Türkiye’de sağ siyaset ve Cumhuriyet: ‘Cumhuriyet’in uzun intiharı’ üzerine bir söyleşi


Erken Cumhuriyet dönemi diyebileceğimiz Tek Parti döneminde Türkiye’de farklı varyantlarıyla sağın Cumhuriyetle ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz? Bu dönemde Cumhuriyeti içeriden ama sağdan tanımlamaya yönelik girişimler oldu mu yoksa devrim sürecinin şiddetinin ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılıp siyasal alanın daraltılmasının da etkisiyle sağ kendi güvenli alanlarına mı çekilmeyi tercih etti?

Bu sorunuzu yanıtlamak için Tek Parti döneminden biraz daha geriye, Milli Mücadele yıllarına gitmek gerekiyor. Milli Mücadele’nin bir yandan emperyalizmin vekil gücü olarak Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a karşı verildiğini biliyoruz; ancak öte yandan mücadeleyi yürüten aktörler arasında muazzam bir güç savaşı ve iktidar mücadelesi olduğunu da biliyoruz. Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıştan yerel ve ulusal kongrelere ve oradan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına uzanan süreçte bir yandan direnişçi kadrolara kendi liderliğini kabul ettirirken diğer yandan da Anadolu’da Saray’a ve İstanbul hükümetine karşı alternatif bir egemenlik aygıtı inşa etmeye ve egemenliğin kaynağını da “millet” adlı dünyevi bir kolektif kimliğe dayandırmaya çalışıyor. Dolayısıyla Milli Mücadele bir “ikili iktidar” durumuna tekabül ediyor ve bu durum ancak saltanatın kaldırılmasının ardından değişiyor; mücadele Ankara’nın zaferiyle sonuçlanıyor ve yeni egemenlik aygıtı kendi tekliğini ilan ediyor. 

Mücadelenin diğer bir boyutunda “Kemalistler”le İttihatçılar arasındaki kavgayı, yani esas olarak Mustafa Kemal’le Enver Paşa’nın direnişin liderliği üzerine verdikleri kavgayı görüyoruz. Mustafa Kemal henüz Samsun’a çıkmadan önce çeşitli yerelliklerde görülen direniş hareketlerinin ve kurulan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin gerisinde İttihatçı kadrolar var. Doğu’daki Kazım Karabekir komutasındaki ordunun mensuplarının çoğu da İttihatçı. Dolayısıyla 1. Dünya Savaşı sonrası yurtdışına kaçan İttihat-Terakki önderliği, özellikle Enver, kendisini Milli Mücadele’nin de doğal önderi olarak görüyor ama Mustafa Kemal, Enver’in ve diğer İttihatçı liderlerin Türkiye’ye gelmesini engellemeyi başarıyor, İttihatçı kadroları da savaşta kazanılan başarılara paralel bir şekilde kendi liderliğine ikna ediyor.

Diğer bir boyutta komünistlerin bulunduğunu biliyoruz. Milli Mücadele Ekim Devrimi’nin sarstığı bir dünyanın içerisinde şekilleniyor. Sovyetler ve Ankara hükümeti ortak düşman İngiltere’ye karşı birlikte hareket ediyorlar. Türkiye Komünist Partisi de Milli Mücadele’nin içerisinde ve Sovyet topraklarında şekilleniyor, Mustafa Suphi ve arkadaşları Anadolu’ya gelip Milli Mücadele’ye dâhil olmak istiyorlar. Anadolu’daki Bolşevizm sempatisi, “kalpaklılar”ın sayısının artışı ve komünizan hareketler onları cesaretlendiriyor. Ancak gelişlerinde bir tedbirsizlik, bir “naif”lik olduğunu söyleyebiliriz; katlediliyorlar ve komünist seçenek hızla devre dışı bırakılıyor. Emri Ankara hükümeti mi vermiştir İttihatçılar kendiliğinden mi inisiyatif almıştır bilemiyoruz ama varlıklarının ve Anadolu’ya gelişlerinin her iki tarafta da büyük rahatsızlık yarattığını ve bu yüzden katledildiklerini anlayabiliyoruz.

Başka bir boyut ise TBMM içerisindeki Birinci Grup ile İkinci Grup arasındaki mücadeledir; Mustafa Kemal’in liderliğine muhalif İkinci Grup’un daha muhafazakâr-mukaddesatçı bir karakter taşıdığını, saltanata ve hilafete bağlılığının da büyük ölçüde devam ettiğini söyleyebiliriz. Mustafa Kemal Milli Mücadele’nin sonlarına kadar “saltanatı ve hilafeti kurtarmak” söylemini kullanmaya devam etmişse de bu grup ondaki “radikal aydınlanmacılığı” erken bir dönemde sezmiş ve ona karşı cephe almıştır. Dahası Sovyetler’le kurulan yakın ilişkiler İkinci Grup çevresinde Türkiye’nin sosyalist bir devlet olabileceğine dair birtakım ciddi endişeler yaratmıştır. Dolayısıyla İslamcılığın ve muhafazakârlığın henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken şekillenen Cumhuriyet karşıtlığının kökenlerini burada arayabiliriz.

