Oyların çalınması, değiştirilmesi vb. gibi tartışmaları besleyecek yeterince veri henüz elimizde yok. Elimizde olan verilere baktığımızda da yüzde 5’lik farkı açıklayacak yaklaşık 3 milyon oyu kapsayacak kadar büyük kriminal bir şebeke/organizasyon ya da ağ da göremiyoruz. Dolayısıyla, bizim asıl yüzleşmemiz gereken şey, çalınan oylar değil, çalınmış olan toplum. İkinci turda umut az, iş çok, toplum ise bir ihtimal.
-I-
İktidar cephesi, hayat pahalılığı, diplomatik açmazlar ve deprem felaketi gibi pek çok başarısızlıkla büyütülmüş, muhtemelen bütün 22 yıllık hikayenin en zor anında, zorluklarına rağmen; birkaç reklam filmi (üstelik son derece başarısız), birkaç büyük miting, birkaç büyük vaad ama karada TOGG havada SİHA’larla yürütülen bir kampanya ile, bilhassa “fiyat-performans” bağlamında ele alındığında, tarihinin en başarılı seçimini gerçekleştirdi.
Peki bu sonuca nasıl gelindi.
Öncelikle, belli ki iktidar, bu seçim sistemine geçmeden önce, muhalefetin her cephesinin içine düşeceği aritmetik açmazları iyi çalışmış ve buraların tuzaklarından çıkan hafriyat ile kendisine yığınak yapmış. Zamanı geldiğinde infilak etmek üzere bir sürü ‘muhalifi’ içeriye sokmuş ve gene zamanı geldiğinde ortamı manipüle etmek üzere pek çok uzmanı başta CHP olmak üzere Millet İttifakı'na yerleştirmiş. Tabi, MİT ve İçişleri başta gelmek üzere, devletin bütün imkanlarının seferber edilmesi de ihmal edilmemiş.
Öte yandan, iktidar son 20 yılda artık iyice uzmanlaştığı oranda, bütün açmazların kilidini kendi tertibatı ve iktidar söylemine bağlamış. Örneğin, muhalefet cephesi, vitrindekiler ve söylemler bakımından, Türkiye’ye aslında 2002-12 arasındaki liberal muhafazakar AKP’nin Türkiye’sini vadetti ama AKP, muhalefeti, 2002-12 arası muhalefetin ‘ulusalcı’ söylemlerini İslamo-faşizm ile soslayarak yenmeyi başardı.
-II-
Seçimlere sonuçları itibariyle baktığımızda, en net görebildiğimiz, muhafazakar da olsa liberal demokratik söylemin ve kamucu politikaların değil; talancı iktisat ve fetihçi erkeklikle tahkim edilmiş milliyetçiliğin yükselmiş olduğudur.
Gene meclise giren Osman Gökçek, HÜDA-PAR ve YRP kadrolarına ve MHP’nin yüzde 10’luk oyuna baktığımızda, AKP ‘merkez’ siyasetin ortalaması konumuna yükselmiş görünmektedir. Sinan Oğan üzerinden biraz daha ince görmeye çalışırsak, Oğan’ın “Ne Hüda Par ne PKK” söylemine büyük bir tepkisellikle teveccüh gösteren yüzde 5’lik dip dalga, geride kalan yüzde 95’i “bedavaya gitmeyecek” bir siyasi pazarlığın rehinesi haline getirmiş görünmektedir.
MHP, YRP, Hüda-Par’ın milletvekilliği oylarına Sinan Oğan’ın yüzde 5’lik cumhurbaşkanlığı oylarını eklediğimizde yaklaşık yüzde 20’lik radikal milliyetçi ya da İslamo-faşist bir blok ile karşı karşıyayız.
CHP’nin sistemi çalışmadı, veri akmadı, AA çok kaka, oylar çalındı demek herhalde işin biraz kolay yanı. CHP’nin sosyal demokrat, YSP’nin radikal demokrat ve TİP’in oylarının sosyalist olduğunu varsaydığımız bir kombinasyonda solak oyların toplamı yüzde 35 civarında oluyor geri kalan yüzde 65 ise milliyetçi-muhafazakar laciverdin elli tonu.
