Kendisine “kapatılmamış bir köy enstitüsü” sıfatı yakıştırılan Abdullah Özkucur’u 2022 yılında 102 yaşındayken kaybetmiştik. Köy Enstitüsü’n...
Kendisine “kapatılmamış bir köy enstitüsü” sıfatı yakıştırılan Abdullah Özkucur’u 2022 yılında 102 yaşındayken kaybetmiştik. Köy Enstitüsü’nün yetiştirdiği değerli öğretmen; aydın, şair Ali Yüce, “Kapatılmamış Köy Enstitüsü”adlı şiirinin dizelerinde Abdullah Özkucur’u anlatıyordu: “Ağaçlara çiçek açmayı/Kuşlara ötmeyi öğretti/Sevmeyi öğretti çocuklara/Öğretmenim Ablullah Özkucur/(…) Yolunu kesince haydutlar/Kırk yerinden kırıldı türküsü/Köylü diyorlar O’na yanlış/O kapatılmamış Köy Enstitüsü”
Gerçekten de Abdullah Özkucur, Köy Enstitülerinin hayata geçirdiği aydınlanma doğrultusundaki çabasını, şairlere ilham verecek denli son nefesine dek sürdürmüştü. Ölümünden önce tamamlamaya çalıştığı kitabının başlığı “Köy Enstitülü Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı” şeklindeydi.
Köy Enstitülü öğretmenlerden hala yaşayanların olması elbette ki bizler için önemli bir durum. Çünkü onların yaşamı genellikle bir insanın nefes alışveriş rutininden daha farklıdır. O fark Köy Enstitüsü’nde gördükleri eğitimin, toplumu ve ülkeyi çağdaş anlamda gelişip ilerletme hedefinin coşkusuyla doludur. Abdullah Özkucur’la irtibatımı yine kendisi Köy Enstitüsü çıkışlı olan Mehmet Cimi sağlamıştı. Mehmet Cimi de bir Kapatılmamış Köy Enstitüsü’ydü. Sadece öğretmenlik yapmamış, Köy Enstitüsü tecrübesini ve eğitim alanında yaptığı etkileri de göz önüne alarak kitaplaştırmıştı. Köy Enstitüsü çıkışlı çoğu yazar gibi Mehmet Cimi de enstitülerin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç hakkında yazmayı görev bilmiş; bu ve bunun gibi başka konulu kitaplara da imza atmıştı.
Mehmet Cimi 93 yaşında 2023 yılı Kasım ayında yaşamış olduğu İzmir’de aramızdan ayrıldı. Bundan yıllar önce Fakir Baykurt’la ilgili biyografi çalışmamdan dolayı bana onunla ilgili anısını aktarırken, konuyu kendisi ile röportaj yapmaya çevirmiş bulundum. Bu nedenle yaptığım görüşmelerimizde Köy Enstitülü öğretmenlerimizin yazıp anlattıkları kadar anlatacaklarının da bitmediğini bir kez daha anlamış oldum.
“Her sabah halaya kalkardı ülkem”
Aşağıdaki söyleşi kimimizin öğretmeni ya da öğretmenlerimizin öğretmeni Mehmet Cimi ve diğer Kapatılmamış Köy Enstitüsü niteliğindeki bütün öğretmenlerimizin anısı içindir.
– Son yıllarda eğitimciler, aydın çevreler arasında Köy Enstitüleri olumlu örnek olarak daha çok konuşulur oldu. Bunun, içinde bulunduğumuz eğitimin durumu ile ilgisi ya da nasıl bir açıklaması olabilir?
Mehmet Cimi: Köy Enstitüleri 1940’tan 1945’lere dek en verimli dönemini yaşadı. Çok partili zamana geçmemizle birlikte ortaya çıkan yeni parti (DP) olmadık suçlamalarla oraları karaladı.
Yıllar yılı okumadan yazmadan yoksun bırakılmış köylülerimiz yasada öngörülen gün sayısınca imece suretiyle çalışıp köylerinin okulunu tamamlamak isterlerken, onlara “Şehir ve kasabalardaki okulları devlet yapıyor, siz amele misiniz, niye çalışıyorsunuz? Bizler iktidar olunca onları devlet yapacak!” deyip köylüleri çalışmaktan alıkoydular. Okul yapmaları öylece yüz üstü kaldı.