Tüm bunlardan sonra Tek Parti dönemine gelecek olursak, bu dönemi 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası diye ikiye ayırdığımızda şunu görüyoruz: Gerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerekse Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri 1923 paradigmasına karşı liberal-muhafazakar bir duruşu temsil ediyorlar; Cumhuriyet’in jakoben karakterine ve özellikle laiklik anlayışına karşı daha ılımlı bir rejim biçimini arzuluyorlar; ancak çok uzun ömürlü olmuyorlar. Bu esnada bir de tarikat ve cemaatlere bakmamız gerekiyor elbette. İnkılaplarla birlikte tarikat ve cemaatler yeraltına çekiliyorlar ve burada varlıklarını devam ettiriyorlar, ancak Cumhuriyet’e karşı politik bir isyanı örgütlemeye girişmiyorlar. Şeyh Sait isyanında kuşkusuz dinsel motifler ve Nakşiliğin büyük etkisi var elbette ama bu isyanın “ulusal” bir karakteri bulunuyor; isyana rengini Kürt-İslam sentezinin verdiğini söyleyebiliyoruz dolayısıyla. Bir de Menemen’deki isyan var ama onun da büyük çaplı bir kalkışma olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemde tarikat ve cemaatler için önemli olan sahip oldukları ağları muhafaza etmek ve gizlice ritüellerini devam ettirmektir. Bu ritüeller yapılırken, yani zikir törenleri için bir araya gelindiğinde Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye “buğz edildiğini”, yani lanet okunduğunu, Çankaya Köşkü’nde kurulan sofralarla, düzenlenen balolarla, kadın-erkek ilişkileriyle ilgili bire bin katılmış hikâyelerin anlatıldığını ve bunların Cumhuriyet düşmanlığının halk kitlelerinde yayılması için kullanıldığını biliyoruz. Bunun dışında herhangi bir politik aktiviteden söz etmek ise pek mümkün değil.

İkinci Dünya Savaşı dönemine gelecek olursak; Türk sağının İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik diye ayırabileceğimiz unsurlarının bu dönemde başlarını kaldırmaya ve seslerini çıkarmaya başladıklarını görürüz. Bunun esas nedeni ise Tek Parti iktidarının savaşta resmi olarak tarafsız kalmakla birlikte Nazi Almanya’sına duyduğu sempati ve Sovyetler’e yönelik düşmanlığıdır. Bu nedenle de özellikle ırkçı-Turancı çevrelerin önünün açıldığını, onlara yayın faaliyeti ve örgütlenme izni verildiğini görüyoruz. Bu çevreler ise zaman zaman İnönü hükümetini pasif davranmakla, Nazilerle birlikte savaşa girmemekle ve Sovyetler’e Anadolu’dan bir cephe açmamakla suçluyorlar. Nazilerle birlikte girilecek savaş neticesinde Orta Asya’daki Türki kavimlerin de ayaklanacağı ve buradan bir Turan devleti kurulacağı yönünde hayaller görüyorlar. Ancak İnönü 1944’e gelindiğinde Nazilerin savaşı kaybedeceğini anlıyor ve adeta savaş boyunca Sovyetler’e karşı izlenen hasmane tutumun bir bedeli olarak benim “Türkçü faşist akım” olarak adlandırdığım ırkçı-Turancı çevrelere yönelik bir polisiye operasyonun talimatını veriyor; 19 Mayıs 1944’de yaptığı konuşmada da bu çevrelerin “komşularımızla aramızı bozmaya çalıştığını” ve buna izin vermeyeceklerini söylüyor. Bu çevrelerin de hem Mustafa Kemal’le hem de Cumhuriyet’le arasının iyi olmadığını biliyoruz. İdeolojik önderleri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Atsız, rejimin hışmına uğramamak için belki politik yazılarında doğrudan bir eleştiride bulunmuyor ama hem “Ruh Adam” adlı romanında hem de kimi hikâyelerinde Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e bakışını ortaya koyuyor.

Yine Erken Cumhuriyet döneminde başta TKP’li aydınlar olmak üzere sol entelijansiyanın ideolojik ağırlığının sağın Tek Parti rejimiyle ilişkisi üzerinde ne tür bir etkisi oldu? Bu etkinin 1950’li yıllara bıraktığı mirası, örneğin Necip Fazıl üzerinden açmanızı istesek? 

