Bununla birlikte kadın mücadelesinin dünyayı sarsan niteliği de göz önüne alındığında, halkın özneleştiği bir siyasal alan önemli bir olasıl...
Bununla birlikte kadın mücadelesinin dünyayı sarsan niteliği de göz önüne alındığında, halkın özneleştiği bir siyasal alan önemli bir olasılık olarak beliriyor. İşçiler, emekçiler, halklar ve kadınlar belirlenen alanın dışındaki alana giden bu yolda beraberce yürümeye devam ettiği taktirde “önemli” olasılık “güçlü” olana evrilebilecek ve kanayan ortak yaralarımız uzun zamandır beklediği ilaca kavuşacaktır...
Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesinin ardından, özellikle sosyal medyaya çığ gibi düşen görüntüler çoğu insanda “şok etkisi” yarattı. Kimi zaman acı pornografisine kimi zaman “sahip olduğumuz” haklara şükretmeye dönüşen izleme seansları, Susan Sontag’ın[1] da belirttiği üzere, politik bilincimiz ve ufkumuza dair önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu tartışmaların gerek içeriği gerekse de çizdiği sınırlar, akla uçaktan düşerek can veren iki Afgan’ın tutunduğu kanatlarda yazan şu cümleyi getirdi: “Do Not Walk Outside This Area”, yani “Bu Alanın Dışında Yürüme”. Peki bu “alanın” içerisi ve dışarısı bizler için ne ifade ediyor?
Kadınlar “Endişeli” Değil
Taliban’ın iktidarı almasıyla haklarında “endişelenilen” ilk kesim kadınlar oldu. Daha önceki Taliban deneyiminde kadınların zorla burka giydirilme, taşlanarak öldürülme gibi uygulamalara maruz bırakılmaları bir yönüyle bu “endişelerin” haklı olduğunu gösteriyor. Fakat son yıllarda dünya çapında yeri göğü inleten, Lübnan’dan Türkiye’ye, İran’dan Şili’ye halk isyanlarının öncülüğünü de yapan kadınların yan yana gelişinden doğan gücü, bu “endişelerden” büyük olduğunu ortaya koydu, koymaya devam ediyor. Öyle ki Taliban yaptığı ilk açıklamaların neredeyse tamamında kadınlara uygulayacağı “olumlu” politikalardan bahsetmek zorunda kaldı. Nitekim kadınlar ilk günden Kabil sokaklarına dökülerek, eli silahlı Taliban erkeklerinin çaresizce kadınların sloganlarını dinlemelerini sağladı. Buna ek olarak Afganistan’ın kuzeyinde kadınlar Taliban’a karşı öz savunma için silahlandılar. Başta İran ve Türkiye’de olmak üzere Afganistanlı kadınlara destek için kadınlar sokaklara çıkarak mücadelelerinin ve dayanışmalarının büyüklüğünü açıkça gösterdiler.
Öte yandan endişeliler ise kadınların Taliban’ın ilk iktidarı dönemindeki görüntüleri yayarak oluşturdukları izleme seanslarını öne çıkarmayı tercih ettiler. Bu izleme tercihi, beraberinde ülkemizde kadınların sahip oldukları haklara “şükretmeleri” ve Afganistanlı kadınların Taliban’dan “kurtarılması” için “her türlü” dış müdahalenin yapılması gibi siyasi tercihleri de getirmiş durumda. Kadınların özne olmadığı bir siyasi “alanı” tanımlayan bu tercih, kadınların on yıllardır sürdürdüğü mücadeleyi hiçe sayarak erkek egemen bakışı yeniden üretmekle kalmıyor, tanımlanmayan “dış müdahale” kavramıyla halkın özne olduğu mücadeleyi de hiç sayarak “elitist” bakışı yeniden üretiyor. Ve üretilen bu alan akla en uygun seçenek haline getirilirken, alanın dışında olmak “aptallık” ya da hayalcilikle suçlanıyor. Fakat hangi seçeneğin gerçekçi olduğunu ve kadınların “yararına” olduğunu “alanın” dışında mücadele ederek eli silahlı Taliban erkeklerini çaresiz bırakan kadınlar dosta düşmana gösteriyor. Dolayısıyla alanın dışında yürüyen kadınlar, “endişeli” olmaktansa öfkeli ve örgütlü olmak gerektiğini bir kez daha öğretiyorlar.
“Farklılar” Ama “Aynılar”
Bir diğer tartışma konusu ise Afganistan’a yönelik dış müdahale. ABD işgaliyle birlikte Afganistan’a az da olsa demokrasinin getirilmesi, Afgan halkının “medeniyet” ile buluşturulması Taliban gibi “orta çağdan” kalma bir rejime tercih edilmekte. Afganistan’da kitlesel solun bulunmaması, SSCB gibi alternatif bir küresel gücün olmaması gibi nedenler de Afgan halkının yararı ve Taliban gibi “gericilerin” ezilmesi için ABD’nin (ve tabii batının) orada bulunması gerektiğini ileri sürmekte. Fakat ABD işgali süresince Afganistan’a ne demokrasinin ne de medeniyetin geldiği somut gerçeklerle ortada. “Demokratik” seçimle[2] gelen Cumhurbaşkanı Eşref Gani, kaçarken halkın parasını kaçırmakta hiçbir beis görmedi. “Medenileşme” sürecinde ise, Tarık Ali’nin gösterdiği üzere[3], halk yoksulluktan kurtulmadı, Afganistan’ın küresel eroin pazarındaki payı yüzde 90’a çıktı. ABD’nin “medeniyeti” orta çağdan farklı mı?
