Adına ne denirse densin, yabancı, muhacir, mübadil, soydaş, gurbetçi, göçmen, mülteci ya da sığınmacı, Türkiye’nin ilk yüzyılı her zaman göç hareketleri ve göçmen hikayeleriyle biçimlendi. Osmanlı’nın son döneminde kaybedilen topraklar ve yeni bir ülke kurulurken benimsenen nüfus politikalarıyla Anadolu coğrafyası yeni gelenler için hedef noktası oldu. Son otuz yılda ise, Türkiye hem göçmen üreten coğrafyaların hem de pek çok kişinin hayallerini süsleyen Avrupa’nın komşusu olarak, Doğu-Batı aksındaki göç güzergahlarının kesişim noktası oldu. Cumhuriyet’in ilk yüzyılını arkamızda bırakırken karşılaştığımız yeni sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğümüzü ve sorunları göz ardı etmemizi bir başarı olarak görmeyeceksek gerçekçi sosyal politikaları ve devlet-toplum ilişkisini -göçmenleri de içerecek bir şekilde- yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu anlamak için Tanzimat’tan günümüze kadar bu topraklara gelenler ile devletin göç politikaları arasındaki ilişkiyi anlamak ve bugün içinde bulunduğumuz durumun kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz.
TANZİMAT: KİMLİK POLİTİKALARININ MODERNLEŞMESİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu topraklar göç olgusuna yabancı bir yer değil. Örneğin Osmanlı Devleti’nde göç ve iskân meseleleri devletin yayılmacı ve korumacı politikalarının araçlarından biriydi. Hatta Osmanlı Devleti’nin ele geçirdiği yerlere öncü yerleşimcileri yerleştirdiği, Saray ya da Osmanlı bürokrasisi ile anlaşmazlık içerisindeki bazı grupları, aşiretleri ya da cemaatleri tedbir ya da sürgün olarak zorunlu iskâna ve yer değiştirmeye zorladığı, dış politika aracı olarak birçok farklı ülkeden mültecileri Osmanlı topraklarına kabul ettiği bilinmektedir.
Bilindiği üzere on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı Devleti için kritik dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdi. Büyük modernleşme hamleleri bu dönemde gerçekleşti. Osmanlı Milletler Sistemi denilen ve toplumun dini kimlikler etrafında bölümlenerek düzenlediği sosyal, siyasal, ekonomik ilişkilerin Tanzimat (1839) denilen süreçte yeniden düzenlenmesi, Osmanlı toplum yapısının siyasal elitler eliyle değiştirilmesi anlamına geliyordu. Devlet modernleşmenin gerekli olduğunu düşünüyor, devleti modernleştirmek istiyordu.
Bu dönemdeki kimlik politikalarının ana ekseni Osmanlı Devleti’nin uyruğu olan kişileri, daha doğrusu toplulukları, dini inançları ve aidiyetleri arasındaki farklar ne olursa olsun ortak ve eşit yurttaşlık ideali etrafında birleştirmekti. Bu idealin ne ölçüde gerçekleştiği tartışılabilir, ancak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin ideolojik çerçevelerinden birini, modern anlamda yurttaşlığı işaret etmesi bakımından önemli bir kırılmaydı.
On dokuzuncu yüzyıl, göç hareketleri bakımından da önemlidir. Bu dönemde Osmanlı topraklarına göç eden yeni Müslüman nüfusun iskânı ve entegrasyonu, ayrıca Müslüman olmayan Osmanlı yurttaşlarının eşit haklar mücadelesi eşzamanlı gelişti. Özellikle Rus Çarlığı ile yapılan savaşlardaki yenilgiler Çarlık egemenliğindeki bölgelerdeki Müslüman ve az sayıda da olsa Müslüman olmayan toplulukların Osmanlı topraklarına göç etmesi, yine benzer biçimde Balkan Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından oradan gelen göç dalgası Osmanlı Devleti’ni göçmenleri iskân etme konusunda birçok politika geliştirmeye zorlamıştı. Bunların başında da Anadolu’nun yeni iskân politikaları ile büyük ölçüde tarıma açılması, göçmenlerin tarımsal üretim ilişkilerine dahil edilmesi geliyordu.