1944’den devam edelim. O yıl Nihal Atsız Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazarak Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in başta Sabahattin Ali olmak üzere komünistleri himaye ettiğini, onlara bakanlıkta iş verdiğini, burs bağladığını, hatta onları yurtdışına okumaya gönderdiğini, komünistlerin de bakanlıkta hızla kadrolaştığını öne sürer. 2. Dünya Savaşı yılları bir yandan sağın kendisine alan açtığı ama bir yandan da 1923’ün barutunun tamamen tükenmediği bir döneme tekabül eder. Bu nedenle de birer aydınlanma hamlesi olan Köy Enstitüleri’nde ve Hasan Ali Yücel’in başlattığı çeviri seferberliğinde solcular hayli etkilidirler, çünkü sahip oldukları entelektüel donanım başka çevrelerde yoktur. Üstelik Türkçü faşistlerin Nazi yanlısı yayınlarına ve ana akım yayınlardaki Nazi propagandasına karşı başta Zekeriya-Sabiha Sertel çifti olmak üzere sol entelijansiya ciddi bir anti-faşist mücadele vermektedir ve devlet buna kısmen de olsa göz yummaktadır. Savaş bittikten sonra ise işler hızlı bir şekilde değişir. Irkçı-Turancılar serbest bırakılırlar, Yücel-Öner davası diye bildiğimiz davada iktidar çevreleri Hasan Ali Yücel’i Türk sağının karşısında sahipsiz bırakırlar ve gericiliğin yanında konumlanırlar, Köy Enstitüleri’nin kapatılma süreci bu noktada başlar ve zaten bu sürecin hemen öncesinde Tan Matbaası ve DTCF baskınlarıyla birlikte Soğuk Savaş antikomünizmine hızlı bir geçiş yapılmıştır. Tek Parti döneminde sol entelijansiyaya mecburiyetten ve kısmen açılan alan artık geri dönüşsüz bir şekilde kapatılacak ve devletle Türk sağı antikomünist bir mutabakat çerçevesinde buluşacaklardır. Bunu da “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın miladı olarak görebiliriz.

Devletle Türk sağının mutabakatının sonuçlarından biri Türk sağının giderek daha fazla görünür hale gelmesi, Türkçü ve İslamcı yapılanmaların seslerini yükseltmeye başlamaları olmuştur. Menderes döneminin pervasız antikomünizmi ve Amerikancılığı ise bu durumu daha da belirgin hale getirmiştir. Burada özellikle iki isimden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki bir tarikat lideri olan ve kendi ekolü Nurculuğu kuran Said Nursi, diğeri de Nakşi şeyhi Arvasi’ye intisap ederek zamanla İslamcılığın en önemli ismi haline gelen Necip Fazıl. Said Nursi, Cumhuriyet dönemindeki İslamcı örgütlenmelerin en büyüklerinden birini inşa etmeyi başarmış, bu inşa diğer tarikat ve cemaatleri de cesaretlenmiş, Nurcular önce Menderes ve Demokrat Parti döneminde, sonra da Demirel’in Adalet Partisi’nde siyasetle daha derin ilişkiler kurmuştur. Said Nursi ve Nurculukta da tıpkı diğer tarikat ve cemaatlerde olduğu gibi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet doğrudan karşıya alınmaz ancak her ikisine de buğz edilmesi ve lanet okunması, ibadet ritüellerinin bir parçasıdır; bu düşmanlık Nursi’nin yazıp çizdiklerinde daha üstü kapalı, kişisel sohbetlerindeyse açıkça görülebilir. Nurculuğun içerisinden gelen Gülen Cemaati’nin 70’li yıllardan itibaren, elbette devletin bilgisi ve onayı dâhilinde, bir “sızıntı” stratejisi izlediğini ve devlette kadrolaştığını, AKP döneminde gayri resmi olarak devlet yönetimine ortak olduğunu ama devletin paylaşımına dair çıkan kavga sonrasında tasfiye edildiğini ise geçerken not etmiş olalım.