(Bu ortamda, solun değişik formları, milliyetçi-muhafazakarmış gibi davranarak nereye varabilir, bu soruyu şimdilik askıda bırakıp devam edelim.)
-III-
Türkiye ilk defa 1994’te Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye başkanı seçildiği seçimlerde oy çalma vakaları ile tanıştı. Sonrasında seçim güvenliği ve çalınan oylar tartışması ve şayiası hiç bitmedi. Hatta kimi seçimlerde oyların değil, bizzat seçimlerin çalındığı söylendi. Fakat 2023 14 Mayıs seçimlerine sonuçları itibari ile baktığımızda, milliyetçilik ve İslamo-faşizmin çapı çevresinden büyük başarısının bize gösterdiği şey bir bütün olarak, artık oyların ve seçimlerin değil, bizzat toplumun çalındığıdır.
Toplum dediğimiz şey, eninde sonunda, birbirine muhtaç insanların, gene bu muhtaçlıklardan kaynaklı organik ya da mekanik bir şekilde bir arada durma ve bu mecburiyete saygı duyma hukuku etrafında kurulan kültür, gelenek ve teamüller etrafında inşa edilen bir şeydir. Bu bir arada durma haline örneğin Durkheim ya da Kropotkin gibi daha dayanışmacı bir yerden ya da Marx gibi daha çatışmacı bir yerden bakmak mümkün ama ister çatışma olsun ister dayanışma, öne çıkartılmaya çalışılan ya da önerilen şey, toplumun toplam çıkarının, bireyin âli çıkarlarından üstün olduğu ve ancak güçlü toplumların, güçlü bireyler yaratabileceğine ilişkindir.
Türkiye, bir süredir toplum olma özelliğini kaybetmiş bir memleket. Üstelik bu devletin sivil toplum diye yeşerttiği cemaatler ve milliyetçi oluşumlar aracılığı ile gerçekleştirilmiş bir durum. Bu durum tam olarak ne zaman başladı söylemek zor, belki 24 Ocak, belki 12 Eylül, belki 90’larda yaşanan büyük aydın kırımı ve cumhuriyetin kontrgerillalaşması, ya da hepsinin toplamının sonucu bu… Bunu tartışmanın artık pek bir önemi yok.
Bütün bu süreçler boyunca, yurttaşlık aracılığıyla değil ama bizzat yurttaşlığa hasımlıkla büyüyen ve aslında her manada önce ben anlamına gelen, buna imkan tanıyan bir “biz” söylemi büyütüldü. Ancak şu tarikatın ya da bu milliyetçi odağın bir üyesi olarak bir şey olunabileceği, bundan geri kalanların bir şey olmak bir yana, bizzat en yetkili ağızlardan öğrenildiği üzere “sosyal ölü” haline getirileceği öğretildi.
Dolayısıyla ister “çalıyorlar ama çalışıyorlar” söylemine sıkıştırılan ümmetçilik olsun isterse “hırsızlar mı, vatan hainleri mi” ikiliğine sıkıştırılan milliyetçilik olsun söz konusu olan şey milliyet ya da ümmetin âli çıkarları değil, hiyerarşide tuttuğu yer mesabesinde bir parsanın günü geldiğinde kendisine takdim edilmek üzere sessiz kalınmasından başka bir şey değil.
Ben seçimden önceki haftada yazmış olduğum yazılarda AKP’nin tutmaya çalıştığı oyların yüzde 30 civarında ve ümmet söylemi etrafında şekillenen bir ‘suç ortaklığı’ olduğunu yazmıştım ama Aziz Nesin’in düştüğüne benzer bir yanılgı itirafı ile birlikte rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu milliyetçi-mukaddesatçı söylem etrafında birleşen ortaklık tahmin ettiğimden daha büyükmüş, hali hazırda ellerini kirletmiş kitleye ek olarak, ellerini kirletmeye namzet yeni bir güruh varmış.
Öte yandan, özellikle faşizm ve milliyetçiliğin radikal formları söz konusu olduğunda, mesele belirli bir çıkar grubuna eklenmenin ötesine geçiyor.