O günlerde bol keseden atıp vaatte bulunanları iktidara gelince ara ki bulasın… O kadar da inkâr etmeyelim haydi. Onlar ancak çağın istemlerine yanıt veren, sorup sorgulayan eğitim yolu varken, Köy Enstitülerinin tümden karşıtı olan bir eğitim yolunu tuttular. Öyle de gidiyor.
Köy Enstitülerinde uygulanan o sistem kısacık zamanda kimi ülkelerin parmağını ısırttı.
Tozdan dumandan birazcık gözümüzü açtığımızda (1960 sonrası) Köy Enstitüleri gündemden düşmez oldu. Bu arada UNESCO geri kalmış ülkelere Köy Enstitüleri örneğini salık verdi. Bugün pek çok insanımızın dilinden düşmeyen o kurumların adını siyasi partilerimizden hiçbiri telaffuz edemiyor.
Köy Enstitüleri niye kapatıldı diye soracak olursan; bana ait olmayan özetin özeti bir sözle yanıtlayabilirim bunu. O da ne ki derseniz, işte: “Bindiğim eşeğin akıllı olmasını istemem ben. Akıllı eşek üstünde tutmaz, düşürür beni.”
–Siz Çifteler Köy Enstitüsü çıkışlısınız. Benim edindiğim izlenim Çifteler’in diğer enstitüler yanında daha ağırlıklı bir özelliğinin olmasıdır. Gerçekten öyle midir? Eğer öyleyse Çifteler’i farklı kılan neydi?
Kızılçullu’yla Çifteler 1937’de Eğitmen Kursu ve Köy Öğretmen Okulu olarak açıldı. Bunları sırasıyla 1938’de Kepirtepe, 1939’da Gölköy izledi.
17 Nisan 1940’ta çıkarılan bir yasayla bu dört okulun adı Köy Enstitüsüne dönüştü. Bu arada yurdun çeşitli yörelerinde 10 tane yeni Köy Enstitüsünün temeli atıldı.
Köy Enstitülerinde eğitim ve öğretim “İş içinde, iş aracılığıyla yaparak, yaşayarak” ilkesini esas alacaktı. Bu sistemi oralarda yaşama geçirecek elemanlara gereksinim vardı. İlk akla gelen isimlerden biri M. Rauf İnan oldu. M. Rauf İnan, öğrenimini Viyana’da tamamlamış beş eğitimcimizden biri, o günlerdeyse Manisa İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevini sürdürüyordu. Köy Enstitülerinde uygulamaya konacak modeli M. Rauf İnan’ın rahatça uygulayabileceği kanısına varan İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç, onu Manisa’dan alıp Çifteler’e müdür olarak atadı.
Yeni açılacak enstitülerde görev alacak kimi müdürler bir süre Çifteler’de kalarak yeni sistemi yakından izleme fırsatı bulup daha sonra yeni görev aldıkları yerlerine gittiler. Kısaca Çifteler uygulama alanı oldu. Çifteler adının yaygınlaşması belki de bundandır diyebilirim size…
– Enstitü, Mehmet Cimi olarak size eğitim formasyonu ve bilgi sahibi olmaktan öte ne tür özellikler ya da yetenekler kazandırdı?
En zor şeylerden biri kişinin kendini anlatmasıdır bence. Madem sordunuz kısaca yanıtlayayım. Enstitü bana iyi bir okuma alışkanlığı kazandırdı. Herhangi bir şeyin nedenini, niçinini irdeleme fırsatı verdi. Verilen işi, ödevi hiçbir zaman baştan savma yapmadım. Onu hep kendi işim bilip üstesinden gelme sorumluluğu kazandım.
Bu arada elime kalemi alarak az da olsa ucundan kıyısından bir şeyler yazma çizme alışkanlığı elde ettim.
– Eğitimin bugünkü olanak ve fiziki şartları düne, hatta Köy Enstitüsü dönemine göre çok gelişkin. Ancak çağına uygun insan yetiştirmek açısından çok başarısız. Bu konudaki görüşleriniz nedir acaba?
Bana yönelttiğiniz sorunun yanıtını bir bakıma kendiniz vermiş oluyorsunuz. Buna kısaca; “ülkede eğitim öğretim diye bir şey kaldı mı?” desem acaba beni çok mu karamsar bulursunuz?