Necip Fazıl’a gelince… Az önce söylediğim üzere Necip Fazıl Türkiye İslamcılığının en önemli ismidir; çünkü o sadece bir teorisyen ya da ideolog olarak hareket etmenin ötesinde hem doğrudan siyasetin içerisinde yer almış, sağ partilerin etkinliklerinde kitlelere seslenmiş hem de çıkardığı Büyük Doğu dergisinin yanı sıra şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, gazete makaleleriyle birkaç kuşağı etkilemeyi başarmış, özellikle 1965-80 arası Türkiye’de hem dindar hem de milliyetçi gençliğin üzerinde büyük bir düşünsel etkide bulunmuştur. Necip Fazıl bu dönemde önce Erbakan’ın Milli Görüş hareketiyle yakın ilişkiler kurmuş; ancak dönemin antikomünist teyakkuz hali içerisinde Erbakan’ın sola karşı yeterince mücadele veremeyeceğini anlamış ve 70’lerin sonlarına doğru MHP’ye yanaşmıştır. O, MHP’li gençlerde komünizmle mücadele için gereken “cevher”i görmüş ve politik yatırımını oraya yapmıştır. MHP’nin seküler milliyetçilikten Türk-İslam sentezine doğru yürüyüşünün zirve noktası Kısakürek’in MHP’ye desteğini açıklaması olmuştur. Tüm bu siyasi pratiğe eşlik eden ise resmi tarihin karşısına Türk sağının resmi tarihini koyma projesidir. Kısakürek Osmanlı-Türkiye modernleşme projesini “gavurlaşma” olarak okur ve hem Mustafa Kemal’i hem de Cumhuriyet’i hedef tahtasına yerleştirir, Mustafa Kemal’in karşısına alternatif olarak “Ulu Hakan” Abdülhamid’i çıkartır, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması gibi meseleleri güncel siyasetin bir parçası haline getirerek Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanlığını popülerleştirir, semboller siyaseti üzerinden popüler bir İslami gündem yaratma amacıyla hareket eder ve bunda da başarılı olur. Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların önemlice bir bölümü gençlik yıllarında onun rahle-i tedrisatından geçmişlerdir ve ona hala büyük bir hayranlık duymaktadırlar. Bizzat Erdoğan’ın kendisi Necip Fazılcıdır; hem Osmanlı-Türkiye tarihine hem de devlet yönetimine bakışını onun yazıp çizdikleri ve söyledikleri şekillendirmiştir. 

1965 yılının Türkiye’de karşı devrimin siyasal alana ağırlığını koyması açısından önemli bir uğrak olduğunu biliyoruz. 1965 sonrası Türkiye’de solun cumhuriyetçi bir hattı da kapsayan yükselişi, Türkiye’de sağın farklı varyantlarını örneğin mukaddesatçı/İslamcı ve Türkçü faşist gelenekleri Cumhuriyetle nasıl ilişkilenmeye zorladı?  

Dediğiniz gibi, 1965 hem solun Türkiye’de ilk kez ete kemiğe büründüğü hem de düzen güçlerinin buna karşı siyasal alanı ve devlet mimarisini yeniden düzenledikleri çok kritik bir uğrak. Bu uğrağın “sol” tarafında İnönü ve Ecevit’in CHP’yi “ortanın solu”na yerleştirmeleri ve bunu “aşırı sol”un yükselişini engellemek için yaptıklarını söylemekten hiç kaçınmamaları bulunuyor. Sağda ise o yıla baktığımızda öncelikle dönemin en güçlü öğrenci hareketi olan Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) İslamcılar tarafından ele geçirilmesini görüyoruz. 1969-70’e kadar sola karşı verilen mücadelenin sokak gücü, özellikle üniversitelerde, büyük ölçüde MTTB üzerine kuruluyor. Örneğin 1969 yılındaki ABD 6. Filosu’nun Türkiye’yi ziyaretine yönelik protesto gösterilerine karşı düzenlenen ve Kanlı Pazar olarak bilinen saldırının arkasında, merkezinde MTTB’nin olduğu bir İslamcı koalisyon var. İşin propaganda kısmını Mehmet Şevket Eygi gibi figürler üstleniyorlar; bunların özellikle Endonezya’daki komünist katliamını Türkiye’ye örnek olarak gösterdiklerini biliyoruz. Katliama dair ellerindeki basılı materyal ve propaganda resimleri ise yerli ve yabancı istihbarat birimleri tarafından beslendiklerini gösteriyor. Ancak 12 Mart’a doğru gidilirken bir nöbet değişikliği söz konusu oluyor; çünkü Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Hareket paramiliter bir yapılanma olarak artık sahneye çıkıyor ve bir paramiliter güç olarak sokağa ağırlığını koymaya başlıyor.

