Türkiye, kuruluşu esnasında İsrail’in tanınması konusunda bir çekinceye sahipti. Bu çekincenin esas nedeni ise Arap dünyasının verebileceği ...
Türkiye, kuruluşu esnasında İsrail’in tanınması konusunda bir çekinceye sahipti. Bu çekincenin esas nedeni ise Arap dünyasının verebileceği tepkilerden ziyade kurulacak devletin komünist bir rejimle yönetileceğine dair endişelerdi. Çünkü İsrail’in kuruluşu esnasında siyonizm sol bir söylemle hareket ediyor, Sovyetler de bu kuruluş sürecine destek veriyordu. Ancak kısa süre içerisinde bunun böyle olmadığı anlaşılacak, İsrail bölgede emperyalizmin ileri karakolu görevini üstlenecek ve ABD saflarında Soğuk Savaş’a coşkuyla giren Türkiye de kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmeden İsrail’i tanıyacaktı.
İsrail’le ilişkilerin derinleşmesi, tek parti iktidarının çekingen karşı-devrimci adımlarını hep daha da ileriye taşıma vazifesini üstlenen Menderes döneminde olacaktı ve Menderes komünizme karşı Ortadoğu’da aradığı müttefiki İsrail şahsında bulacaktı. 1958 yılında imzalanan Türkiye-İsrail Çevresel Paktı bu arayışın bir ürünüydü. Böylece İsrail de antikomünizm ortak paydasında bir Müslüman ülke ile ilişki tesis etme olanağını buluyordu.
Bu antikomünist ittifak Ortadoğu’daki seküler Arap rejimlerini, özellikle de Nasır’ın Mısır’ını düşman olarak görüyordu. Zaten Süveyş Kanalı meselesinde, Cezayir’in bağımsızlığında ve Irak darbesinde Menderes hep emperyalizmin safında ve yanında, bağımsızlıkçı, anti-emperyalist hareketlerin ve Sovyetler’in ise hep karşısında olmuştu.
Türk sağının içeride dinselleşmeye alan açmasıyla dışarıda emperyalizmle daha derin ilişkiler kurması arasında hep varoluşsal bir bağlantı oldu. Menderes antikomünizm adına içeride Said Nursi, Necip Fazıl gibileri beslerken, dışarıda ABD’yle, Batı’yla ve İsrail’le sıkı ilişkiler kuruyor; bağımsızlıkçı, seküler, anti-emperyalist hareketleri ve rejimleri ise düşman addediyor ve karşılarına dikiliyordu.
Menderes’in mirasını Türk sağının diğer partileri de devam ettirdi; emperyalizmle hep iç içe olundu, seküler Arap rejimlerine ve anti-emperyalist hareketlere ise mesafeli duruldu. Örneğin 12 Eylül öncesi Demirel’in, Türkeş’in ve Erbakan’ın Filistin diye bir meseleleri yoktu; çünkü Filistin karşı tarafın, solun, anti-emperyalist, seküler hareketlerin bir meselesiydi. Sadece Erbakan İran İslam devriminden sonra Filistin meselesini dinselleştirmeye çalıştı ve Konya’da büyük bir Kudüs mitingi düzenlendi ama iş işten geçmişti, çünkü yaklaşık bir hafta sonra 12 Eylül darbesi gerçekleşti.
12 Eylül’ün ürünü Özal da içeride dinselleşmeci ama dışarıda emperyalizm ne isterse onu yapan bir figürdü. Örneğin, Birinci Körfez Savaşı’nda “kankası” Bush’la birlikte Irak’ın işgaline soyundu. Piyasacı mantığıyla Türkiye’nin “bir koyup üç alacağını” söyleyerek kamuoyunu işgale ikna etmeye çalışıyordu. Ancak devlet içi dengeler bu ortaklığa izin vermedi; Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı istifa edince Özal istediğini alamadı.