Bu dönemdeki göç dalgaları Osmanlı toplumundaki demografik dengenin Müslümanlar lehine değişmesine neden oldu. Ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı döneminde, başta Ermeni kırımı olmak üzere, uygulanan iskân ve göç politikaları Osmanlı toplumunun demografisini radikal biçimde değiştirdi. 1885-1914 arası toplam nüfus içinde Müslüman nüfus yaklaşık yüzde 65 artarken Müslüman olmayan nüfus yaklaşık yüzde 34 azalmıştı. Bir bütün halinde bakıldığında, Cumhuriyet öncesi dönemde devletin nüfus politikalarını göç ve iskân politikalarıyla belirlediğini, bunu yaparken kimlikleri dikkate aldığını, bir tür kimlik mühendisliği yaparak sosyokültürel grupları sosyopolitik üniteler ve sıklıkla dost-düşman ikiliğine indirgeyerek değerlendirdiğini söyleyebiliriz.
Cumhuriyet döneminde göç politikalarının zihniyet formunun benzer biçimde devam ettiğini söylemek zor değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin göç ve iskâna yönelik politikaları ve göç yönetimi büyük ölçüde Osmanlı dönemindeki uygulamaların devamı niteliğindeydi. Anadolu’ya yönelik kitlesel göçlerin siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yapı üzerindeki gerçek etkileri de bu dönemde daha belirgin olarak ortaya çıkmaktaydı. Her şeyden önce yeni devletin siyasi ethosu Anadolu’daki egemen kimliğin yeniden düzenlenmesini gerektiriyordu. Türk-Müslüman kimliğinin makbul tek kimlik sayıldığı bu yeni dönemde göçmenlerin kimlikleri Anadolu’ya göç edip edemeyeceklerini, hatta kimlerin göçe zorlanıp zorlanmayacağını da belirlemekteydi.
ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDEKİ NÜFUS VE GÖÇ POLİTİKASI
Türkiye’deki kimlik politikası göç ve iskân politikasından bağımsız düşünülemez. Erken Cumhuriyet dönemi bu durumun örnekleriyle doludur. Mübadeleler bunun başta gelen örneklerinden biridir ve mübadeleleri, zorunlu göç yoluyla demografinin Müslümanlar lehine değiştirilmesi olarak değil, bu toprakların yerlilerine karşı sosyokültürel kırım sürecinin bir devamı olarak da yorumlamak mümkündür.
Mübadeleler Türkiye’deki kimlik politikasının yeniden düzenlenmesine yönelik on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde başlayan politik krizin bir devamıydı. Göç de bu krizin çözümlenmesi için devletin başlıca denetim, kontrol ve düzenleme araçlarından biriydi. Sadece 4 yıl içinde Anadolu ve Batı Trakya’da yaşayan bir milyondan fazla Ortodoks Yunanistan’a göçe zorlanırken orada yaşayan 600 bin kadar Müslüman da Türkiye’ye yerleştirildi. Buradaki temel ölçüt din olduğu için Müslüman olmayan ve Türkçeden başka bir dil bilmeyen ya da Karamanlılar gibi Türk Ortodoks kişiler de göçe zorlandı. Bu demografik düzenleme dönemin milliyetçi siyasi iklimine de denk düşüyordu. İki devlet de “gayrı-milli” nüfusu dışarı atarak, yeni devletin ihtiyaç duyduğu nüfusu millileştiriyor; bu sayede etno-dinsel kimlik üzerine kurulan bir devletin temelleri oluşturulmak isteniyordu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan bu yeni devlet, söylemde soy esasına dayanan ama pratikte Türklüğü Müslümanlık olarak tanımlayan bir sosyal sözleşmeyi dayatmakla kalmadı, bu sözleşmeye dahil edilemeyecek olanları yurtlarından sürdü, buna direnmeye yeltenen yurttaşlara karşı savaş ilan etti. Aynı dönemde, Müslüman olup etnik Türk olmayan Boşnaklar, Çerkezler, Araplar gibi azınlık gruplar hızla asimile olarak millilik halesi içine girdiler. Hem nüfus büyüklükleri hem de coğrafi ve tarihsel konumları nedeniyle asimilasyona dirençli olan Kürtler ise yüzyıllık cumhuriyet tarihi boyunca “milli nüfus-milli devlet” politikasının başlıca ‘sorun’larından biri oldu.