27 Mayıs sonrası ortaya çıkan fikir ayrılıkları nedeniyle tasfiye edilen ve Hindistan’a bir nevi sürgüne gönderilen Türkeş, kendisiyle birlikte tasfiye edilen ve sürgüne yollanan subayların bir bölümüyle birlikte Türkiye’ye dönüp Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne giriyor ve kısa süre sonra da partiyi ele geçiriyor. 1965-69 arasında Türkeş’in hala seküler bir söyleminin olduğunu görebiliyoruz. Bunda hem endoktrinasyonunu ordudan almış olması hem de milliyetçilikle Nihal Atsız gibi bir figür üzerinden tanışmış olması var. 1944 ırkçılık-Turancılık davasında yargılananların Türklükle İslam arasında özsel bir ilişki kurmadıklarını ve seküler bir karakter taşıdıklarını biliyoruz. Ancak 1969’dan itibaren işler değişmeye başlıyor. Türk sağının önemli figürlerinden biri olan ve gerçek bir Cumhuriyet düşmanı diyebileceğimiz Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” formülasyonu benimseniyor ve Türk-İslam sentezci çizgiye geçişin ilk adımları atılıyor. Zaten aynı dönem ABD’nin Sovyetler’e karşı bir “yeşil kuşak” projesini hayata geçirmeye çalıştığını biliyoruz. 12 Mart darbesiyle solun etkisizleştirilmesi bir süreliğine MHP’yi ve Ülkücü Hareketi de atıl konuma düşürüyor ama 1974 affından sonra solun geri dönüşü MHP’nin ve hareketin de dönüşünü beraberinde getiriyor. ABD ve Gladio’nun sola yönelik siyasal şiddet stratejisinin koçbaşı olma görevini üstlenen MHP, özellikle 1977’den itibaren kitle katliamlarına ve ses getiren siyasi cinayetlere yöneliyor ve sağın tabanını taraf olmaya, yüzünü kendisine dönmeye zorluyor. Aynı yıllar ülkücü militan tabanın büyüdüğü ve bu büyümenin insan deposu olarak taşranın öne çıktığı yıllar. Taşradan gelen gençleri komünizme karşı ölmeye ve öldürmeye teşvik etmek daha fazla “maneviyat” gerektiriyor. İşte MHP aradığı maneviyatı önce Necip Fazıl’da buluyor, 12 Eylül darbesine yaklaşılan süreçte ise bugün artık çok popüler olan Adıyaman’daki Menzil tarikatıyla bağlar kuruluyor. 12 Eylül geldiğinde hareketin tabanında İslam Türklüğe daha baskın hale gelmeye başlıyor ve bu da zaten sonrasında Büyük Birlik Partisi’ne uzanan bölünme sürecinin nüvelerini oluşturuyor.


Burada bakmamız gereken diğer hareket Milli Görüş. 1965’ten itibaren siyaset sahnesinde daha faal bir şekilde gördüğümüz Erbakan, Türkiye kapitalizminin dönüşümü ve büyük burjuvazinin hâkim sermaye fraksiyonu haline gelmesine paralel bir şekilde özellikle taşradaki ticaret burjuvazisinin, eşrafın ve küçük sermaye sahiplerinin bu gidişattan duydukları hoşnutsuzluğu dini hassasiyetlerle sentezleyerek yola çıkıyor ve buna yoksul ve dindar halk kitlelerinin bir kısmının desteğini de ekleyebiliyor. Erbakan da tıpkı Necip Fazıl gibi Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini ve Cumhuriyet’i “gavurlaşma” olarak okuyor ve buna yine Necip Fazıl gibi “Yahudi faktörü”nü eklemeyi ihmal etmiyor. Hiçbir zaman doğrudan dile getirilemese de Milli Mücadele’nin kazanılması ve Lozan’ın kabulü uluslararası Yahudi şebekesinin Mustafa Kemal’e bir hediyesi olarak görülüyor. Zaten tabanda da Mustafa Kemal’in bir Yahudi olduğu ve görevinin Müslüman Türk milletini dinsizleştirmek olduğu yönündeki dedikodular kulaktan kulağa yayılıyor. 12 Eylül öncesinin iç savaş ortamında şiddetten uzak durması Milli Görüş’ün siyasette tutunmasını kolaylaştırsa da bu pasif tutum hızlı büyümesinin önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. 12 Eylül darbesinin yaptığı alan temizliğinin ardından 90’lı yılların siyasal İslam’ın ve Milli Görüş’ün o dönemki partisi Refah Partisi’nin yükseliş yılları olduğunu biliyoruz, 28 Şubat restorasyonu ile birlikte hareket gelenekçiler ve “yenilikçiler” olmak üzere ikiye bölünüyor ve “yenilikçiler”in partisi AKP adı konulmamış ve resmileşmemiş bir şekilde üst ilkesi İslam olan bir rejimi tedrici olarak inşa etmeye başlıyor. Halen o sürecin içerisinden geçiyoruz.  

12 Eylül’ün “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nda özel bir yeri olduğunu biliyoruz, cuntacılar kamuoyu önünde sürekli Atatürk’ten ve Atatürkçülükten bahsediyorlar ama arka planda İslamcılığın kontrollü bir şekilde büyümesini sağlayacak adımlar atılıyor. Neden? 

1970’lerin sonlarına gelinirken Türkiye’nin düzeni çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor. İthal ikameci birikim rejimi tıkanmış durumda, döviz açığına bir çare bulunamıyor. İşçi sınıfı ve solun gücü nedeniyle sömürü düzeyini, yani kâr oranlarını artırmak mümkün olmuyor, ücretler aşağıya hızlıca çekilemiyor, grevler nedeniyle kaybedilen iş günü artıyor. Düzen siyasetinin giderek yönetemez hale geldiği bir konjonktürden, bir hegemonya bunalımından geçiliyor ve parçalı, son derece kutuplaşmış bu tablo, düzeni ciddi anlamda bir beka tehdidi algısıyla karşı karşıya bırakıyor. Öte yandan emperyalizmin yaşadığı bir jeopolitik kriz var ve bu Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Sovyetler Afganistan’a girmiş, İran’da anti-Amerikan bir İslam devrimi gerçekleşmiş ve Batı’da NATO’nun güney kanadının tehdit altında olduğu, Türkiye’nin düşmesi halinde hem Sovyetler’in stratejik bir üstünlük yakalayacağı hem de Ortadoğu petrollerinin sorunsuz bir şekilde Batıya akışının kesintiye uğrayabileceği düşünülüyor. Tüm bu iç ve dış koşullar ise Türkiye’nin düzenini bir darbeye, olağanüstü bir yönetim biçimine, en çok sola vuracak bir hamleye mecbur bırakıyor.