Menderes’in mirasını zirveye taşıyan ise elbette ki AKP iktidarı ve Erdoğan oldu. AKP, 2000’lerin başında Türkiye’nin düzenin yaşadığı hegemonya krizine bir çare olarak askerin ve sermayenin büyük desteğiyle iş başına geldi, İslamcılığın içerisindeki zaten zayıf olan düzen dışı karakteri tamamen etkisizleştirdi, emperyalizmle entegrasyonu ise daha da derinleştirdi. Erdoğan içeride dinselleşmenin dozajını yükselttikçe, Türkiye dışarıda daha bağımlı, emperyalizme daha entegre bir hale geldi.
AKP’nin ve Erdoğan’ın Filistin’e ve genel olarak Ortadoğu’ya bakışını da düzen ve emperyalizmle ilişkiler belirledi. AKP de Özal’ın Birinci Körfez Savaşı’nda denediğini ikincisinde denedi ama tezkere hem toplumsal muhalefetin baskısıyla hem de Erdoğan o zaman partisini tam olarak kontrol edemediği için Meclis’ten geçmedi. Ancak Türkiye Saddam’ın devrilmesine tam destek verdi; başta İncirlik Türkiye’deki bütün üsler Irak savaşında kullanıldı. Zaten hemen öncesinde Türkiye ABD’nin Afganistan işgalinin de bir parçası olmuş, AKP de bu süreci devam ettirmişti.
Saddam’dan sonra Ortadoğu’da iki isim ve iki rejim daha hedef alındı ki ikisi de Filistin direnişinin arkasındaydılar: Kaddafi’nin Libya’sı ve Esad’ın Suriye’si. Libya’ya emperyalist müdahale başladığında Erdoğan kameraların karşısında “NATO’nun ne işi var Libya’da” demiş ama kısa süre içerisinde Türkiye NATO operasyonun bir parçası olmuş ve Kaddafi’nin devrilmesine katkı vermişti. Şimdilerde Filistin’in koruyucusu pozları kesen Davutoğlu o günlerde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la şen şakrak pozlar veriyordu. Suriye’de ise ABD ile birlikte doğrudan bir rol üstlenildi. Sürgündeki hükümetler, Suriye’nin Dostları toplantıları, ÖSO’nun kurulması, El Kaide’ye ve İhvan’a verilen destek… Türkiye, ABD’nin taşeronu olarak İhvan rejimlerinin hamisi olacak, Emevi Camii’nde namaz kılınacak, Osmanlı yeniden kurulacaktı.
Filistin meselesine bakış ise yine emperyalizmle ilişkilere paralel bir şekilde gelişti. Erdoğan Davos’ta Şimon Peres’e “one minute” dediğinde de daha sonra Mavi Marmara için “giderken dönemin başbakanına mı sordunuz” diye sorduğunda da böyle hareket ediyordu. One minute’in gerisi gelmedi, İsrail’in Mavi Marmara gemisinde yaptığı katliam da kuru bir özürle ve hesaba yatırılan 20 milyon dolarla geçiştirildi. 7 Ekim saldırısının öncesinde ise Erdoğan-Herzog ikilisi Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını açmaya hazırlanıyorlardı. Zaten Erdoğan’ın “eyy Netenyahu” diyerek kitlesini sokağa çağırmamasının nedeni de buydu. Mısır’da, Doğu Akdeniz’de ve hatta Suriye’deki bütün iddialarını geri çeken, Batı’dan ve Körfez monarşilerinden gelecek paraya muhtaç bir Türkiye için İsrail’le yeni bir krizin maliyeti üstlenilebilir gibi değildi.
Şimdi iktidar, içeride dinselleşme dışarıda emperyalizmle işbirliği formülüne uygun bir şekilde hem İsveç’in NATO üyeliğini onaylamaya hem de 28 Ekim günü, yani Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce büyük bir Filistin mitingine hazırlanıyor. Bu ise şaşırtıcı değil; Türk sağı Menderes’in mirasıyla hareket ediyor ve bir yandan emperyalizmle işbirliğini güçlendirirken öte yandan Filistin meselesini kendi gündemine göre kullanıyor ve araçsallaştırıyor.