Yeni devlet her politikasını Türklük ethosuna bağlamayı ulus-devlet idealinin tamamlayıcı bir parçası olarak değerlendiriyordu. Bu nedenle göç politikasının merkezinde de Türklük şartı yer alıyordu. Bunu bir ölçüde dönemin ruhuyla da birlikte ele almak gerekebilir. Henüz ırkçılığın suç kabul edilmediği, hatta bilimsellik kılıfı altında bazı politik elitler tarafından desteklendiği bir dönemde Türklük, yeni devletin varlık sebebi olarak işaret ediliyordu. Bu nedenle 1926 yılında çıkarılan, 1934’te düzenlenen 2510 sayılı kanunda “Türkiyede yerleşmek maksadile dışarıdan, münferiden veya müçtemian, gelmek istiyen Türk soyundan meskûn veya göçebe fertler ve aşiretler ve Türk kültürüne bağlı meskûn kimseler, işbu kanunun hükümlerine göre Dahiliye Vekilliğinin emrile kabul olunurlar. Bunlara (muhacir) denir. Kimlerin ve hangi memleketler halkının Türk kültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri Heyeti kararile tesbit olunur. Türkiyede yerleşmek maksadile olmayıp bir zaruret ilcasile muvakkat oturmak üzere sığınanlara (mülteci) denir” deniyordu. Bunun dışında kalanlar, yani “Türk kültürüne bağlı olmıyanlar, Anarşistler, Casuslar, Göçebe çingeneler, Memleket dışına çıkarılmış olanlar” ise muhacir ya da mülteci olmak haklarından mahrum bırakılmıştı.
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler de bu dönemde devam etti. Özellikle 1934 yılındaki darbenin ardından Bulgaristan’daki Müslüman-Türk ahalinin Türkiye’ye göç ettiğini ve burada devlet eliyle iskân edildiklerini biliyoruz. Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göçler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Buna eklenebilecek bir diğer göç hareketi ise 1917’de kurulan SSCB’den gelen göçlerdir. Bu göçmenlerin büyük bir çoğunluğu Türk soylu olarak kabul edilen Kırım ve kazan Tatarları, Ahıska Türkleri, Başkurtlar ve diğer Türkî toplulukları içeriyordu. Bu grupların ortak özelliği dilsel değil, dinsel kimlikleriydi; Türk soyluluk cumhuriyetin ilk on yılları boyunca Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras alınan farklı dil gruplarının bir arada yaşayabildiği etnik çeşitliliğe imkan tanıyordu; bu gruplar Müslüman oldukları ve Türklük sözleşmesine bağlı kaldıkları sürece.
Bu göçlere yönelik olumlu politikanın ardında, nüfusu millileştirme kadar, çoğaltma gayesi de etkiliydi. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle yeni devlet “çok nüfus, tok nüfus, şen ve zengin nüfus istiyor”du. Çok partili döneme kadar başta mübadeleyle gelen Müslüman doğu Avrupalı göçmenler ile Balkanlar’dan ve Kuzey’deki Türkî topluluklardan gelen göçmenlere ev sahipliği yapan Türkiye, 1950’lere doğru gecikmiş bir iç göç dalgasıyla karşılaştı.
