Narincik bizim mısır tanemiz. Ona bakıp bu koca dünyanın cibilliyetini anlayacağız


MISIR TANESİ

Adına “ülke gündemi” denen seri kâbusa Narinciğin hikâyesi de eklendi.

Bu hikâye tam da “Öyleyse yıkıl dünya!” diyeceğimiz türden bir felaket. Ama dünya yıkılmadı, yıkılmıyor.

Ne zaman yıkıldı ki?

Bu ülkede hayatımızın her gününde, bir -hatta kimi zaman birden fazla- felaket yaşıyoruz, insanın bazen kalbine, bazen aklına, bazen vicdanına, bazen hepsine birden eziyet eden felaketler bunlar... Her gün bir tanesi (ya da ikisi, ya da üçü beşi birden) güm diye düşüyor gündeme; “Tamam” diyoruz, “şimdi yer yerinden oynayacak”, ama oynamıyor. Bir felaket, yerini bir başkasına bırakarak, öylece geçip gidiyor.

Aslında “felaket”, sistematik bir bütün, biz her gün bu bütünün bir ya da birkaç parçasına maruz kalıyoruz. Bu felaket parçaları birbirinden ayrı olgular değil, her birinin “büyük hakikât” ile güçlü bağları var; ”büyük hakikât”in yani ekonomisiyle politikasıyla, hukuğuyla kültürüyle nasıl bir ülkede yaşadığımızın bilgisini tek bir olayda ele geçirebilmek mümkündür. Gündemdeki  tek bir olay, bu bakımdan, neredeyse bütün bir ülke demektir. “Compact” bir deneyimdir gündem, sıkışmış bir olgudur. Orada birikmiş bilgi (ahlâktan hukuka, politikadan kültüre, ekonomiden sosyolojiye  dek tüm alanlarda) ülkede daha önce olanları gösteren, daha sonra olacakları da öngören kesin bir karakter sunar.

Narinciğin hikâyesi de öyle. Ekonomisiyle politikasıyla, ideolojisiyle, medyasıyla, hukuğuyla kültürüyle nasıl bir ülkede yaşadığımızın apaçık bilgisini sunuyor bize.

Muhafazakâr bir aile içinde bir yakını tarafından öldürülmüş olmasını ve tüm ailenin bu cinayette suçlu bulunmasını alın, buradan “aile”yi bir değer olarak yücelten, “ailenin güçlendirilmesi”nden söz eden muhafazakâr ideolojiyi sorgulayın...

Tabutuna koyulan duvağı alın, çocuk yaşta evliliği, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımızın toplumsal konumunu kavrayın...

Namazını kıldıktan sonra torba içindeki küçücük bedeni “halletme” işine koyulan tanığı, katilin 200 bin lirası ile Allah’ın cennetini aynı anda isteyen bu adamı alın, din bilgisi çalışın...

Cinayet etrafındaki suskunluk sarmalını alın, taşradaki güç ilişkilerini ve çıkar ağlarını, bir ayağı Ankara’da bir ayağı taşrada toprağında olan, arkası sağlam önü açık ağaları, beyleri konuşun... (“Yılanların Öcü” eskidi mi demiştiniz? Kemal Tahir’ler, Orhan Kemal’ler demode miydi nezdinizde? Dönün bir daha okuyun.)

Galip Ensarioğlu’nun suç ve suskunluk sarmalı içindeki “aile dostları”nı, AKP ilçe yöneticisi akrabayı alın, Türkiye’de siyasete üzülün...

Narinciğin hikâyesi bunların hepsine ve daha fazlasına vesiledir. Onun da büyük hakikâtle çok ama çok güçlü bağları var, o da tek başına nasıl bir ülkede yaşadığımızın bilgisini apaçık veriyor bize. Bu bilgi, bu “büyük veri” o küçücük bedene nasıl oluyorsa sığıyor işte.

1895’te bir İspanyol kurşunu onu atının üzerinden alaşağı edene dek Küba’nın özgürlüğü için dövüşen Jose Marti’nin o dramatik sözünü hatırlayalım: 

“Dünyanın bütün şanı şerefi bir mısır tanesinin içine sığar.”

Bize demek istiyordu ki bu kahraman şair... Herkes kendi mısırını kendisi için ekip biçebilmeli; dünyada tek bir mısır tanesi dahi esirse, hür değilse, o dünyada şan da yoktur şeref de!

Narincik bizim mısır tanemiz.

Ona bakıp bu koca dünyanın cibilliyetini anlayacağız.

Dünyanın bütün şanı şerefi, çuval içindeki o tek bacağı kopuk minik cesede sığar. (GÖKSEL AYMAZ - GAZETE DUVAR)

Blogger tarafından desteklenmektedir.