12 Eylül, sermaye düzeninin hem birikim krizine hem de emperyalist zincirden kopma ihtimaline karşı yapılan bir darbeydi. Kitlelerin rızası “dökülen kardeş kanının durdurulması” söylemiyle alındı ama öte yandan apolitik bir Atatürkçülük uzun vadede kitleleri yönetebilmek için yeterli değildi. “Gençliği sapkın ideolojilerden korumak için” kontrollü bir şekilde de olsa İslamcılığa ve milliyetçiliğe alan açılması gerekiyordu. Özal ve Anavatan Partisi piyasacılıkla muhafazakârlığı sentezleyerek yeni merkez sağı oluşturmuştu zaten. İdeolojik girdi ise Türk-İslam sentezinin devletin adı konulmamış resmi ideolojisine dönüştürülmesiyle yapıldı. Aydınlar Ocağı mensubu isimler başta eğitim olmak üzere devletin ideolojik aygıtlarının kritik noktalarına getirildiler, başta Fethullahçılık olmak üzere tarikat ve cemaatlere çizilen sınırlar genişletildi, bunların şirketleşmesine olanak tanındı ve taşrada ihracatçı ve İslamcı bir burjuvazinin gelişiminin önü açıldı. 

İhracata dayalı birikim rejimi düşük değerli TL’yi, düşük ücretleri, örgütsüz, sendikasız bir emek hareketini ve solun yokluğunu gerektiriyordu; bu noktada bir tevekkül ideolojisi olarak din devreye sokuldu, dinselleşme bu birikim rejiminin hegemonya projesinin başlıklarından biri haline getirildi. Buna bir yandan da sağcı köşe dönme ideolojisi, rüşvet, kayıt dışı ekonomi, hayali ihracat, toplumu kolektif suça ortak etme gibi çürütme mekanizmaları eklendi. Piyasacı ve özelleştirmeci ideoloji bir yandan insanları bireycileştiriyor, öte yandan cemaatlerin, tarikatların bir parçası haline getirerek sürüleştiriyordu. Tüm bunlar ise eksiğiyle, gediğiyle Cumhuriyet’in yeni bir yurttaş yaratma projesinin yavaş yavaş tedavülden kalkması, örgütsüz, hakkının hukukunun peşinde koşmayan, ses çıkarmayan bir toplum yaratılması anlamına geliyordu. Kitleler özellikle 90’lardaki aydın kırımının da eşlik ettiği bir şekilde sürüleştirdiler; Türkiye’de solkırım ve aydın kırımı, yani siyasi şiddet, bu ikisi bir arada toplumun sağcılaştırılması ve sürüleştirilmesi operasyonunun temelini oluşturdular ve bugünlere oralardan gelindi. Dolayısıyla AKP iktidarının bir tarih öncesi var ve biz o tarih öncesine baktığımızda Türkiye yönetici sınıfının ve Türk sağının el ele ve aynı anda hem Cumhuriyet’e hem komünizme saldırmasını görüyoruz. Türkiye’nin düzeni Cumhuriyet’in ilerici damarı ile sosyalist damarın birlikte büyüme potansiyelini gördüğü andan itibaren buraya müdahale etti ve bu müdahalenin sonucu sol düşmanlığı adına açılan kapılardan girenlerin önce hükümet, sonra devlet olup rejimi değiştirmeyi ve Cumhuriyet’i yıkmayı başarmaları oldu. Uzun intihar süreci böylece nihayetlendi.

Rejimin değiştiğini söylüyor ve “Cumhuriyet yıkıldı” diyorsunuz ama biz Erdoğan’ın ve AKP’nin özellikle son yıllarda bir tür Atatürkçü söylem üretmeye başardığını ve Cumhuriyet’i sahiplenen bir dil kullandıklarını, ulusal gün ve bayramlarda da bu dilin kullanıldığını görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz? 