7 Ekim saldırısından beri, iktidarın Filistin meselesini İsrail’i ürkütmeyecek şekilde kendi dinselleşme gündeminin bir parçası yapmak istediğini biliyoruz. Filistin, tarikat ve cemaatlerinin sokağa çıkmasının, hilafet çağrısı yapmasının, cihat propagandasının, İhvancılığın vesilesi yapıldı. Başta hastane katliamı olmak üzere İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlar, Cumhuriyet’in 100. Yılı için yapılacak olan etkinliklerin iptali için bir bahaneye dönüştürüldü; Filistin meselesi 100. Yılın kamuoyunun gündeminden düşürülmesi ve geçiştirilmesi için aranan fırsat oldu.
Peki tüm bunlara bakarak, yani iktidarın ve İslamcılığın Filistin’i kendi gündemleri yapmaları ve dinselleşmeyi derinleştirmek için bir araç olarak kullanmalarına bakarak “Filistin bizim meselemiz” değil diyebilir miyiz? Yani bu ülkenin devrimcileri, sosyalistleri, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, cumhuriyetçi güçleri Filistin’e gözlerini kapatabilirler mi?
Bu soruya çok net bir şekilde hayır yanıtını vermek gerekiyor. Filistin meselesi, bir Müslüman-Yahudi çatışması değildir, dinci Filistin’le seküler İsrail çatışması da değildir, barbar Araplarla medeni İsrail ve Batı çatışması hiç değildir. Filistin bir toprak, sömürge ve ulus meselesidir. Kapitalizmin tüm o demokrasi, insan hakları, özgürlükler söyleminin nasıl bir balonu olduğunu gösteren, hakikati yüzümüze vuran bir aynadır. Dünya düzeninin işleyiş biçimi, Batı’nın dünyanın geri kalanını nasıl sömürgeleştirdiği, silah tekellerinin hâkimiyeti, hepsinin sırrı Filistin meselesinde gizlidir.
Aynı şekilde, Filistin Türkiye İslamcılığının davası değildir; İslamcılık, Filistin meselesini kendi ikbali için araçsallaştırmakta, kullanmakta, istismar etmekte, içeride dinselleşmenin dozajını arttırdıkça dışarıda kapalı kapılar ardında Batı’ya yeni tavizler vermektedir. Geride kalan iki haftanın sonunda, iktidar İsrail’e karşı sahici tek bir adım atmamıştır, diplomatik ilişkileri kesmemiş, ticari ve askeri anlaşmaları askıya almamıştır.
Günümüz Türkiye’sinde Filistin’i gerçek anlamda sadece sosyalistler, devrimciler, anti-emperyalistler, cumhuriyetçiler savunabilir ve aynısı laiklik için de geçerlidir. Ortadoğu’nun bu hale gelmesinin baş sorumlusu emperyalist güçler ve onlarla birlikte hareket eden siyasal İslamcılardır; seküler Arap rejimlerinin devrilmesi ve İslamcılığın yükselişi emperyalist bir müdahalenin sonucudur. Türkiye’de siyasal İslam’ın iş başına gelişinin de gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeni ve emperyalizm vardır, hedef de soldur, sosyalistlerdir.
Tam da bu nedenle nasıl ki bugün emek mücadelesi ve laiklik mücadelesi birbirinden ayrılmaz bir karakter taşıyor ve siyasal İslam’a karşı mücadeleyi gerektiriyorsa, Filistin’i savunmakla laiklik mücadelesi de birbirinden ayrılmaz bir karakter taşımaktadır ve hem siyasal İslam’a hem de onu besleyen emperyalizme karşı mücadeleyi gerektirmektedir.
Filistin, siyasal İslam’ın ve Türk sağının değil, sosyalistlerin, bağımsız bir cumhuriyet isteyenlerin, laikliği, aydınlanmayı savunanların, emperyalizme karşı olanların meselesidir, Filistin bizim meselemizdir. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)
Hiç yorum yok