1946-2011 ARASINDAKİ DÖNEM
Bu dönemdeki göç politikasının merkezinde de kimlik politikalarının önemli bir yeri vardır. Bunu sadece Türk soyluluk ve Sünni-Müslümanlık kimlikleri ekseninde değil, Avrupalı ülkelerle kurulmak istenen ilişkiler, Batılı ülkelerle işbirliğinin devamı, antikomünist politikalar ve bölgedeki ülkelerle girişilen güç mücadelelerinin bir parçası olarak görmek gerekir.
1950’lerde başlayan dış göçlere ek olarak Anadolu’nun doğusundan batısına doğru yaşanan iç göçün hızı ve yoğunluğu Türkiye'nin demografik yapısında önemli değişikliklere yol açtı. Farklı etnik topluluklar ve kültürler kentsel alanlarda birlikte yaşamaya başladı. Böylelikle bu göçler, Türkiye'nin sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını derinden etkiledi ve Türkiye toplumunun modernleşme pratiğini etkiledi.
1960’lara gelindiğinde ise bu kez Türkiye’den Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya yönelik bir işçi göçünün yaşandığını görüyoruz. Bu göç hareketi Anadolu kırsalında yaşayan vasıfsız işgücünün Almanya üzerinden Avrupa’ya açılmasını sağladı. Uzun yıllar sadece bir döviz kaynağı olarak görülen bu nüfus, AKP döneminde gelişen diaspora politikaları kapsamında 2014’te verilen yurtdışı konsolosluklarda oy kullanma hakkı ile beraber Türkiye siyasetinin önemli bir parçası haline geldi.
Soğuk Savaş dönemi göç hareketlerinin çok daha sınırlı kaldığı ve devletin nüfus fazlalığını bir sorun olarak görmeye başlamasından dolayı dışarıdan gelen göçmenleri kabul politikalarında daha temkinli davrandığı söylenebilir. Yine bu dönemde siyasi saiklerin belirleyici olduğu örneklerden biri de 1960’lı yıllarda, Kıbrıs’taki siyasi çatışmalardan dolayı Kıbrıs’taki Türklerin Türkiye’ye göç etmesi oldu. Bu eğilim 1970’lerin ortasına kadar devam etti. 1979 yılındaki İran İslam Devrimi sonrasında da bir milyondan fazla İranlı Türkiye’ye göç etti. Bu nüfusun çoğu Türkiye’yi Batı ülkelerindeki kalıcı yerleşim yerlerine doğru giderken durakladıkları bir ara istasyon olarak gördüler ve aralarından sadece İran Azerilerine Türkiye’ye yerleşme hakkı tanındı. Benzer bir durum ise Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle yaşandı. Özellikle Afganistan’da yaşayan Türkî topluluklar işgalin ardından 12 Eylül cunta rejiminin başındaki Kenan Evren’in özel davetiyle Türkiye’ye göç ettiler. Ancak soydaş kabul edilen Uygur, Tatar, Kırgız, Kazak gibi Türki gruplara sunulan hüsnükabul politikası, söz konusu Kürtler olduğunda işlemedi. 1988 yılında Irak yönetiminin Halepçe’deki katliamının ardından orada yaşayan on binlerce Kürt Türkiye’ye sığınmış olsa da, Özal yönetimi bu kişilere iltica veya uzun süreli ikamet izni vermeyerek Irak’a geri dönmelerini sağladı. Aynı şekilde, 1989 yılında Bulgaristan’dan gelen “soydaşlara” kapılar sonuna kadar açılırken, 1991’de Körfez Savaşı sonrası Irak’tan Türkiye’ye sığınan Kürtlerin birkaç ay içinde Kuzey Irak’ta güvenli bölge inşa edilerek geri gönderilmesi Türkiye’nin kimlik temelli göç siyasetinin yakın dönemli örneklerinden biri oldu. 1989-1991 deneyimi Türkiye’de devlet nezdinde, kimin makbul, kimin istenmeyen olarak değerlendirildiğini açıkça gösterirken, Yugoslavya’nın dağılması sonrası Türkiye’ye gelen Boşnakların hızla kabul edilmeleri ve vatandaşlığa alınmaları bu ayrıcalıklı uygulamaların ve Türkiye’deki devletin ‘makbul kimlik’ hiyerarşisinin görünür olduğu örneklerden biri oldu.