Bugün yönetimi elinde bulunduran siyasi erk, çocuklarımızı çağın gereksinmelerine uygun eğitim ve öğretimden geçirme yerine, çok gerilerde kalan bir anlayışla oyalamakta, onların yeteneklerinin ortaya çıkmasını gasp etmektedir.
Yakın dönemde TV kanallarımızın birinde çalışmalarına güvenilen bir araştırma kurumunun okuryazar gençlerimiz üzerinde yaptığı araştırmaya göre yüzde 42’sinin okuduklarını anlamadıklarını, bu arada 4 işlemi, yani (toplama, çıkarma, çarpma, bölmeyi) yapamadıklarını saptadı.
Haydi siz söyleyin bu sonuç bizi gönendirsin mi, yoksa düşündürsün mü?
– Baskılara, gericiliğe ve her türlü anti-demokratik uygulamalara karşı direnen, muhalefet eden bir avuç insanın inancı ve gücünde Köy Enstitülerinin oluşturduğu aydınlanmanın etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Buna katılır mısınız?
Halkımızın kör inançlardan kurtulup aydınlanmasında köy enstitülü kuşağın etkisi yadsınamaz. Köy Enstitülüler görev üstlendikleri yerlerde hiçbir zaman derslikteki dersle sınırlı tutmamışlardır kendilerini. Halkın sorunlarını çözme uğraşı vermişlerdir.
Bu arada Köy Enstitülerinden hiçbir eğitim kurumumuzun ulaşamadığı oranda yazar çizer yetişmiş, bunlar hatırı sayılır yapıt vermiş, bu yapıtlar halkımızın beğenisini kazanmakla kalmamış, kimileri yabancı dillere çevrilmiştir. Azımsanacak iş mi bu?
Şunu da eklemek isterim. Köy Enstitülerinin kuruluşlarının üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına karşın hep gündemden düşmeyişi aydınlanmamıza katkısının açık kanıtı olsa gerek…
– Fakir Baykurt sizin de dostunuz ve arkadaşınızdı. Biriniz Gönen, diğeriniz Çifteler çıkışlısınız. Onunla dostluğunuz nasıl başladı desem, ne anlatırsınız acaba?
Fakir Baykurt, adına büyük bir titizlikle çalışıp ortaya çıkardığınız “Romancının Serüveni” adlı yapıtınızı okudum. Doğrusu gönendim. Siz o yapıtınızla Fakir’i tanıyanlarıyla yeniden buluşturmakla kalmamış, yazmaya heveslenen genç arkadaşları cesaretlendirip kalemlerini sivriltmelerine önayak oldunuz. Bu nedenle sizi yürekten kutlarım.
Fakir’e ilişkin anıya gelince; neyi, nasıl anlatsam demeden edemedim doğrusu. Öyle ya anlatacağım anı benim unutulmazımdır. Bir başkasını ne derece ilgilendirir, diye duraksadım. Madem sordunuz ucundan kıyısından bir iki anıyı sıralayayım:
1944-46’larda Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde Köy Enstitüleri Dergisi’nde Tahir Baykurt imzasıyla çıkan “Keziban Abam, Vazgeçtim, Boşa Çıkan Beddualar, Gönen Mektubu”yla onu tanıdım.
1949’un şubatıydı. Enstitünün kitaplığında “Edebiyat Dünyası” adlı dergi çıktı karşıma. Başladım evirip çevirmeye. Arka sayfa Fakir’in şiirleriyle Sabahattin Hüsnü’nün Fakir’i tanıtım yazısına ayrılmıştı. “Size Halim Bildirir” şiiri köyden gelen biri olarak beni nasıl çekti kendine, ah nasıl? …
Peki, nasıldı o şiir diyeceksiniz belki de… Başlangıcını haydi sizinle paylaşayım: ”Trenler de uğramıyor vapur da uğramıyor/Dağlar ardında bulunduğum köy/Al haberi alabilirsen/Kalmışsın ilgisiz ilişiksiz ayrı uzak/Elindeyse sıkma kalbini elinde/Elindeyse ağlama oturupta/Ve satma anasını dünyanın…!”
