Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Erkek egemenliğinin ruhu özel mülkiyettir

Orta çağın sonuna doğru (burjuva sınıfı erkeklerinin) elinde gelişmekte olan sanayi sermayesinin hızla artan işgücü ihtiyacı, toprağa zincir...


Orta çağın sonuna doğru (burjuva sınıfı erkeklerinin) elinde gelişmekte olan sanayi sermayesinin hızla artan işgücü ihtiyacı, toprağa zincirlenmiş emekçileri “özgürleştirme”yi feodal sisteme dayatırken, hukuk da dinin egemenliğine karşı bayrak açıyor, “yasalar önünde eşitlik” ve “özgürlük” vaat ediyordu.

Dinden kurtulan hukuk “Akıl”ın öncülüğünde, “Sosyal Sözleşme” teorilerinin elleri üstünde gökyüzüne yükselirken çağın idealist hukukçularından Montesquieu olup biteni tek cümlede özetleyiverdi: “Kanunların ruhu özel mülkiyettir”. (Kanunların Ruhu Üzerine)

Özel mülkiyeti mutlak bir veri olarak alan Montesquieu, aklı ve ahlakı rehber edinerek her toplumsal konu hakkında idealist dünyasında kurguladığı “olması gereken” kanunlar önerirken, Sosyal Sözleşmenin öncüsü olan J. J. Rousseau’nun feodal despotluğa karşı şu meşhur cümlesi tarihe yazıldı: “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur”. (Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukukunun İlkeleri, sf. 57)

“Toplum düzeni kutsal bir haktır” diye devam eder Rousseau “ve tüm öteki hakların temelidir; bununla birlikte bu hakkın kökeni doğa değildir, sözleşmelere dayanır bu hak. Mesele bu sözleşmeleri bilmektir” diyerek tamamlar. Eserinin “Mülkiyet Üzerine” başlıklı bölümünde hak kavramının mülkiyet ile ilişkisini kurar: “…Her insanın kendisi için gerekli olan her şey üzerinde doğal hakkı vardır; ama onu herhangi bir mülkün sahibi yapan sözleşme geri kalan şeylerin sahipliğinin dışında bırakır; payını almıştır ve o sınırlar içinde kalmak zorundadır, topluluktan isteyebileceği başka bir hakkı kalmamıştır.” (sf 73, bba)

Rousseau, insan-doğa ilişkisini tarihsel maddi gerçeklik dışında salt akıl yoluyla soyutlayıp “insan hakkı doğal”, “toplum düzeni kutsal” ama “kökeni doğa değil” dediğinde kurgu spekülatifleşir; çelişkiye düştüğü yerde sorunu tanrıya havale eder.

Sosyal sözleşmeci idealizmin temsilcilerinden olan Thomas Hobbes da kapitalist sistem bireyine ampirik gözlem düzeyinde bakar, felsefi-idealist dünyasında onu bencil-birey olarak kurgular ve insanın doğasına ve doğal kökenine de yapıştırıverir: “Herkesin herkesle savaşı …insan insanın kurdu…” Çözüm: insanı bu “doğa hali”nden kurtaracak olan “toplum sözleşmesi”dir, devlettir.

Örnekler çoğaltılabilir. Çağın tarihsel koşullarında feodal zincirler parçalanırken dinden de kurtulan bilinç, yeni dünyayı kendi dünyasının kurgusal soyutlamalarında aramaya başlar. İnsanı “doğa hali”nden de kurtarmaya soyunan hukuk-siyaset-devlet merkezli sosyal sözleşme teorisi, dönemin önde gelen burjuva idealist akımlarından biri olarak biçimlenir.

Burjuva idealizmin aynı kavşakta buluşan sağ ve “sol” biçimleri

Özel mülkiyetin uzlaşmaz çelişkili, bencil-bireyci ve çatışmacı karakteri, onu mutlak bir veri olarak alıp olumlayan burjuva-idealist akımları çelişkinin yönetilmesi sorunuyla/zorunluluğuyla karşı karşıya getirir. Yönetime dair tartışmalarda üç unsur öne çıkar: kurallar, düzen ve devlet. Çözüm yöntemleri idealisttir; tıpkı özel mülkiyetin gerçekliğinin ampirik gözlemle tespit edilip akıl yoluyla ona hukuki biçimler, sonsuzluklar, kutsallıklar kurgulanmasında olduğu gibi, devlet ve güvenlik gerçekliği de aynı gözlemle tespit edilir ve “olması gereken” devlet ve hukuk biçimleri “Akıl”a başvurularak kurgulanır. Akıl onlara, özel mülkiyetin “sınıflar üstü” egemen ve düzenleyici bir güç olmadan güvende olamayacağını, varlık sürdüremeyeceğini anlatır; çünkü özel mülk sahipleri sınıfının hemen yanı başında gittikçe büyüyen mülksüzleştirilenler sınıfının soluğu hissedilmektedir. Özel mülkiyete ve bireysel çıkarlara odaklanmış burjuva idealizmini yönlendiren o “Akıl”; özel mülkiyetin çoğunluğu mülksüzleştirerek kendini azınlık elinde var eden iktisadi hareket yasası ve bu yasanın her özel mülkiyet biçiminde (köleci, feodal, kapitalist) değişmeyen maddi gerçekliği karşısında dilsizdir; ama kurgusal dünya buna da bir çözüm bulur: “Herkese hakkını vermek lazım”.

Kapitalizmin yaklaşık 400 yıllık tarihi, “herkese hakkını verme”nin gerçek tarihidir; vahşi kapitalizm olarak tarihe geçen dönemin ardından, iki emperyalist-kapitalist paylaşım savaşında on milyonlarca insanı ölüme sürüklemenin tarihidir; her iki savaşın sonunda emperyalist dünyanın elinden söke söke alınan yeryüzü parçalarında kurulan sosyalist sistemleri boğmak için başvurulan her türlü şiddetin, entrikanın, ahlaksızlığın, iğrençliğin neoliberal biçimlere de dönüşerek devam eden tarihidir; dünyanın tüm yeraltı-yerüstü kaynaklarının ve üretim araçlarının, yani tüm biçimleriyle sermayenin %90’ının mülkiyet, kontrol ve iktisadi-siyasal denetiminin burjuva sınıfının ve erkeklerinin elinde toplanmasının tarihidir; kadınları seçme-seçilme, yasalar önünde eşitlik vb. haklardan iki yüzyıl boyunca yoksun bırakmanın tarihidir.

Burjuva idealist akımlar, Rousseau’nun cümlelerinde yer alan ve özel mülkiyet ekseninde kullanılan şu üç sözcüğü, özgürlük, hak ve sözleşmeyi birbirleriyle sadece dışsal ilişkileri olan, içerikleri ve ilişkileri akıl yoluyla belirlenebilir kavramlar olarak ele alırlar. Günümüz sol siyaseti de bu kavramları, ekonomik sistemden bağımsız birer siyasal hak biçimine dönüştürerek burjuva idealizmiyle aynı kavşakta buluşur: Özgürlük doğuştan gelen ve insan olmaktan kaynaklanan doğal bir haktır. Gerçek öyle midir diye sorarsanız idealizme özgü “olması gereken”lerle dolu yanıtlar alırsınız.[1]

İdealizmin, burjuva devrimleri çağındaki saflığı içinde kurguladığı “olması gereken”ler, aradan yaklaşık üç yüzyıl geçmesine rağmen olmadı, olamazdı. Tam tersine, o çağın idealistlerini mezarlarında ters döndürecek sonuçlar ortaya çıktı. Bugün hâlâ güncellenmiş yeni “olması gereken”ler vaat ederek kapitalizmi düzeltmeye çalışan, onu “tarihin sonu” ve sonsuzluğu ilan eden günümüz liberalleriyse kapitalizmin 20. yüzyıldaki yıkıcı sonuçlarıyla birlikte tarihsel gerçekliği, doğa ve insanbilimde yaşanan gelişmeler karşısında burjuva devrimleri çağının idealistleri kadar dürüst ve saf değiller. Montesquieu kanunların ruhunu doğru tespit etmişti çağının idealist saflığıyla. Ama kapitalizm, emperyalist aşamasında ürettiği faşizmi de yanına alarak, hukukla perdelenmiş şu gerçekliği defalarca vurdu insanlığın yüzüne: Savaşların, faşizmin, doğa yıkımının, sınıf ve erkek egemenliğinin ruhu da özel mülkiyettir.