2000’lere gelindiğinde Türkiye başta Irak, İran, Afganistan olmak üzere Afrika kıtasındaki bazı ülkelerden gelen göçmenler için hem transit hem de hedef ülkeydi. Buna rağmen Türkiye’deki kayıtlı sığınmacı sayısı bugüne kıyasla epey düşük sayıdaydı. Çoğunluğu İran ve Irak kökenliler olmak üzere, 1990’lar boyunca senede yaklaşık 3-4 bin, 2000’lerin ilk on yılında ise senede 6-7 bin sığınma başvurusu yapılıyordu. Bu politikada kuşkusuz “eski Türkiye” idarecilerinin Doğu’daki komşularıyla ilişkilerinde korumak istediği mesafe etkiliydi. 2011 yılında Suriye İç Savaşı'nın başlamasının ardından Türkiye Hükümeti'nin Suriye Hükümeti'ni devirmek isteyen grupları alenen desteklemesi ve sınır kapılarını Suriye’den gelen kişilere açmasıyla birlikte Türkiye’nin göç politikası radikal biçimde değişti.
2011 VE SONRASI
Göç politikasının göç hareketinden ve göçmenlerden farklı bir mesele olduğunu tekrar hatırlatalım. Türkiye’deki devletin farklı dönemlerdeki göç ve iskân politikasının merkezinde devletin kimlik politikaları yer aldı. Bu kimlik politikaları içeriye kimin alınacağını, ona hangi statünün verileceğini, hangi demografik, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal etkinin hedeflendiğini ve nihayetinde devletin öteki olarak kimi işaret ettiğini göstermesi bakımından önemliydi. 2011 yılına kadar bu kimlik politikasının merkezinde yer alan Türk-Sünni kimliğinin Suriye’den gelen kitlesel göçe izin verilmesiyle radikal bir değişime uğradığını söyleyebiliriz. Bu göç politikası ile Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetlerinin siyasi, ekonomik ve sosyokültürel hedefleri arasında birçok bağlantının kurulması mümkündür. Bunu sadece İslamcı bir siyasi partinin bölgesel sorunları kendi etkisini artırmak için kullanmak istemesiyle ya da doğrudan ideolojik bir tutumla değil, uluslararası ve sınıfsal çıkar ilişkileriyle birlikte değerlendirmek gerekir. Cenevre Sözleşmesi’nde korunan “Avrupa dışından gelenler” sınırlamasından, ensar-muhacir retoriğine geçişin arkasında sadece siyasi ve ideolojik tutum farkı değil, Türkiye’deki siyasal ve ekonomik alanın yeniden düzenlenmesi ve bölgedeki güç dengeleri içerisinde etkili bir pozisyon elde etme çabasının olduğunu öne sürebiliriz. Ancak gelinen aşamada mevcut göç politikasının doğrudan sığınmacıların varlığını tehdit eder hale geldiğini, ülkedeki milliyetçiliğin siyasi şiddetini meşrulaştıran bir göçmen nefretini tırmandırdığını, göçmenlerin uluslararası ilişkilerde bir koz haline dönüştürüldüğünü, onları yası bile tutulmaya değmeyen birer ucuz işgücü ve her günahın bedelini ödemek zorunda olan bir kimlik kategorisine indirgendiğini ve büyük çoğunluğunu ucuz ve kolaylıkla, sınırsız sömürülebilir işgücü olarak kullanma eğiliminin yaygınlaştığını görüyoruz.
