Geride bıraktığımız seçim sürecinin ardından toplumsal muhalefetin önemli bir kesiminde ciddi bir düş kırıklığı ve umutsuzluk hâkim oldu. Bunun üç nedeni vardı. Birincisi, daha önceki seçimlerden farklı olarak bu seçim siyasal rejimin kaderini belirleyecek bir referandum olarak algılandı. İkincisi, ekonomik kriz, deprem ve iktidar bloku içinde artan gerilimlerin Erdoğan rejimini zayıflattığı varsayıldı. Üçüncüsü de bu varsayıma eşlik eden iyimserlik etrafında toplumun geniş kesimleri tüm enerjilerini seçim çalışmalarına yöneltti. O halde düş kırıklığı ve umutsuzluğu yenerek yola yeni bir strateji ile devam edebilmek için burada sayılan üç neden üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.
İlk olarak, geçtiğimiz seçimler siyasal rejimin dönüşümü açısından elbette önemliydi ancak “kader seçimi” değildi çünkü ortada “ya faşizm ya demokrasi” denilebilecek bir durum değil, başka ülkelerle birlikte Türkiye’de de çelişkili bir süreç olarak ilerleyen “yeni faşizm” vardı. Süreci tanımlarken başka kavramlar yerine “yeni faşizm” kavramını kullanma nedenlerimi ayrıntılarıyla açıkladığım ve yeni faşizmin klasik faşizmden farklarını ele aldığım bir yazımı dipnota ekliyorum.[1] Bu farklardan biri, belki de en önemlisi şudur: Klasik faşizm güçlü bir komünizm tehdidi karşısında işçi sınıfının devrimci örgütlerine karşı savaş benzeri bir şiddeti harekete geçirebilmek için liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaşmıştır. Yeni faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz. Aksine, parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı muhatap olarak canlı tutar. Düşmanı yok etme yerine yıldırmanın temel mekanizmalarından biri de özellikle parlamenter sahnenin devamı ilgili konularda siyasi iktidarların zor aygıtları içinde polis, paramiliterler gibi güçlerden önce yargıyı kullanmayı tercih etmesidir. Türkiye’de bunun tipik örneği AKP iktidarının seçim sonuçlarına çıplak şiddet yoluyla değil YSK aracılığıyla müdahale etmesi ve böylelikle meseleyi hukuksal zemine çekerek rıza üretmesidir. Son seçimde de bu mekanizma sonuna dek kullanıldı, üstelik 2019 yerel seçimlerinden farklı olarak seçim sonuçlarına teknik itirazlar bile yükseltilmedi ve siyasi analizler çoğunlukla “zarların baştan hileli” olduğu göz ardı edilerek yapıldı.
Peki yeni rejimin yapısal kısıtları içinde seçim kazanmanın neredeyse imkânsız olduğu bir süreçte neden sosyalistlerin önemli bir kesimi de başka muhalefet güçleri gibi seçimi “kader seçimi” olarak nitelendirip “mutlaka kazanacağız” sözleriyle aktif çalışma yürüttü? Kendi açımdan bunun hem öznel hem de toplumsal gelişmelerle ilgili iki nedeni olduğunu söyleyebilirim. Öznel neden, seçim kazanılırsa özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen siyasi tutsaklar, işe dönmeyi bekleyen KHK’liler, ülkeye dönmeyi bekleyen siyasi sürgünler ve benzeri kesimlerin de “kader seçimi” olarak kodladığı bir süreçte pasif kalmamın olanaksızlığıydı. Toplumsal gelişmelerle ilgili neden ise ekonomik kriz, deprem ve iktidar bloku içindeki çatlakların rejimi zayıflatabileceği beklentisiydi. Ancak AKP iktidarı deprem ve ekonomik krizi kendi tabanını konsolide edecek şekilde yönetti ve bu iki faktör AKP seçmeninde kırılma yaratmadı. İktidar bloku içindeki gerilimlerin ise yeni faşizmde rejimi zayıflatmayacağını, aksine Erdoğan’ın çoklu iktidar odaklarını birbirine karşı manipüle ederek kendi gücünü tahkim edeceğini tahmin etmek de zor değildi. Özetle 21 yıllık AKP iktidarı altında devlet aygıtında ve güç ilişkilerinde yaşanan dönüşümün seçim yenilgisinde belirleyici olduğunu düşünüyorum. Fakat bu durum muhalefetin yaptığı hataların muhasebesini yapmamıza elbette engel olmamalı. Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşılabileceği gibi, ilk hatanın, biz sosyalistlerin önemli bir kesiminin de seçimi bir “kader seçimi” olarak kodlamamız olduğunu düşünüyorum. Seçime böyle bir önem atfetmek yerine seçim sürecini toplumsal muhalefetle bağlarımızı güçlendirebileceğimiz, yeni bağlar kurabileceğimiz, kendimizi anlatabileceğimiz, güç biriktireceğimiz bir süreç olarak tanımlasaydık, sonraki düş kırıklığına engel olabileceğimiz gibi, seçim kazanmak için toplumun hassasiyetlerine uygun davranma ile o hassasiyetleri dönüştürmeye çalışma arasındaki ikileme hapsolmazdık.