Doğrusu köyden gelen biri olarak şiir beni kendine çekti, kıvrandım. Bu kıvancımı o günler Gönen’den gelip kümemize (sınıfımıza) verilen bir arkadaşa:”sizin enstitüden bir şairin dergide şiirlerini yayımlamışlar, hem de güzel tanıtmışlar,” diyecek oldum, “Kimmiş o?” dedi. “Fakir Baykurt, dememle, öfkeyle “..ktir et onu!” demez mi? Fakir’le uyuşamadığını nereden bilirdim? Daha da bir şey sormama kapı aralamadı. Ateşe basmışa döndüm.
***
Öğretmen olarak 1949-50 ders yılını tamamlayıp köyüme döndüm. Soruştura soruştura adresine ulaşıp yazdığım mektubu yanıtladı Fakir. Babam yanımda, başladım onu sesli okumaya: “Mektubunu uzattıkları zaman sırtımda arpa çuvalı vardı.” diye başlamıştı mektuba. Babam tutamadı kendini: “Bravo şu çocuğa bak, nasıl çalışıyor” dedi.
Fakir, elbet babamın sesini duymadı. Gene o günlerdeydi. Avni-Turhan Dökmeci’nin çıkarmakta olduğu Kaynak dergisi geldi. Babam hani Fakir’i sevdi ya dergide yer alan onun “Öğleyin” adlı şiirini okudum: “Çalıştık çabaladık didindik anacığım/Ayran getir bacım söndürsün anamın yangınlığını/Ah yok ki ayran/Ne yapalım acı soğan kuru yavan/Savalım öğlen öğünümüzü”
Şiir babamın can teline dokundu. Kendini alamayıp, bir kez daha: “Bravo yahu şu oğlana. Aynen bizim halimizi yazmış” demekten kendini alamadı.
Birbirimizi göremeden aramızda bir dostluk köprüsü böyle kuruldu. Mektuplaşmalarımız (sık olmasa da) sürdü.
***
1957’de Piyade Yedek Subay Okulunda yakından birbirimizi tanıma olanağı bulduk, ayrı bölüklerdeydik. Ama paydos saatlerini iple çekerdik. Altı ayımız geçti orada. Yazmayı düşlediği Yılanların Öcü’nü ‘ne etsem de tamamlayabilsem’ diye kendine fırsatlar yaratmaya çalışıyordu.
Devre sonunda Fakir, Konya’nın ben de İstanbul’un yolunu tuttum.
Romanı Konya’da bitirip Cumhuriyet’e ulaştırmış. Bir ara Cumhuriyet’e gittim. Yaşar Kemal’le tanıştım. Laf lafı açtı, Yunus Nadi yarışmasına değinildi.
Yaşar Kemal, katılımın epeyce olduğunu söyleyince, bizlerden bir arkadaşın da katılacağını sanıyorum, demiş bulundum.
“Kimdir o?” deyince, ben de “Fakir Baykurt adında biri” diye yanıtladım.
“Yarışmaya gönderilen eserlerin ilk elemesi benim elimden geçiyor. O kişinin (Fakir’in) eserlerini okudum, Faik Baysal’ın “Rezil Dünya” eseri Fakir’i sollamazsa, bence Fakir, iyi durumda. Son söz büyük jürinin onlar ne der, bilemem?” dedi.
Yarışmanın haziranın son günlerinde belli olacağını öğrendim, Cumhuriyet’ten ayrıldım.
Elemenin belli olacağı gün, bir bahaneyle birliğimden izinli olarak İstanbul sokaklarına attım kendimi. Ufak tefek işlerimi gördüm. Sonucu öğrenmek için bir yerlerde savsaklanıyorum.
Zaman tamamdır, deyip Cumhuriyet’in yolunu tuttum. Orhan Kemal’le karşılaşmayayım mı?
Kendisiyle görüşmüşlüğümüz yok. Fotoğraflarından, bir de büyük jüride olduğunu biliyorum.
“Rastlantıya bak yahu!” dedim kendi kendime. Hani ne derler ‘körün istediği bir göz iken Allah ona iki göz veresiymiş’, işte o hesap…
Ödül sonucunu sorsam beni tersler mi acaba? Diye bir gel git yaşadım. Neresi nereye varırsa varsın soracağım, deyip sordum:
“Roman sonucu nasıl oldu Orhan ağabey?”
“Fakir Baykurt diye birine verildi demez mi?”
“Çok sevindim” dedim.
“Ne o, tanıyor musun yoksa?”
“Arkadaşım olur.”
