla endişelerini dile getiriyorlardı: “İstanbul Sözleşmesi kadınların kanından doğar” ve “Kadın cinayetlerine izin vermeyeceğiz.” İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmaların ortaya çıkmasının nedenlerinden biri son birkaç ayda ülkede aile içi şiddet davalarındaki hızlı artıştır. Bu şiddet olayları bilhassa AKP hükümeti döneminde daha fazla arttı. 2012 yılından beri kadına karşı şiddette artış var ve koruma kararı verilen davaların sayısı 1 milyon 608 bin 657’dir. Şiddete maruz kalan kadınların oranı %39,3 idi. 2020’de Türkiye’de 235 kadın öldürüldü. “Aktivist raporlarına göre, 2019’da aile içi şiddet vakalarında 417 kişi öldü.”
Burada sözleşmeden neden çıkılmak istendiğine vurgu yapmak önemli. Sözleşmeden çıkmak isteyenler geleneksel değerlerle ve aile yapısıyla örtüşmediğini ileri sürmekteler. Ayrıca sözleşmenin LGBT yaşam biçimini destekliğini iddia etmekteler. Bunlar arasında AKP’nin organik entelektüelleri de var. AKP genel başkanı Numan Kurtulmuş sözleşmeden çıkabiliriz diyor. Ona göre bu sözleşmedeki temel sorun toplumsal cinsiyet meselesi ve cinsel yönelim meselesidir. Ayrıca onun açısından bu sözleşme “LGBT gibi marjinal unsurları” desteklemekte ve onlara faaliyet alanı açmaktadır. Kurtulmuş aileye zarar verici olduğuna dair endişelerin olduğunu da sözlerine ekliyor. Oysa sözleşmede özel olarak LGBT bireylere ilişkin herhangi bir madde veya ibare bulunmamakta. Ama toplumun geri hassasiyetlerini kaşıyarak sözleşmeyi değersizleştirmeye çalışıyorlar. Sözleşme kadına yönelik sistematik şiddete vurgu yaparken devletin kadın düşmanlığına karşı önlemler almasındaki rolüne dikkat çekiyor. Bununla birlikte, AKP’nin kadına yönelik şiddete yaklaşımı, genel olarak siyasi tutumlarını temsil eden kadın düşmanlığı yönüne dayanmaktadır. Onların siyasi tutumları insan-düşmanlığına dayanır.
Abdurrahman Dilipak’ın içinde bulunduğu aşırı-insan-kadın-düşmanı Türkiye Düşünce Platformu da Numan Kurtulmuş ile aynı fikirde. Ona göre “Biz kendi değerlerimiz açısından böyle bir sözleşmenin insan haklarına da temelde Allah’ın rızasına da uygun olmadığı, yine insan hakları açısından bir aldatmacanın söz konusu olduğunu, kaş yapayım derken göz çıkartan bir sözleşme olduğun düşünüyoruz. Eğer yeni bir sözleşme yapılacaksa bunun ahlaki temellerinin uluslararası boyutta sadece siyasi aktörler ya da belli lobilerin gölgelediği bir ortamda değil, daha özgür ortamda tartışılması lazım. Hem de bugünkü tecrübeler de üzerine binerek yeni bir sözleşme de mümkün.” Bu konuşmadan anlaşılacağı gibi, Sözleşme’nin neden insan haklarına bile aykırı olduğu, Sözleşme’nin neden değiştirilmesi gerektiği hakkında hiçbir şey söylemiyor! Ayrıca Kadın Dernekleri Federasyonu, İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasında ciddi tıkanıklıkların olduğunu 2018’de dile getirmişti zaten.