Burjuva devrimlerinde sloganlaşan ve Anayasalara yerleşen “yasalar önünde eşitlik” hakkının kadınlar söz konusu olduğunda kanunlara yansımamasının nedeni ne tesadüf veya ihmal ne de erkeğin biyolojik ve fiziksel “üstünlüğü”dür; “kanunların ruhu”nun tarihsel gerçekliğidir. Kadınların burjuva devrimlerinin başlamasından itibaren yaklaşık iki yüzyıl sonra kendi mücadeleleriyle alabildikleri seçme ve seçilme hakkı, kanunların ruhuna hükmetme yetkisi açısından kritik öneme sahip bir haktı, çünkü nüfusun yarısı kadınlardan oluşuyordu. Oysa özel mülkiyet feodal-toprak biçiminden sermaye biçimine burjuva sınıfı erkeklerinin elinde dönüşüyor; bugün kadınların dilinde “erkek iktidar-erkek devlet-erkek yargı” vb. söylemlere de yol açan sınıf-erkek özdeşliği kapitalizm çağında da varlığını sürdürüyordu.

Ailenin ruhu da özel mülkiyettir

“Kanunların ruhu” ilk devletlerden bu yana, biçimleri dönemlere ve ülkelere göre değişen özü değişmeyen evlilik sözleşmelerinde kadını iki kez zincire vurur: 1- Devlet egemenliği, 2- Erkek egemenliği. Çünkü özel mülkiyet ve onun ruhu olan kanunları yapma yetkisi antikçağdan bugüne hala ezici bir ağırlıkla egemen sınıf-erkeğinin elinde ya da kontrolündedir.

Rousseau’nun ünlü cümlesine ve kökeni doğal olmayıp sözleşmeye dayanan toplumsal düzen kurgusuna uygarlığın şu iki tarihsel gerçekliğini ekleyebiliriz: 1- Uygarlığın başlamasından itibaren insan, kendi neslini yeniden üretmesinin (kadın-erkek ilişkisinin) ön şartı olan evlilik sözleşmeleriyle doğar; her sözleşme karşılıklı alınıp-satılabilen haklar ve ödevler ilişkisi olduğuna göre Montesquieu’nün o cümlesine de bir gönderme yapabiliriz: ailenin ruhu da özel mülkiyettir. 2- İnsanı hayvandan ayıran ilk tarihsel ve doğal gelişmenin, yani kendi geçim araçlarını kendi emeğiyle ve insan için üretme etkinliğinin ürünleri üzerindeki gerçek doğal hakkı, uygarlık çağında sözleşmelerle zincire vurulmuştur; meta ilişkisine gir(e)meyen bireyin yaşama şansı yoktur; emek de özel mülkiyete dönüşür.

İnsanın “doğa hali” idealizmin feminist fraksiyonlarında, ama bu kez cinsel-biyolojik doğal özellikler üzerinden kavramlar tasarlanarak ele alınır. Kadını ve erkeği ayrı ayrı “doğaya atılmış ve ona tutunmaya çalışan doğa-dışı doğa” olarak tasarlayıp felsefi kurgu geliştiren varoluşçu idealistlerden ve aynı zamanda feminizmin öncülerinden olan Simone de Beauvoir, Hobbes’in “Herkesin herkesle savaşı”nda içkin olan anlama benzer biçimde kadın ile erkek arasındaki doğal biyolojik ve fiziksel farklılıktan çatışma üretir ve “Her ikilik gibi cinsiyet ikiliğinin de bir çatışma biçiminde ortaya çıktığını” bu nedenle “üstünlük dayatmanın kaçınılmaz” olduğunu savunur (İkinci Cinsiyet, cilt 1, sf 32).

Beauvoir’ın açtığı yoldan yürüyen, “Temelini cinsellikten alan bir maddeci tarih görüşü” geliştirme iddiası taşıyan Smulamith Firestone, maddecilik iddiası taşımasına rağmen, çağının kapitalist toplumuna bakar, fiziksel olarak güçlü cinsin zayıfı ezdiğini, sömürdüğünü, üzerinde egemenlik kurduğunu amprik olarak gözlemler ve bu çatışmadan yola çıkarak insanın ruhsal-cinsel derinliklerinde doğal ve ezeli bir “egemenlik gereksinmesi” olduğu; toplumsal sınıfların, kadın üzerinde erkek egemenliğinin ve “biyolojik ailenin” bu doğa halinden kaynaklandığı sonucuna ulaşır; tüm tarihsel-toplumsal gerçekliği biyolojik cinsellikten elde ettiği sonuçlara göre açıklamaya girişir:

“Ekonominin altında yatan gerçekliğin ruhsal-cinsel olduğu varsayımı, diyalektik maddeci tarih görüşünü benimseyenlerce her zaman yadsınmıştır…”

“Henüz denenmemiş üçüncü bir yol daha vardır: Temelini cinsellikten alan bir maddeci tarih görüşü de geliştirilebilir…”

“…cinsel sınıf doğrudan doğruya biyolojik bir gereklilikten doğmuştur… Biyolojik aile kendi içinde eşit olmayan bir güç dağılımı taşır. Sonunda sınıfların doğmasına yol açan egemenlik gereksinmesi, her bireyin ruhsal-cinsel bakımdan bir temel dengesizliğe göre biçimlenmesinden doğar;…” (Cinselliğin Diyalektiği, Payel Yay. , sf. 17-19, bba)

Rousseau, Locke, Hobbes ile Beauvoir ve Firestone’un buluştukları ortak nokta: insanın “doğa hali” güçlünün zayıfı ezdiği bencil ve çıkar çatışmaları içinde gelişen eşitsiz, dolayısıyla toplumsal eşitsizliklerin de kaynağı olan bir durumdur. Beouvoir’ın (Firestone’un da katıldığı) kendi konusu kapsamında diğerlerinden ayrıldığı nokta, kadının erkek karşısındaki doğal zayıflığından dolayısıyla eşitsizlikten kurtulmasına fırsat sunan bir unsur olarak “teknolojinin erkeği kadından ayıran kas gücü farkını ortadan kaldıran” olanaklarına işaret etmesidir; ancak, teknolojinin kimin elinde (özel mülkiyetinde) nasıl kullanıldığı sorusu Beauvoir’ın görüş alanına girmez.

İnsanın doğuştan özgürlüğü doğası gereği “olması gereken” özgürlükse, toplumsal düzenin ve kadın-erkek eşitliğinin kökeni neden doğa olmasın? Ya da, doğa halinde “herkes herkesle savaşırken”, “erkek kadını fiziksel-biyolojik gücüyle ezerken” dilsiz olmadıklarına göre insanların konuşma yetileri ve bilinçleri, hem aynı topluluk içinde ortak dil hem de toplumsal-bireysel bilinç olarak nasıl gelişti? Birbirleriyle dövüşerek, güçlüler zayıfları ezerek mi yoksa birlikte üreterek mi? Ortak dili ve bilinci geliştiren dinamik, üretim faaliyetinden bağımsız mıydı? Eşitsizliğin nedeni fiziksel-biyolojik farklılıksa, “insani bakış açısı”nın kaynağı nedir?

Felsefi idealizm, insanı, dili, bilinci, üretim yeteneği vb. ile tamamlanmış doğal bir veri olarak ele alır. Oysa tarihsel materyalizm, insanı diğer tüm canlılardan ayıran türsel özelliklerini hangi doğa koşullarında nasıl bir gelişmenin sonucunda kazandığına odaklanır ve insanın evrimsel-tarihsel gerçekliğine doğa ve insan bilimin buluşları eşliğinde ışık düşürür. Felsefe bilimin itici gücü olabilir ama, kurgularını bilimin yerine koymamak kaydıyla.

İnsanın kökeni doğa ise onu doğanın başka bir organik parçası olan hayvandan ayıran nedir sorusu gündeme gelir ve çok çeşitli yanıtlar verilebilir. Ancak şurası kesindir ki, insan öncelikle kendi yaşam araçlarını üreterek ve üretim faaliyeti ile eş zamanlı ortak dil ve bilinç kazanarak evrim içinde hayvandan ayrılır. Ama bu özelliklerin gelişmesi toplumsal iletişimi, dolayısıyla topluluk halinde yaşamı zorunlu kılar.

Kadın soy zincirine dayanan ilk toplumsal düzen neyi gösterir?

Ortak dil, toplumsal-bireysel gelişen bilinç, başlangıçtaki çok eşli kadın-erkek ilişkileri ve kadın-soy zincirine dayanan ilk toplumsal düzen, evrimin bireysel değil topluluk halinde gerçekleştiğini gösteren en berrak ve bilimsel kanıtlardır.