Yürüyor muyum, uçuyor muyum bilmiyorum. Cumhuriyet’in kapısından adımımı attım. Koridorda ivecen durumda bu kez de Yaşar Kemal çıktı karşıma. Beni görür görmez bana gürledi:
“Haydi gözün aydın!”
“Senin de öyle olsun!”
“Nereden duydun be?..”
“Yolda Orhan Kemal’le karşılaştım.”
“Ne iyi ettin gelmekle, sana soracaklarım var, haydi gel” diyerek bir odaya çekti beni.
“Bu arkadaş romanı gönderirken özgeçmişini yollamamış bize, sen bunun hakkında bir şeyler söyleyebilir misin bize?”
Söyledim, Yaşar Kemal yazdı. Ertesi günkü gazetede ödül sonuçlarıyla birlikte Fakir’in özgeçmişi de yer aldı.
– Köy Enstitülü yazarlarımızı genellikle çok üretkendirler. Sizin de yapıtlarınız var. Yazmak isteyip de yazma olanağı bulamadığınız ne tür konular var acaba?
Köy Enstitülü yazarlar kuşağında bir yere dek adım geçse de ne yazık ki elde olmayan kimi nedenlerle fazla ürün veremedim.
Bak işte yaşım 90’a gelip dayandı. Söz geçiremeyeceğim bir güç “Haydi bakalım, sana tanınan süre tamam!” deyip yakamdan tutmazsa; epeydir yazmayı düşleyip de bir türlü üzerine varamadığım “O Yıllar Dile Gelse” serisinin 3.halkası olan “Her Sabah Halaya Kalkardı Ülkem” adlı çalışmanın başına oturmak istiyorum.
–Eklemek istediğiniz bir şey ya da kamuoyuna buradan vermek istediğiniz bir iletiniz var mı?
Dünyaya tebelleş olan, insanlığı kasıp kavuran, nice canları zamansız alıp götüren, şu Korona denilen illetin bir daha görünmemek koşuluyla çekip gitmesini,
Herkesin işinin, aşının başına dönüp güler yüzle nefes alabilmelerini,
Ülkemiz insanının ne edip edip her gün en az bir saat okumaya zaman ayırmalarını,
İyiliği dostluğu büyüterek hilesiz hurdasız yaşamayı ilke edinmelerini,
Hakkın hukukun yaşama geçeceği güzel günlere kavuşmalarını görmek en içten dileğimdir.
-Hocam teşekkür ediyorum. Aydınlanmamızın neferi Köy Enstitülü öğretmenlerimize ve size sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Mehmet Cimi, 1931 yılında Uşak-Banaz’ın Büyükoturak köyünde doğdu. İlköğrenimini köyünde okudu. Daha da okuyabileceğinin düşünü bile kuramıyordu. 17 Nisan 1940’ta açılan Köy Enstitüleri yetişti imdadına. Okuma olanağından yoksun binlerce köy çocuğuna olduğu gibi, ona da Köy Enstitüleri kucağını açtı.
Öğretmen oldu. Orada elde ettiği aydınlığı yeni kuşaklara aktarmayı kendine görev bildi. Bu arada “Her Hafta, Edebiyat Dünyası, Biga Postası, Varlık, Gayret, Gerçekler Postası, Kıyı” dergilerinde şiir ve yazıları çıktı.
Köy Enstitülerinin kuramcısı İ. Hakkı Tonguç’a büyük bir gönül borcu olduğunu unutmadı. “Tonguç Baba/Ülkeyi Kucaklayan Adam” adlı yapıtıyla Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülünü aldı. “O Yıllar Dile Gelse/Köylerden Köy Enstitülerine” yapıtıyla ülkenin dört bir yanından köy enstitülerinin yolunu tutan 50 kişinin çileli yolculuk öyküleriyle buluşturdu okuyucuyu.
“Yazgısını Değiştiren Çocuk”la okuma olanağından yoksun, buna karşın okuyacağım diye çırpınan, bu arada değerbilir özverili bir öğretmenin elvermesiyle Köy Enstitüsüne giden Mehmet’i anlattı sizlere.
“O Yıllar Dile Gelse/Karanlığa Işık Tutanlar”la Köy Enstitülerini bitirdikten sonra köylere giden onların aydınlanması için çabalayanlardan 15 kişinin çalışmalarını sergiledi. (HATİCE EROĞLU AKDOĞAN - SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok