Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Erdoğan için Öcalan niye makbul? Demirtaş niye ciddi bir tehdit?

MHP lideri Bahçeli’nin 22 Ekim’de Meclis’teki grup toplantısında Öcalan’a yaptığı çağrının üzerinden iki buçuk ay geçti. O tarihten bu yana ...


MHP lideri Bahçeli’nin 22 Ekim’de Meclis’teki grup toplantısında Öcalan’a yaptığı çağrının üzerinden iki buçuk ay geçti. O tarihten bu yana kamuoyu Bahçeli’nin bu çağrıyla neyi amaçladığını tartışıyor ve bu konuda şu ana kadar kimseyi ikna eden bir açıklama da getirilebilmiş değil. Sonrasında başlayan görüşme trafiğinden şu ana kadar dişe dokunur bir netice çıkmamış olması ve Erdoğan’ın sürece ilişkin “hiç topa girmeden” belirsiz açıklamalar yapması konuya ilişkin merakı ister istemez iyice artırıyor.

Gözlemcilerin (yazar, gazeteci, muhalif siyasetçilerin) çoğu bu çağrıyı önce iktidarın anayasayı değiştirme çabalarıyla ilişkili gördü. Oysa Erdoğan’ın TBMM’de bir anayasa değişikliğini referanduma götürmek için gereken 360 vekil sayısına ulaşmak için illa da DEM’le bir ittifak yapmasına gerek yok. İktidarın niyeti gerçekten bu olsa, kendisine oy veren milliyetçi tabanın hazmetmekte zorlanacağı DEM’le bir ittifak arayışına girmeden önce, AKP ve MHP’yle ideolojik olarak birbirine çok daha yakın İYİP ve Saadet gibi diğer partilerle anlaşmaya çalışırdı.

Bu gerekçenin bu nedenle pek de ikna edici olmadığını görenler ise Erdoğan’ın bir referanduma gitmeye gerek kalmadan anayasa değişikliklerini TBMM’den geçirmek için DEM’in oylarına ihtiyaç duyduğunu iddia ediyor. TBMM’de yeni bir anayasanın referanduma gitmeden yürürlüğe konulabilmesi için en az 400 milletvekilinin oyu gerekiyor. İktidarın bu sayıya ulaşabilmek için CHP veya DEM’den birisinin desteğini alması şart.

Fakat bunu da inandırıcı bir yorum olarak görmek mümkün değil. Eğer Erdoğan’ın niyeti gerçekten bu olsa, DEM’den önce bir anayasa değişikliği için CHP’yle anlaşmaya çabalardı. AKP ve MHP’nin ana partileri olan Cumhur İttifakı, 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde, CHP ve İYİP’in ana partileri olan Millet İttifakı’nın seçimi kazanırsa Öcalan’ı bırakacağı söylemi yürütmüştü. İktidar için DEM’le böyle bir ittifakı tabanına açıklamak çok daha zordur.

Diğer yandan Erdoğan’ın başdanışmanlarından, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum 12 Eylül 2024’te yaptığı yazılı bir açıklamayla, yeni bir anayasanın halk referandumuna gidilmeden yürürlüğe girmesini kesinlikle kabul etmeyeceklerini şöyle ilan etmişti: “Meclis yeni anayasa kanununu 400 veya daha fazla oyla kabul etse dahi bu kanun mutlak surette referanduma sunulmalı ve halk yüzde elliden fazla bir oyla kanunu onaylarsa yeni anayasa yürürlüğe girmelidir.”

DEM’le ittifakla yapılacak bir anayasa değişikliğinin Erdoğan’ın hedefleriyle de uyumlu olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan bugün mevcut anayasayı açıkça ihlal eden adımlar atmaktan çekinmemektedir, Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesi işlemediğinden AKP liderinin bu ihlallerini cezalandıracak bir otorite yoktur. Bunun en çarpıcı örneği AİHM kararlarının iktidarın baskısı altında kimi zaman uygulanmamasında görülmektedir. Mevcut anayasaya göre AİHM kararlarının uygulanması şart iken iktidarın kontrolü altındaki mahkemeler açıkça anayasayı ihlal etmekten kaçınmayarak bu kararları uygulamayabilmektedir.

Demek ki tüm yetkileri elinde toplayan Erdoğan için anayasa artık “ayak bağı” olmaktan çıkmıştır. Bu takdirde anayasayı değiştirmekle aslında neyi hedeflediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Kimileri asıl hedefinin bir kez daha seçilebilmesini sağlamak olduğunu iddia etmektedir. Seçim zamanında yapılırsa Erdoğan’ın bir kez daha aday olamayacağı doğrudur ama bir erken seçim olması halinde bu engel ortadan kalkmaktadır. Erdoğan için erken seçime gitmek büyük bir sorun değil, anayasaya göre tek başına buna karar verebilme yetkisi var.

Bana göre Erdoğan’ın anayasayı değiştirme arzusunun perde arkasında İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı İmamoğlu ve Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın kendisine karşı cumhurbaşkanı adayı olmalarını önleme hedefi yatmaktadır. Farklı anket şirketlerinin düzenlediği pek çok ankete göre İmamoğlu ve Yavaş’ın aday olmaları halinde ikinci turda seçimi kazanma ihtimalleri çok yüksek. (Erdoğan bir anayasa değişikliğiyle bu hedefine nasıl ulaşabilir sorusunu daha önce cevaplamıştım.)