Bütün bunlar bizi yeniden “nasıl bir rejimdeyiz ve bu rejime karşı nasıl bir strateji izlemeliyiz” sorusunu tartışma gerekliliğine götürüyor. Sosyalistlerin klasik faşizme, askeri diktatörlüklere, liberal demokrasi görünümü altında otoriterleşen rejimlere karşı güçlü bir mücadele deneyimi var. “Seçim mi sokak mı” sorusu çerçevesindeki tartışmalar bu deneyime dayanıyor. Ancak bu tartışma günümüz faşizminin özgüllüklerine karşı bir mücadele stratejisi sunmuyor. Siyasal rejim ve strateji arasındaki ilişkiyi Marksist bir perspektiften tartışırken kabaca dört farklı tarihsel durum tarif edilebileceğini düşünüyorum. Birincisi, 1917’de Rusya’da devrimci durum koşullarında Lenin’in önerdiği “ikili iktidar” stratejisidir. Devletin zor aygıtlarının ön planda olduğu bu koşullarda Lenin iktidarın önce devlet dışında bir odakta, halkın doğrudan söz sahibi olduğu sovyet tipi örgütlenmelerde birikmesini, daha sonra bu örgütlenmelerin devlet aygıtını ele geçirerek ikili iktidar durumuna son vermesini önermişti. İkinci tarihsel durum ise seçimlerin askıya alındığı klasik faşizm ve askeri diktatörlük örnekleridir. Farklı tarihsel konjonktürlerde siyasal rejim ve strateji arasındaki ilişkiyi o konjonktürlere özgü bir biçimde ele alan Poulantzas, Diktatörlüklerin Krizi (1975) kitabında bu tür rejimlerin çöküşünde devlet dışından yapılan toplumsal mücadelelerin doğrudan etkisi olmadığını, ancak söz konusu mücadelelerin devlet içi çelişkileri derinleştirerek bu rejimlerin çöküşünü hızlandırdığını belirtir. Üçüncü tarihsel durum 1970’lerin başından itibaren kapitalizmin derinleşen çelişkileri karşısında iktidarın yürütme aygıtında yoğunlaşmasıdır. Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) kitabında bu koşullarda ortaya çıkan siyasal rejimleri “otoriter devletçilik” olarak tanımlamış ve bu rejimlere karşı “demokratik sosyalizm” stratejisini önermiştir. Bu strateji, doğrudan demokrasi yoluyla güç biriktiren toplumsal hareketlerin aynı zamanda siyasi partiler üzerinden temsili demokrasi yoluyla devlet içi ilişkileri dönüştürmeye çalışması gereğini vurgulayan “hem seçim hem sokak” diye özetlenebilecek bir formül öneriyordu. Bu formül Syriza gibi partilerin iktidara gelişinde yol gösterici oldu, 7 Haziran seçimlerinden önce Türkiye’de de anlamlı bir seçenekti.[2] Ancak Kasım 2015’ten itibaren Türkiye’de (ve son dönemde bir dizi başka ülkede) karşılaştığımız tarihsel durum ise bu üçünden de farklı özellikler taşıyor. Bu dördüncü durumda seçimler askıya alınmıyor ancak devlet aygıtının kendi içindeki dönüşüm faşizme özgü yeni bir biçime evriliyor. Ne yazık ki elimizde bu özgün durumda izlenmesi gereken stratejiye dair yeterli teorik ve pratik deneyim repertuarı bulunmuyor. Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin özgünlükleri de hesaba katıldığında seçim-sokak ikilemi dışına çıkan yaratıcı formüller bulmak zorundayız. Seçim yenilgisinden sonra sosyalist solun bazı kesimleri “asıl mücadele sokakta sürmeli” formülüne geri döndü. Ancak yeni faşizm koşullarında, sokak mücadelesinin de sınırları var. Bu durumda Gramscici terminolojiyle “manevra/siper savaşı”ndan “mevzi savaşı”na, yani “devlete cepheden saldırı” stratejisinden “devletin uzun vadede toplumun geniş kesimleri içinde kurulacak karşı hegemonya ile kuşatılması” stratejisine daha fazla yönelmek gerektiğini düşünüyorum. Bu mevzi savaşının görünür olması da gerekmiyor, aksine farklı toplumsal kesimlerle kendi geleceklerini riske atmayacakları şekilde bağlar kurmak kritik önem taşıyor. Solun bu konuda ciddi bir tarihsel deneyimi var ama sosyal medya çağı herkesi görünerek var olmaya alıştırdığı için bu zengin deneyim unutulmuş görünüyor. Yeni faşizme karşı verilecek mevzi savaşında bu deneyime dair bilginin yeniden ve daha yaratıcı biçimlerde harekete geçirilmesinin seçim-sokak ikilemi eksenindeki tartışmaların ötesine geçecek yeni bir strateji örülmesinde önemli olacağını düşünüyorum. (ŞEBNEM OĞUZ - SENDİKA.ORG)
[1] Ayrıntılar için bkz. https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html (Kaynak: https://www.belgelik.dr.tr/ToplumHekim/kayit_goster.php?Id=3130)
[2] Ben de bu seçeneğin önemini o dönemde yine sendika.org’da yayınlanan bir yazımda vurgulamıştım (https://sendika.org/2015/05/hazirana-girerken-bir-kez-daha-poulantzas-devlet-iktidar-sosyalizm-sebnem-oguz-267082/)