Bu düşüncenin tam tersi ise (Perinçek’te somutlaştığı üzere) emperyalistleri yenen her gücün meşru olduğu ve desteklenmesi gerektiği düşüncesi. SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD’nin imparatorluğunu ilan edip ilk hamlesini yaptığı Afganistan’dan çekilmesi, elbette emperyalizmin bir yenilgisi olarak tarihe yazılmalıdır. Fakat bu yenilgiyi Taliban’ın hanesine yazarak onu anti-emperyalist ve “yurtsever” ilan etmek, en hafif ifadeyle “ahmaklık” değilse siyasal bir hezeyan içinde olunduğunu gösteriyor. Ve bu siyasal hezeyana yol açan bakış, kapitalizmin içinde bulunduğu ve giderek derinleşen yapısal krizini görmezden geliyor.
Yerkürenin her tarafına yayılan kapitalizmin yaşadığı kriz, küresel sermayenin merkezi olan ABD’nin dünyadaki hegemonyasını sarsmayı sürdürüyor. Sarsılan hegemonya başta Çin olmak üzere diğer küresel güç adaylarının önünü açıyor, krizi daha da derinleştiriyor. Bundan dolayı ABD, hâlâ en güçlü olsa da azalan gücünü verimli kullanarak hegemonyasını sürdürme çabasında.[4]
Tekrarlamak gerekir ki ABD’nin gücünün azalmasında kapitalizmin krizi esas öğe olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında işçilerin, emekçilerin ve halkların “ufak” olarak görülen mücadelelerinin payı büyüktür. Dolayısıyla ABD’nin yenilgisinin derinlerinde yatan bu sebebi görmeyip, Kabil’e girmeden küresel sermayeye gülücük saçan, Çin sermayesiyle anlaşmaya varan Taliban’ı “anti-emperyalist” görmek siyasal hezeyan değildir de nedir?
Alan Dışına Yürümek
Bu iki “farklı” bakış açısının da aslında “ortak” bir alanda buluştuğu görülüyor. Bu ortak “alana” göre Afganistan’daki durum (ve genel olarak dünyadaki herhangi bir durum) esas olarak dış özne tarafından belirleniyor ve iç özneler de dış özne/ler tarafından belirleniyorlar. Ve ancak bu belirlenmiş halleriyle de kısmen belirleyici oluyorlar.[5] Dolayısıyla Afgan halkı özelinde, ama genel olarak işçilerin, emekçilerin ve halkların belirleyici özne olabilme ihtimalleri yok sayılıyor. Yok sayan bakış açısı, aslında izlenen siyasal hattın da dış özne, yani ABD, tarafından belirlendiğini gösteriyor. Böylece iki “farklı” bakış açısı, kapitalizm ve emperyalizmin ufkuyla sınırlanmış bir “alan” içerisinde bulunuyor.
Hâlbuki dünyanın dört bir yanında son yıllarda gerçekleşen halkçı direnişler ve özellikle Orta Doğu’da uç veren yoksulların mücadelesi ufkumuzu kapitalizmin ötesine taşımamız gerektiğini açıkça söylüyor. Son 4 yıla bakıp da Orta Doğu’nun neredeyse her ülkesinde yoksulların sokaklara indiğini hatırladığımızda, bu ufkun “hayale” değil çok berrak bir gerçekliğe dayandığı ortada duruyor. Ve bu sokağa iniş, sanılanın aksine bölge halklarının yıllardır izlediği siyasal hattın artık dini saikle değil, sınıfsal saiklerin tohumunu barındırdığına işaret ediyor. Bununla birlikte kadın mücadelesinin dünyayı sarsan niteliği de göz önüne alındığında, halkın özneleştiği bir siyasal alan önemli bir olasılık olarak beliriyor. İşçiler, emekçiler, halklar ve kadınlar belirlenen alanın dışındaki alana giden bu yolda beraberce yürümeye devam ettiği taktirde “önemli” olasılık “güçlü” olana evrilebilecek ve kanayan ortak yaralarımız uzun zamandır beklediği ilaca kavuşacaktır.
Turgut Uyar’ın dediği gibi:
“El ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen,
Benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar.” (CANER MALATYA - EL YAZMALARI.COM)
[1] “Fotoğraftan ahlaki olarak etkilenmeyi belirleyen şey politik bilinçtir” der Susan Sontag.
[2] 2019’daki seçimde geçerli oy oranının yüzde 18,87 olduğunu hatırlatalım. Bkz: https://en.wikipedia.org/wiki/2019_Afghan_presidential_election
[3] https://elyazmalari.com/2021/08/18/afganistandaki-bozgun-tarik-ali/
[4] https://elyazmalari.com/2021/08/09/yine-ve-yeniden-afganistan/
[5] Taliban’ın “anti-emperyalist” olmasının ABD dolayımıyla belirlendiğini belirtelim.
Hiç yorum yok