AKP de dâhil Türkiye’de siyasal İslam Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i doğrudan karşısına alarak bir yere varamayacağını deneyimleyerek gördü; doğrudan Atatürk’le ve Cumhuriyet’le uğraşmak da bir grup meczup tarikat şeyhine kaldı. Rejim inşa eden ve devletleşmiş bir parti olarak AKP ise bir yandan Cumhuriyet’in tabutuna son çiviyi çakarken bir yandan da inşa ettiği rejime uygun yeni bir tarih yazımına girişti ve hem Atatürk’ü hem Cumhuriyet’i o tarih yazımının içerisine yerleştirdi. Bunu özellikle Erdoğan’ın ulusal gün ve bayramlarda yaptığı açıklamalarda görebiliriz. Erdoğan Selçuklu’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan kesintisiz bir hat çizer ve “Selçuklu da bizim Osmanlı da bizim Türkiye de bizim” der. Bu ise hem Mustafa Kemal’in hilafet ve saltanat karşısındaki devrimci karakterinin üzerini örtüp onu bir Osmanlı paşası gibi göstermeye hem de Cumhuriyet’in Osmanlı’dan bir kopuş olduğu gerçeğinin üzerini örtüp arada bir süreklilik ilişkisi varmış gibi yapmaya hizmet eder. Bu anlatı bir yerinden Mustafa Kemal’i aslında Vahdettin’in Samsun’a gönderdiği anlatısına açılır, öte yandan Cumhuriyet devrimlerini ve o devrimlerin seküler, laik ve aydınlanmacı karakterini önemsizleştirir, silikleştirir.

Aynı anlatı Milli Mücadele dönemini ön plana çıkartırken, az önce söylediğim üzere inkılaplar, devrimler dönemini yok sayar. Çünkü Milli Mücadele’nin söylemi gerçekten de “gavura karşı savaş” üzerine kurulmuştur ve henüz ulus bilincinin gelişmediği bir ülkede din, işgale karşı direnişin asli motive edici unsurudur. Mustafa Kemal de millet tanımını yaparken “anasır-ı İslam”a, yani İslam unsurlarının birliğine vurgu yapmış, kolektif bir kimlik olarak milleti Anadolu’da yaşayan bütün Müslümanların oluşturduğunu söylemiş ve savaş boyunca gayrimüslimler millet tanımının dışında bırakılmıştır. İnkılaplar dönemine geçildiğinde milletin tanımı değişecek, dinin yerini Türklük almaya başlayacak, kolektif kimlik daha da sekülerleşecektir, gayrimüslimler ise “vatandaşlık itibariyle Türk” sayılacaklardır. Bu değişim, yani kolektif kimliğin kurucu unsurunun din olmaktan çıkıp Türklük olması ise Türkiye İslamcılığının Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e yönelik öfke ve husumetinin başlangıç noktasıdır. Buna göre inkılaplarla birlikte Türkler Müslüman kimliklerinden uzaklaştırılmış, ümmet anlayışının yerini millet ya da aynı anlama gelmek üzere ulus almış, Türk milleti mensup olduğu İslam medeniyetinden koparılıp Batı medeniyetine iltihak ettirilmiştir. İşte günümüz İslamcılığının yeni bir tarih yazımına girişerek Milli Mücadele’yi öne çıkartırken inkılaplar dönemi yokmuş gibi yapmasının ve anlatısını bunun üzerine kurmasının esas nedeni budur; yani Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in devrimci ve kopuşçu niteliğini zihinlerden, hafızalardan silmeye yönelik arayıştır. 

Tüm bunlara bir de Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak görmesini eklemek gerekiyor elbette. Bir devrimci olarak değil ama Milli Mücadele’nin, yani “Müslüman Türk milletinin gavura karşı direnişi”nin lideri olarak tasvir edilen Mustafa Kemal imgesi, Erdoğan’ın kendini siyaseten konumlandırdığı yer açısından ona bir avantaj sağlıyor. Erdoğan kendisini yedi düvele karşı yeniden milli mücadele veren bir lider olarak sunuyor, Türkiye’ye kurulan tuzakları bozuyor, Türkiye’yi müdafaa ediyor vs. Ama sadece bu değil; Erdoğan, Atatürk sonrası kopan devlet-millet bağlarını yeniden kurma, milletine yabancılaşan orduyu yeniden milletin ordusu haline getirme, o ordunun başkomutanı olma gibi iddiaların hepsini, tarihsel hakikatinden arındırılmış bir Mustafa Kemal ve içeriği boşaltılmış bir Cumhuriyet anlatısı üzerine yerleştiriyor. 

Son zamanlarda yeni bir tür milliyetçiliğin yükselişte olduğunu ve bunu sizin de aralarında bulunduğunuz çoğu ismin “seküler milliyetçilik” olarak adlandırdığınızı biliyoruz; ancak milliyetçiliğin seküler versiyonları Türkiye siyaseti için yeni bir olgu değil. Bu milliyetçiliği onlardan ayıran şey nedir tam olarak, örneğin Atatürk ve Cumhuriyet meselesine nasıl bakıyorlar?   