Toplumsal düzenin kökeni insanın doğa içinde doğal evriminde oluşurken, bireyler sözleşmesiz ve hukuksuz doğarlar. Rousseau’nun iddiasının aksine tarihte ilk toplumsal düzen “hak” olarak biçimlenmediği gibi kökeni doğadır ve insanın hayvandan ayrılarak türselleşirken kazanmaya başladığı insanal öz gereği ve doğanın o aşamada kavrayabildiği sınırları içinde özgürdür. Onu zincire vuracak kanunların ruhu henüz “icat” edilmemiştir.

Toplumsal olan bireyde, bireysel olan toplumsalda; insan doğa ile ve aynı zamanda kendisi organik bir doğa olarak kendisiyle ve diğer bireylerle doğal-özsel ilişki içinde gelişir. İnsan bilimin dünyanın birçok yerinde tespit ettiği ilkel komünal toplumlardaki evrensel doğal eşitlik, işte tam da bu gelişme biçiminin doğal-zorunlu sonucu olarak ve bir toplumsal düzen dahilinde ortaya çıkar. İnsan, birbirinin kuyusunu kazarak, biyolojik-fiziksel gücü üstün olanların “egemenlik gereksinmesi” içgüdüsüyle zayıfları ezdiği çatışmalı bencil-bireysel ilişkiler içinde değil, birlikte üreterek, beden-dil-beyin (bilinç) organik bileşimini geliştirerek ve toplumsal düzen kurarak, topluluk halinde hayvandan ayrılır.

Geçim araçları üretimiyle başlayan insanal-toplumsal evrim ve üretimin koşulları; üretim-bölüşüm ilişkisinde ve diğer toplumsal ilişkilerde eşitsizliğe, “herkesin herkesle savaşına”, “insanın insanın kurdu olmasına”, “erkeğin kadına biyolojik-fiziksel üstünlük dayatmasına” evrimin bu aşamasında izin vermez:

“İnsanlar ilk olarak hayvanlar aleminden nasıl çıkarlarsa -dar anlamda-, tarihe öyle girerler: henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; sonuç olarak, hayvanlar kadar yoksul ve ancak onlar kadar üretken. O zaman varoluş koşullarında belli bir eşitlik, ve aile başkanları için bile, toplumsal konumda bir türlü eşitlik, -hiç değilse, daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tarımsal topluluklarında da devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur.” (Engels, Anti-Dühring, Sol yay. sf. 290-301)

İnsan, bu aşamada beliren doğası gereği doğarken özgür (sözleşmesiz) ve eşit doğar; çünkü kadının doğurganlığı özgür, toplumsal paylaşım eşittir. Özgürlük ve eşitlik doğal özdeşlik ilişkisi içinde gelişir.

Evrimin varlık sürdürmenin sınırlarında geçen ve emeğin artı-ürün üretmediği ya da çok az ürettiği aşamasında her birey çalışabileceği yaşa gelmesinden itibaren tüm zamanını yaşam araçlarını elde etmeye, yani zorunlu olarak üretime ayırmak zorundadır; dolayısıyla, biyolojik olarak özgür doğan insan yaşarken bu zorunluluğun zincirine vurulur. Özgürlük insanın tüm insanal özelliklerini doğa içinde serbestçe geliştirebileceği zaman ile özdeştir. Yaşamak için zorunlu üretim faaliyetine ayrılan zaman ne kadar kısalırsa, insanın özgürlüğü de o kadar genişler. Zorunlu üretim faaliyetine ayrılan zamanın azalması üretici güçlerin gelişme derecesine bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerle özgürlük arasında başlangıçta ve komünal aşama boyunca doğru orantılı bir ilişki vardır.