İstanbul Sözleşmesi’nin varlığının şiddeti artırdığı ayrıca iddia ediliyor. Ancak kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin artışına baktığımızda AKP ile başlayan bir yükselişin olduğunu görürüz. Burada Sözleşme’nin şiddeti artırdığının sanılmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi Sözleşme’nin uygulanması kadınların kendi haklarını korumalarına izin verdiği için şiddetin yaşandığı davalarla görünür kılınmıştır. Bu da şiddetin varlığını gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi şiddeti artırmamış tersine boyutunu görünür kılmaya yardımcı olmuştur. Diğer nedeni ise AKP’nin siyaset yapma biçimi ve dilidir. Yani şiddetin artması ve bu kadar çok görünür kılınması AKP’nin siyaset yapma biçiminde aranmalıdır. Şiddet, hakaret, aşağılama dili kullanan bir siyaset, kendisi gibi olanlara güç vermiş ve şiddet daha kolay dillenir hale olmuştur. Bunun somut örneklerini bulmak zor değildir. 2014 yılında dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç “kadın herkesin içerisinde kahkaha atmayacak” diyebilmiştir. Cumhurbaşkanı R. T. Erdogan “kadın ve erkek eşit olamaz. Fıtratına aykırıdır” diye konuşma yapmıştır. AKP’li Uğur Işılak “kadının fıtratında köle olmak var” şeklinde bir televizyon programında konuşmuştu. AKP’li ve zamanın TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Sefer Üstün şöyle diyebilmişti: “Tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmasın. Tecavüzcü kürtaj yaptıran kurbanından daha masumdur.” Bir zamanlar sağlık bakanı olmuş AKP’li Mehmet Müezzinoğlu, kadınlar için tek kariyerin annelik olduğunu çok rahat belirtebiliyordu. Başka bir AKP’li, Türk kadınının evinin süsü olduğunu ifade edebiliyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu örnekler bir yandan AKP’nin kadın düşmanı siyasetine örnek teşkil ederken aynı zamanda şiddetin toplum nezdinde meşrulaşmasına da zemin hazırlamaktadır. Bir hukuk mezunu olan Sefer Üstün, AKP’nin organik entelektüeli olarak toplumdaki kadına yönelik şiddetin tırmanmasında eril söylemin güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamış olacaktır.
Darbe girişiminin sonucunda kadına yönelik şiddet konusunda eğitimli polislerin işinden edilmesi kadınları daha çok mağdur etmiş ve kadın davaları darbe dosyalarının altında kalmıştır. Şiddete uğradığını dile getiren kadınlar darbe dosyalarının çokluğu yüzünden geri çevrilmiştir. Bütün bunlar düşünüldüğünde soru şu olacaktır: İstanbul Sözleşmesi mi yoksa AKP’nin kadına, aileye, topluma, çocuğa ve suçluya dair politikaları mı şiddeti artırıcı rol oynuyor?
Elbette sadece AKP değil ama işbirlikçisi aşırı milliyetçi parti MHP de kadın düşmanlığıyla sözleşmeye karşıdır. Kadının sadece hizmet eden bir varlık olarak görülmesi kadının bir insan olarak görülüp görülmediğini de sorgulatmaktadır. İnsan düşmanlığı bu totaliter yapılara doğru evrilen sistemlerin özelliği olduğu gibi kadın düşmanlığı da ilerici girişimlerin göstergesi olan kadın mücadelesini hedef alacaktır. Bu sözleşme sadece kadını değil ama aile içindeki her türlü şiddeti önlemeye ve mağdurlarını korumaya çalışmaktayken, AKP ve işbirlikçisi MHP kendi siyasetleriyle çocuk istismarlarına kapı aralayan ve şiddeti tetikleyen yasalara izin veriyor. Dolayısıyla şiddete uğrayan veya cinsel istismar mağduru kız ve erkek çocuklar da bu uluslararası sözleşme ile koruma altına alınmış oluyor aslında. Bu Sözleşme önemlidir, çünkü AKP’nin insan haklarını ihlal edebilecek bazı yasaları uygulamaya yönelik politikalarının önünde bir engel teşkil edecektir uygulandığı takdirde.
