Haklı olarak Türkiye sosyalistleri seçim karşısındaki yenilginin nedenlerini ve kriz halinden çıkmanın yollarını tartışıyorlar.  Kim ne derse desin, muhalefetin mayıs yenilgisi, desteklesin desteklemesin solun hepsinin yenilgisidir.

Tıpış tıpış sandığa gitmek

Hepimiz seçimlerde muhalefetin kazanacağını umduk, kazanırsa iktidarı geri dönmezcesine yerleşemeden sendeletmiş, vakit kazanmış oluruz, dedik. Ama halkın gücüne değil, karşısında bu işin kompetanı varken, yenilgiciliğini tiksindirici vekil ve bakanlık kotaları pazarlığıyla telafi etmeye çalışan edilgen bir adamın kazanamayacağını unuttuk. Beş on benzemezli muhalefet kazansa ne değişir, bela ortadan kalkmaz, diye düşündük ama önemsemedik.

Ayaklarımız yere basmadan hayal ediyorduk, çünkü bağımsız özgücümüze ve eylemimize dayanmadığımız, kendimizi dalgalı denizde yılana sarılma psikolojisinden kurtaramamıştık. Kılıçdaroğlu’nun, “sol”un tarihte kaldığını ilan ettiğini, “Ülkücü kardeşlerim” lafını ağzından düşürmediğini, ırkçı faşistlere uzattığı elini başta demokratik Kürt hareketi olmak üzere kendinin solundakilerden esirgediğini bildiğimiz halde, görmezden geldik. Karşımızda, Ekmeleddin vakasından beri “tıpış tıpış sandığa gidecekler” şımarıklığıyla hareket eden bir aday olduğunu bile bile.

Ne var ki sosyalist hareket ilk defa yenilmiyor, yarım asırlık yenilgiler zincirine her dönemeçte bir yenisi ekleniyor. Bu sonuncusu da değil üstelik, bundan sonra da benzerlerini yaşayacağız. Adı konamamış bir faşizm varken, arkasından “demokrasi” ve yumuşama gelmeyeceği besbelli. Elbette rüzgâr hep böyle esmeyecek, gün gelip tersine dönecek, o ayrı bir başlık.

Kurtuluş işçi sınıfında, mücadelede, devrimde, iktidar perspektifinde… Krizden çıkmak, özeleştiri, işçi sınıfı, halka gitmek, sokağa inmek, birleşmek… İyi de yeni mi keşfediyoruz bunları, yıllardır söylendiği ve tekrar edilegeldiği halde neden hiçbir şey değişmedi ve değişmiyor?

Milat, 12 Eylül yenilgisidir

Eğer bir yenilgi ve özeleştiriden söz edilecekse, doğru olan üst üste yenilgi üreten ana eşikten başlamaktır. Milat, 71 devrimciliğinin tetiklediği dönüşümü on yıl geçmeden yarı yolda durduran 12 Eylül yenilgisidir. Olumlu yanların geri plana itilip, olumsuzlukların başat hale geldiği dönüm noktası buradadır.

Türkiye devrimci hareketinin tarihinde yaşadığı en ağır travma 12 Eylül 1980 ertesinde yaşandı. Yalnız bedenler ve psikolojiler üzerinde değil, ideolojik, siyasi, örgütsel ve pratik alanlarda da zelzele etkisi yarattı. Mübalağasız yüz binlerce insan devrime güvenini kaybetti, on binlercesi şu veya bu şekilde mücadelenin dışına düştü, bir o kadarı da geri adım atarak radikalizmini kaybetti. Gelinen noktadan bakılırsa yaşananların tarihsel bilincine varıldığı, yeterli ders çıkarıldığı söylenemez.