Zorunluluk ile özgürlük arasında, en yalın durumda, farklıların özdeşliği ilişkisi söz konusudur. İnsanın doğa (üretim faaliyetinin nesnel koşulları) ile ilişkisinin gelişme düzeyi ve biçimi, özgürlük ile zorunluluk arasındaki oranı belirler. Hayvandan dönüşümün başlangıcında zorunluluk ne kadar genişse özgürlük de o kadar dardır. Ancak ikisi arasındaki bu ters orantı, zorunluluk kavrandıkça, bilince çıkarıldıkça doğru orantıya dönüşür; özgürlük genişler:

“Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen Hegel oldu. Ona göre, özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘Zorunluluk ancak kavranmadığı ölçüde kördür’. Özgürlük doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanma olanağındadır. Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar, -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığına bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının metnini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar, her özel noktada, hayvanlar denli az özgür idiler …” (Engels, Anti-Dühring, sf. 202)

Geçim araçlarının üretimine dönük maddi eyleme odaklanarak baktığımızda, üretici güçler geliştikçe (insan doğayı çözüp ona egemen oldukça), her bireyin başlangıçta tam gün çalıştığı zaman kısalmaya, emek gücü artı-ürün elde etmeye, yaşam koşulları yavaş yavaş daha insanca biçime doğru gelişmeye başlar. Mağaranın yerini ağaç, taş vb. araçlardan oluşan konut alırken, hayvancılığın yanında tarımsal faaliyete geçilirken, taş aletlerin yerini önce bakır, daha sonra kalay, kalayla bakırın karışımından elde edilen tunç alır.[2]

Doğanın sunduğu hammaddeyi üretim aracına ve ürüne dönüştürmek yüzbinlerce yıla yayılsa da her keşif ve buluş bir sonrakinin önünü açar ve buluşlar arasındaki zaman aralığı giderek azalır. Bir yandan özgürlük alanı genişler ve zorunluluk alanı daralırken; öte yandan yeni zorunluluklar (örneğin nüfus artışı, iklim ve coğrafi koşulların değişmesi, belli bir kaynağın tükenmesi, üretimi daha verimli hale getirerek daha insanca yaşam arzusu vs.) ortaya çıkar ve kavranması için kendini dayatır. Özgürlük-zorunluluk ilişkisi sürekli değişerek ve kendini yeniden üreterek tarihsel ve doğal bir nitelik kazanır. Özgürlüğü genişledikçe insanal özellikleri de gelişen insan, varlık sürdürmenin ötesine geçip sanat ve kültür eserleri yanında dünyaya ve kendi varlığına dair fikir de üretmeye başlar.

Doğal eşitlik ve özgürlük içinde filizlenen ilk insanal özellikler toplumun tümünde ve tüm bireylerde toplumsal biçimde gelişir; bazı bireylere, belli bir toplum kesimine veya belli bir cinsiyete tanınmış bir ayrıcalık olarak değil. Birey özgürlüğünü komünal-toplumsal emek gücü sayesinde kazanırken, toplumsal emeğin organik bir parçası olan kendi emeği de diğer bireylerin özgürlüklerinde yansır. Bireysel özgürlük toplumsal özgürlüğün tekil organik bir parçası olarak gelişirken, aynı zamanda bu toplumsal yaşam biçimi bireysel özgürlüğün hem kaynağı hem de güvencesidir. Bu nedenle doğal özgürlük kullanılırken, her toplumun kendi içinde birey ile birey, birey ile toplum arasında ancak uzlaşır çelişkiler ortaya çıkabilir ve çatışmasız çözülür.

Gerçek özgürlük, emek ile emeğin nesnel koşulları arasındaki aracısız doğal ilişkide, yani doğal sahiplenmede gelişir. (AV. KAZIM BAYRAKTAR - SENDİKA.ORG)

Dipnotlar:

[1] Engels’in dediği gibi idealizm; “Bu, a priori yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini, onları nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenmek değil, ama nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntemin bir başka yönünden başka bir şey değildir. Önce, nesneden hareket ederek, nesnenin kavramı imal edilir; sonra, bütün ters çevrilir, ve nesne kopyasına, yani kavrama göre değerlendirilir. Kavram nesneyi değil, ama nesne kavramı örnek almalıdır.” (Engels, Anti-Dühring, sol yay. sf. 179)

[2] Taştan bakıra geçişin on binlerce yıl, bakırdan tuncun keşfine kadar geçen sürenin yaklaşık 4 bin yıl olduğu dikkate alındığında insanlaşma evriminin ne derecede zor, zahmetli ve uzun bir süreç olduğu, kendi geçim araçlarını üretirken ilk insanal özelliklerin hangi koşullarda nasıl kazanıldığı, komünal biçimin bu süreçteki zorunluluğu ve geliştirici rolü daha iyi anlaşılır.

Hiç yorum yok

EKONOMİ/PARA/PİYASA