Nüfus meselesiyle göç politikaları arasındaki yakın ilişki Türkiye’deki toplumsal ve ekonomik değişimlerin de bir izdüşümü niteliğinde. 1990’lardan beri sistematik olarak düşen ve nihayet 1,8 seviyesine kadar gerileyen doğurganlık oranı, ekonomik modelini düşük katma değerli fason üretimin ötesine geçirememiş Türkiye’de ihtiyaç duyulan vasıfsız ve ucuz işgücünün düzensiz göçmenlerle telafi edildiği bir tablo ortaya çıkarıyor. Muhafazakar değerlerin özellikle kadınlar ve çocuklar için tahakküm içeren niteliğini aile kurumunu tahkim ederek yeniden üretmeye çalışan devletin yurttaşlardan üç-beş çocuk yapmasını talep etmesi mevcut toplumsal ve ekonomik koşullar içinde karşılık bulmuyor. Her ailenin üç-beş çocuk yapmasını talep eden iktidar sahiplerinin beklentilerine rağmen Türkiyelilerin doğurmaktan imtina ettiği üçüncü çocuğun yerini, göçmenler doldurmuş görünüyor.
Bu göç politikasının gerçekçi, uygulanabilir ve toplumsal bütünlüğü yeniden üretecek bir uyum ve entegrasyon politikası olmadan yapılması, gündelik yaşamdaki çalışma ilişkilerini hem göçmenler hem de yurttaşlar aleyhine daha zor hale getirdi. Buna ek olarak hükümetin tercih ettiği ekonomik politikaların orta-alt sınıflar için giderek daha yıpratıcı hale gelmesi, iktidarın toplumu kutuplaştırmak için uyguladığı siyasi politikalar ve retorikler ile siyasi kutuplaşmanın kimlikler etrafında ayrışması toplumdaki sorunlara karşı oluşan tepkinin göçmen düşmanlığı biçiminde ortaya çıkmasına neden oldu. Bunu istismar eden siyasi partilerin ve hareketlerin toplumda tepkiyi göçmenlere ve yabancılara yönelik düşmanlığı körüklemek için kullanmasıyla birlikte göçmenlerin neredeyse bütün siyasi hareketler açısından bir tehdit unsuru olarak dile getirdiği bir aşamaya gelindi. Bu durumun, başta Suriyeliler olmak üzere, göçmenlerin Türkiyelilerle birlikte yaşama iradelerine zarar verdiğini gösteren bazı gelişmelere tanık oluyoruz. Kendilerini Türkiye toplumunun bir üyesi olarak değil, ona rağmen burada var olmaya çalışan bir benlik olarak algılamasının toplumsal bütünlüğe bir katkı sağlamayacağı açıktır. Oysa bütün bu gerçekliğe rağmen göçmenleri dışlayan, onları siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel özneler olarak değerlendirmeyen siyasi ve bürokratik yaklaşımın, Türkiye’nin yakın geleceği için gerçekçi sosyal politikalar ve kamusal fayda üretmesi mümkün değil.
Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bu ülkede düşünülmesi gereken en esaslı mesele iki yüz yıldır devam eden kimlik krizinden ve bunalımından çıkıp eşit yurttaşlık ve evrensel hukuk ilkeleriyle toplum-devlet ilişkilerini düzenlemekten geçiyor. Bugün için bunun en önemli bileşenlerinden biri de göçmenler ve bunu dikkate almayan yaklaşımların Türkiye’deki herhangi bir sorunu çözmesinin olanağı olmadığını kabul etmek zorundayız. (DOÇ. DR. DİDEM DANIŞ - DOÇ. DR. POLAT S. ALPMAN / GAZETE DUVAR)