Hala umudumuz var (mı)!?…
“İstanbul Sözleşmesi yaşatır.”
Karamsar olmak için birçok sebep var: COVID-19, ekonomik kriz, otoriter, muhafazakâr, gerici ve ataerkil zihniyetin artışı, siyasi ve toplumsal baskı, ırkçılık, göçmen sorunu, şiddetin yükselişi, bireycilik, bireyin toplumdan ve diğer bireylerden yabancılaşması ve izolasyonu, psikolojik sorunların artışı, aile krizi, eski ve geleneksel değerlere inancın yitirilmesi veya krizi vb. fakat ayrıca bu kötülüklere karşı birtakım mücadeleler kavgalar da var. Bu mücadeleler arasında kadınlarınkinden bahsetmeye değer. Kapitalist ve ataerkil sistemin neden kadın düşmanı olduğu anlaşılabilir bir şey. Tereddüt etmeden, kapitalist sistemin kesinlikle insan düşmanı bir sistem olduğu kadar kadın düşmanı da olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda, dünyanın farklı bölgelerinde kadın mücadelesi özellikle artmıştır. Bu bölgelerden biri Türkiye’dir. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılma talebiyle, polis baskılarına ve saldırılara rağmen meydanlar kadınlarla dolup taşmıştır. Polis kadınları gözaltına alsa da, İstanbul Sözleşmesi için mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerdir. Türkiye’nin her yerinde polis onları engellemeye çalışsa da broşürler dağıtılıyor ve her yere “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganıyla posterler asılıyor. Kadınlar neredeyse her gün İstanbul’un farklı bölgelerinde bir gösteri düzenliyorlar.
Buna ek olarak, sermaye çevreleri de İstanbul Sözleşmesi’ne verdiği desteği vurgulamaktadır. Örneğin, Sabancı Vakfı ve Borusan Holding, Sözleşme’nin erkekler ve kadınlar arasındaki eşitliği vurguladığı için önemli olduğunu açıkladılar. Sabancı Vakfı medya paylaşımında şunları yazdı: “Başka Pınar Gültekin’lerin öldürülmemesi için İstanbul Sözleşmesi etkin bir şekilde uygulanmalıdır.”
Bir başka ilginç karşı çıkış ise, evlilik töreninde İstanbul Sözleşmesi’ni evlilik cüzdanı ile birlikte vermeye başlayan Eskişehir Odunpazarı Belediyesi’nden geliyor. Belediye başkanı desteğini şu sözlerle dile getirdi: “İstanbul Sözleşmesi kadınların yaşam güvencesidir, kadın-erkek eşitliğini tam anlamıyla sağlayacak politikaların geliştirilmesi konusunda yol gösterir.” Sadece bu belediye değil, başkaları da İstanbul Sözleşmesi’ne desteklerini farklı biçimlerde gösterdiler. Örneğin, Bolu Belediyesi, Bolu Kadın Platformu ile birlikte gündemde olan İstanbul Sözleşmesi’ne destek verdi. Bunu belediyenin astığı afişlerle dile getirdiler. Bu gösteriler ve desteklerin kurumsal düzeyde gelmesi çok önemli ve anlamlı. Bu sadece kadın dernekleri ve sivil toplum kuruluşlarının değil aynı zamanda kamusal ve kurumsal düzeyde de ciddi bir desteğin olduğunu gösterir. Ayrıca çıkma girişimlerinin ne kadar tehlikeli olduğunun duyurulmasında etkili bir yol olacaktır.
Bir yandan, insan olmaktan muzdarip olanlar, diğer yandan insanlara ve topluma umut vermeye devam edenler var. İkincisinin mücadelesi insanlığa inanmak için çok elzemdir.
* Bu makaleye değerli katkılarından ve eşsiz yorumlarından dolayı Serap Kıral’a teşekkürü bir borç bilirim. (SEVGİ DOĞAN - SENDİKA.ORG)