Zira, tıpkı diğer radikalizmlerde olduğu gibi, faşizm ya da milliyetçilik dediğimiz ötekini yok etme üzerinden kurulan politik icraat ve dil basitçe politik bir hat olmanın ötesinde, bir arzudur. Kayzer Soze’nin sözleri ile söylersek, “üzerine başka hiçbir arzunun çıkamadığı, büyük arzu”.
Bu arzu, örneğin MHP’nin mitolojisi ve ikonografisinin etrafında şekillendiği (kurtlar, dağlar) gibi bir tür başıbozuk/başıboş, kanun ile kesintiye uğramayan, yabancıların sevilmediği, bir taşra epiği şeklinde yaşanır. Ya da tarikatların her durumda, birilerini tekfir etmesinin ardından, o birilerini dar’ül harp ilan ederek, sözü onların malına/canına/ırzına, üstelik esma-ül hüsnadan el-fettah namıyla, getirmeleri.
Tüm bu arzular dünyasının, talancı fütuhatın, üstelik büyük bir cezasızlık zırhıyla garanti altına alınmasının giderek genişlemesi. Zira, Türkiye’de cezasızlık, başlarda devlet için suç işleyenler için bilhassa Muğlalı olayından sonra, garanti altına alınmış bir ayrıcalıktı ama özellikle Çakıcı vakasından sonra bunun kapsamı büyük bir hızla genişletildi ve faşizm ile arzu arasında oldukça stratejik bir katman oluşturdu.
Dolayısıyla, güncel olarak karşı karşıya olduğumuz şey, insanların tanrıya, millete, TOGG’ların üretildiğine, İHA’ların çok maharetli olduğuna inanması gibi bir şey değil, Ötüken’deki asr-ı saadet ya da Türk’ün kudretli gücünün tanrı dağlarını eritmesi artık yoksul birkaç ülkücünün nostaljisi. Söz konusu olan şey, örneğin eski Ülkü Ocakları başkanını üstelik birkaç torbacıya öldürtüp, tüm bunları cezasız bırakacak bir güce yakın olmak, ya da birkaç ayda buharlaşan 128 milyar dolara ya da ülkenin kaynaklarını birkaç gecede sıfırlayabilen sindirim sistemine yakın olabilmek.
Tabii bu milliyetçilik ve İslamo-faşizm, kadınlar ve feministler karşısında gümüş kazık görmüş vampire döndüğü için, kadınların kilit altında tutulması, değillerse mümkün mertebe örtünmeleri, her fırsatta iffete davet edilmeleri en sevilen başlık ve buralar içinden geçmekte olduğumuz milliyetçi mukaddesatçılığın testosteron kokan çişleri ile kamusal alanda verdikleri çit(ş)leme mücadelesinden başka bir şey değil.
-IV-
Oyların çalınması, değiştirilmesi vb. gibi tartışmaları besleyecek yeterince veri henüz elimizde yok. Elimizde olan verilere baktığımızda da, yüzde 5’lik farkı açıklayacak yaklaşık 3 milyon oyu kapsayacak kadar büyük kriminal bir şebeke/organizasyon ya da ağ da göremiyoruz. Pazar gecesi, AA ve havuz medyasının oyları duyurma biçimi, bu muhayyel şebekenin varlığına kanıt olamaz; olsa olsa ihtiyat ve bu ihtiyatın, giderek muhalifleri bozguna uğratacak bir tuzağa dönüşmüş olması. Dolayısıyla, bizim asıl yüzleşmemiz gereken şey, çalınan oylar değil, çalınmış olan toplum.
İkinci turda umut az, iş çok, toplum ise bir ihtimal.
İlk bakışta bu yazdıklarım umutsuz şeyler olarak görülebilir, bilakis bu yazıyı Ümit Kıvanç’ın bugünkü yazısına bir derkenar olarak okunmasını isterim.
-V-
Seçimden önceki son yazımı “üste çıktım diye sevinme” diyerek bitirmiştim, bunu da dualı çayırların bakır yüzlü cazgırlarının sesiyle “alta düştüm diye yerinme” diyerek sonlandırıyorum… (OSMAN ÖZARSLAN - GAZETE DUVAR)