Nitekim eğer mesele anayasa değişikliği olsaydı, Bahçeli’nin o çağrıyı Öcalan’a değil, yine hapiste bulunan Selahattin Demirtaş’a yönelik yapması beklenirdi. Öcalan Türkiye’nin terörist ilan edip yıllardır kendisine karşı savaştığı bir örgütün lideri iken Demirtaş eline silah almamış bir siyasetçi. Öcalan’a nazaran Demirtaş’ın öncülük edeceği bir normalleşme sürecini iktidar tabanına kabul ettirmek çok daha kolaydır. Demirtaş, sadece DEM seçmeninin değil AKP’li Kürt seçmenin de sempatisini kazanmış bir lider.

Peki tüm bunlara rağmen iktidar Kürtlerle yeni bir normalleşme süreci için neden Demirtaş’ın değil de Öcalan’ın kapısını çalmayı tercih ediyor? Bunun nedeni Demirtaş’ın aslında neden hapse atıldığı ve orada tutulduğuyla yakından ilgili… Erdoğan, 7 Haziran 2015’te yaşadığı seçim yenilgisinin baş sorumlusu olarak Demirtaş’ı görüyor. O seçimde ilk kez AKP tek başına iktidar olacak orana ulaşamamıştı. Kamuoyu anketleri Demirtaş’ın hala sadece DEM seçmeni değil AKP ve CHP seçmeni Kürtler arasında da açık ara en popüler lider olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın seçim hesaplarını karmaşıklaştıran bir siyasî lider olduğu için rejim “bekası” için kendisinin hapiste kalmasını gerekli buluyor.

Nitekim (Nefes gazetesinde Mahir Bağış’ın yayınladığı bir habere göre), DEM heyeti TBMM’de Bahçeli’yle yaptıkları görüşmede Demirtaş’ı da gündeme getirmek istemişler ama MHP lideri “sakın bunu yapmayın” anlamına gelen bir el işaretiyle bunu engellemiş. Tekrar hatırlatalım: MHP’lilerin “bebek katili” diye bahsettikleri kişi Demirtaş değil Öcalan. Resmen bir terör örgütü sayılan PKK’nın lideri bile bu kadar hüsnü kabule mazhar olmuşken, Demirtaş’ı Öcalan’dan farklılaştıranın ne olduğu meçhul. “Ne Kandil, ne Edirne” denilirken, Edirne’yi Kandil’le eşitleyenin ne olduğu sorusu cevaplandırılmıyor. Çünkü bunun cevabı, Edirne’nin Erdoğan’ın iktidarı için bir tehdit olması, onun siyasete dönmesi halinde AKP liderinin “siyasi bekasını” tehdit altında görmesi. Erdoğan Türkiyesinde bu, işlenebilecek en büyük cürümlerden biri.

Tüm bu gerçekler, asıl soruyu hala cevapsız bırakıyor. Bahçeli, Öcalan çağrısıyla bu durumda aslında neyi hedeflemiş oluyor? Bahçeli’nin çağrısının üzerinden bir ay kadar geçtikten sonra Suriye’de yaşananlar, bu çağrının Türkiye’den ziyade oradaki gelişmelerle ilişkili olduğu şüphesini doğurdu. Bu zamanlamanın tesadüf olduğuna kimse inanmıyor. Bugün pek çok gazeteci ve uzman artık bunu böyle görme temayülünde…

Türkiye’de 2015-16’da Erdoğan-Bahçeli ittifakı kurulurken, paradoksal (veya ironik) şekilde aynı tarihlerde Suriye’de de PKK’nın bir kolu olan YPG liderliğindeki Kürtlerce “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” adıyla özerk bir devlet kuruldu, Kürtlerin Rojava dedikleri bu devlet Suriye iç savaşı sırasında geçtiğimiz on yıl boyunca gücünü ve hakim olduğu toprakları giderek artırdı. Halihazırda ABD ordusu IŞİD’a karşı mücadeleyi bu yönetimin silahlı gücü olan “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG) adlı yapıyla ittifakla yürütüyor. SDG’nin ana omurgasını ise YPG oluşturuyor.

Özetle, "Gerekirse YPG’nin kurduğu özerk Kürt devletini tanıyalım, yeter ki Türkiye'ye hukuk ve demokrasi gelmesin, çünkü hukukun dönmesi bizim felaketimiz olur" diyorsanız kapısını çalacağınız kişi Öcalan’dır.

Yok, "Kürt meselesini hukuk ve demokrasiye dönüşle çözelim, bu çerçevede Suriye'deki Kürtlerle de yeni bir ilişki modeli geliştirelim, böylece Türkiye'nin Kürtlere düşman değil dost devlet olduğunu gösterelim", diyorsanız kapısını çalacağınız kişi Demirtaş’tır.

Irak’tan sonra Suriye’de bir Kürt özerk yönetimi kurulurken, Türkiye’de Kürtlerin seçtikleri belediye başkanlarının bile koltuklarında oturtulmadıkları görülüyor. Kürt meselesinin bir çözüm yoluna girmesi, artık bildik gayrihukuki ve gayri demokratik yöntemlerle bastırılamayacak kadar aciliyet kazandı. Öcalan tercihi Erdoğan rejiminin hukuk ve demokrasiye dönmeden, yani rejimin bekasını tehlikeye düşürmeden bir çözüm arayışını yansıtıyor olabilir. Erdoğan’ın çekingenliği bunun kısa vadede bile başarıya ulaşma ihtimali olup olmadığı sorusunu ortaya çıkarıyor. Uzun vadede ise kuvvetler ayrılığı ilkesinden eser kalmamış bir ülkede Kürt meselesinin bazı temel haklar bahşedilerek çözülebileceğini sanmak aldatıcıdır. Türklerin gece karanlığında mumla aradığı adaletten Kürtlerin nasiplendirileceğini sanmak bir yanılgıdan ibarettir. (ÖMER MURAT - KRONOS)

Hiç yorum yok

Latest Posts