Zira, sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devam edildi. Yarı yasallık tam yasallıkla, dar devrimcilik sivil toplumculukla, mezhepçilik Mevlanacılıkla (“kim olursan ol gel”cilik) devşirildi. Radikal sol, ulusal ve liberal solun manyetik alanına girdi. Eski hatalar bu defa daha aleni, daha sistemli işlenmeye başladı. Sosyalist hareket egemen siyasetin icazet sınırlarını benimsedi ve eskiden yerli yersiz, gelişigüzel kullandığı etkili devrimci gelenekleri defterinden sildi. Sertler kırılıp kendi köşesine çekilirken, ılımlılar bukalemun gibi ortama ayak uydurdu. Eskiden radikallerin borusu öterdi, şimdi ılımlıların borusu ötüyor vs.

Özetle, 1990’lara, geçmişin köklü bir özeleştirisi temelinde yeni bir başlangıç yapılarak girilmesi gerekirken, tam tersine, devrimci hareketin yenilgisine sebep olan yanlış ve kusurlar sistematik hale getirilerek kötü bir giriş yapılmıştır.

Otuz yıldan beri sosyalist mahalle, boydan boya 12 Eylül yenilgisiyle düzlenip 1991 çöküşüyle berkitilmiş platformun çevrelediği saha üzerine inşa ediliyor. Sosyalistleri bugünkü atıl duruma getiren sebeplerin düğümlendiği odak burada aranmalıdır.

12 Eylül yenilgisiyle hâlâ yüzleşilmedi, neden yenildiğimizin bütünsel bir bilançosu çıkarılıp sahici özeleştirisi yapılmadı. Eğer yapılsaydı hem onu önceleyen yanlışlar hem de bu yanlışları son sınırına vardırarak bugün üzerinde konaklanan platformu hazırlayan depremlere dayanıksız gevşek zemin de etüt edilmiş olacaktı.

Yeni paradigma

Tekrar başa dönersek, 12 Eylül dövüşsüz, gereğince direnilmeden, hatta ringe çıkılmadan alınmış kötü bir yenilgiydi. Yasal, parlamentarist partiler darbeyle birlikte çöküp ilk günde bittiler. Dergiler etrafında örgütlenmiş yarı legal örgütler, görünüşte illegal gerçekte yarı yasal partiler de kısa sürede çökertildiler. Dövüşsüz yenilgi (“kötü yenilgi”, ne derseniz deyin) kökleri TKP’ye kadar uzanan tasfiyeci geçmişin bir sonucuydu, darbe ertesi döneme girilirken, bu, yeni moda olanlarla senteze sokularak bir üst aşamaya taşındı.

Ardışık dönemlerde kendilerini sosyalist, Marksist-Leninist olarak adlandıran örgütler, gruplar ve kişiler, yeniden yapılanmayı 12 Eylül öncesi hataların özeleştirisi üzerine kuracaklarına, tam tersini yapıp ihmal ve kusurlarının sistemleştirdiler. En soldakinden en sağdakine ortak özellikleri olan, partileri, gazeteleri, dergileri, dernekleri, siteleri kapatılırsa, yapacak bir şeyi olmayan yeni bir paradigmaydı.

Yenilgi ortamında üreyen teslimiyetçilik, ricatçılık, yasalcılık, reformizm, devrimci geleneklerden vazgeçme, mültecilik, Lenin’den Marx’a, Marx’tan ütopiklere rücu etme, yeni moda post-Marksist, postmodernist akımlarla yeniden şekillendirildi. 12 Eylül öncesine iyi kötü damgasını vuran devrimciliğin yerini, başatlık kazanan sivil toplumculuk, reformizm, parlamentarizm, liberal ve ulusal solculuk aldı. Canlı pratik gitti, kuru teori kaldı. Devrimci fedakârlık, adanmışlık, yoldaşlık, cesaret ve kahramanlık gitti; güzel konuşan, güzel yazan kürsü sosyalistleri geldi. Profesyonel devrimci gitti, her telden çalan aktivist geldi. Hülasa, bir adım bile atılmadan, iki adım geri atıldı.