Evet, söylemiş olduğunuz üzere milliyetçiliğin seküler versiyonları geçmişten bugüne olageldi Türkiye’de. Örneğin Atatürk milliyetçiliği ya da 40’lı yılların ırkçı-Turancı milliyetçiliği seküler karakterliydi. 1965-69 arası ülkücü milliyetçiliğin de seküler bir karakter taşıdığını, 90’lı yıllarda ve özellikle 28 Şubat sürecinde de yine görece seküler bir karaktere büründüğünü ve AKP ile işbirliği yapana kadar bunu devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Bu işbirliği ise başka birtakım faktörlerle birlikte sözünü ettiğiniz yeni milliyetçiliğin ortaya çıkışını sağladı. Nedir o faktörler peki? Her şeyden önce AKP iktidarı ve onun İslamizasyon politikalarıdır. Yeni seküler milliyetçilik bu politikalara tepki olarak doğdu ve MHP’de temsil edilemeyince kendine yeni mecralar yaratmaya soyundu. İYİ Parti ve Zafer Partisi, bunun bir sonucu olarak çıktı. Ancak bu yeni milliyetçiliği popülerleştiren ve özellikle gençler arasında cazibeli kılan, üstelik ona partiler üstü bir karakter kazandıran şey AKP’ye yönelik tepkinin bir dolayım mekanizması üzerinden verilmesidir ve orada esas mesele sığınmacılar ve göçmenlerdir. Türkiye’nin içerisinden geçtiği çoklu kriz konjonktürü toplumda büyük bir öfke ve çaresizlik yaratıyor; ana akım muhalefet bu öfke ve çaresizliği politize edemiyor, sol ve emek hareketi ise son derece zayıf ve işte tüm bunlar nedeniyle bu yeni seküler milliyetçilik göçmen ve sığınmacı düşmanlığı üzerinden kendini ifade ediyor, göçmenlerin ve sığınmacıların varlığını en büyük beka tehdidi olarak görüyor ve yaşanan krizin faturasını buraya kesiyor. Bu da onu Batı’daki popülist sağ ve neo-faşist akımların içerisine yerleştiriyor. İçinde bulunduğu krizi bir günah keçisinin sırtına yüklemek insan toplumları için her zaman çekici ve cazibeli olmuştur. Bugün Türkiye toplumu da sosyalist sol hariç, hatta onun da bir kısmının dâhil olacağı şekilde, göçmen ve sığınmacı düşmanlığında siyaset üstü bir pozisyonda ortaklaşabiliyor. Bu ortaklaşma ise eninde sonunda sözünü ettiğimiz bu yeni milliyetçiliği ve daha geniş bir düzlemde yeni bir faşizmi güçlendiriyor, popülerleştiriyor.

Bu yeni popülist-seküler milliyetçilik, elbette ki anlatısının merkezine Atatürk’ü koyuyor ve Cumhuriyet’i sahipleniyor ama bunu yaparken Atatürk’ü neredeyse ırkçı-Turancı bir milliyetçiliğin taşıyıcısıymış gibi gösteriyor, Mustafa Kemal imgesini militarist bir veçheye büründürmeye çalışıyor. Devrimci karakterini ise tıpkı siyasal İslamcıların yaptığı gibi silikleştiriyor. Öte yandan bu milliyetçilik kendi tarihsel kahramanlarını eklektik bir şekilde yaratıyor: Mustafa Kemal’le Enver Paşa ya da Nihal Atsız gibi isimler tarihsel bağlamından ver gerçekliklerinden koparılarak yan yana konuluyor ve aynı panteonun bir parçası haline getiriliyor. Cumhuriyet ise Osmanlı’dan kopuş ve devrimci bir atılım olarak görülmüyor, milliyetçi-devletçi perspektiften “son Türk devleti” olarak değerlendiriliyor ve bütün milliyetçiliklerde gördüğümüz devlet fetişizmi burada da karşımıza çıkıyor. Öte yandan seküler milliyetçiliğin içerisinde daha marjinal konumda olup piyasacı, batıcı, liberal, “hürriyetçi” bir yaklaşımın da bulunduğunu biliyoruz; ancak onlar da eninde sonunda ırkçılıkla ve devlet fetişizmiyle flört ediyorlar ve sığınmacı/göçmen düşmanlığından besleniyorlar. Burada son olarak söylenmesi gereken şey belki de şu: Seküler milliyetçilik de nihayetinde Ülkücü Hareket’in içerisinden çıkıyor ve köklerini orada buluyor; bu ise bize bugün göçmen/sığınmacı düşmanlığından beslenen bu akımın, olası bir sol yükselişte özüne dönüp antikomünist karakteriyle temayüz edeceğini ve sağın başka güçleriyle birlikte sokakta solun karşısına dikileceğini gösteriyor. (FATİH YAŞLI -  GELENEK - SOL.ORG)

Blogger tarafından desteklenmektedir.