Bu dönüşüm birdenbire olmadı tabii. Yeraltı dehlizlerinin kapısına sessiz sedasız kilit vuruldu. Önceki döneme damgasını vurmuş az çok devrimci örgütler yıllar süren iç tartışmalarla devrimci yönlerinden arındırıldı. Bugün hiçbiri, fazla beğenmesek bile ona da fit olacağımız darbe öncesi hallerinde değil. Neydi o 1990’lara damgasını vuran Kuruçeşme toplantıları, ÖDP tartışmaları? Bu yıllarda Türkiye sosyalistlerini temsil iddiasıyla öne çıkanların bir listesini çıkarın; geçmişiyle yüzleşmekten imtina etmiş, girdikleri bütün sınavlardan kırık not almış birey ve grupları elde edersiniz.

Hemen herkesi kucaklayan “aşkın ve devrimin partisi” ÖDP neden tutmayıp, başlangıcına rücu edip atomlarına ayrıldı? 12 Eylül’de ne yaptıkları ortada olanların devrim ve sosyalizm vaatlerine işçi sınıfı ya da ileri kitleler neden güvensindi? Onlar kendilerine güveniyorlar mıydı ki? Seçim ya da “kültürel hegemonya” odaklı ‘sosyalistler kulübü’ kimseye umut veremezdi, vermemeye de devam ediyor.

Nereden başlamalı?

“20. yüzyıl sosyalizmi” diye burun kıvrılıp, müzelik ilan edilen devrim yapan partilerin liderlerinin yazdıklarını ve tarihlerini okumanın zamanıdır. Ne yapılması gerektiği orada yazılıdır. Taklit edilsin, eskimiş formüller mekanik olarak tekrarlansın diyen varmış gibi, “20. yüzyıl sosyalizmi öldü” diye itiraz edilecektir hemen. Dogmatik değiliz; onda eksik ya da fazla olan, düzeltilmesi gereken neydi, aşağı yukarı biliniyor, tam bilinmiyorsa sosyal pratik öğretecektir. Zamanın değiştiğini, ortamın farklı olduğunu, çözülmemiş sorunların yolda çözüleceğini, dolayısıyla uzun bir yolculuğun başında bulunulduğunu yalnız sabırsızlar anlamak istemez.

Ama bu, Marx’tan, Lenin’den beri değişmeyen, kapitalizm/emperyalizm var oldukça geçerli, olmazsa olmaz bazı şeyler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Esas bunlar bir kenara atıldığı, unutulduğu, unutturulduğu için bu haldeyiz.

Öyle ise “nereden başlamalı” sorusunun cevabı bellidir: Aktivistlerden ve birkaç atımlık barutu olan devrimci maceracılardan değil, gerçek profesyonel devrimcilerden oluşan, kitabına kuralına göre örgütlenmiş, teorik olarak eğitimli nitelikli militanlardan oluşan taş gibi Bolşevik bir parti.

Böyle bir parti, 1980 öncesinin elli fraksiyona bölünmüşlüğünü arkada bırakacak, en geniş cephede birleştirilebilecek, devasa bir potansiyele sahip ve mutlaka birleştirilmesi gereken sosyalist grup ve aktivistlerin bir araya getirilmesiyle kurulamaz. Sosyalist tabiri ta yüzyılın başında eskimişti; komünist tabiri bile, başına takviye edici bir sıfat getirilmeden kullanılmıyor artık.

Gerçek devrimci bir harekete, yüklenici ve taşıyıcı aranıyorsa, onlar, yenile yenile her şeye eski gözlükle bakan ve geçmişin bütün kötü vasıflarını taşıyan eski kuşaklar değil; Cihan Tuğal’ın dediği gibi, “35 yaşın altındaki kuşağın yeni yüzleri” olacaktır ve olmalıdır. (YAŞAR AYAŞLI - SENDİKA.ORG)

Daha yeni Daha eski