ADNAN MENDERES VE DARBE ÖRNEKLERİ
Derin Tarih’in, tarihi ‘aydınlatma’ iddiasının önemli bir parçası da darbelerdir. Buna göre; darbeler, resmi tarihin muhafaza etmeyi amaçladığı İttihatçı zihniyetin, demokratik gelişmelere müdahalesidir. Derin Tarih’in kurgusunda; elitist, İttihatçı, darbeci –ve sınıfsal kimliği kesinlikle olmayan- asker-sivil zümre, toplumu, halkın müdahalesi olmaksızın gönlünce yönetmek istemektedir. Eğer halk, çeşitli biçimlerde buna müdahale etmek isterse, hele kendi temsilcileri ile iktidarı seçme şansına sahip olursa, işte bu İttihatçı zümre darbeler yoluyla demokrasiyi rafa kaldırmaktadır.
Derin Tarih ve AKP, darbelere güncel siyasal ihtiyaçları gereği de karşı çıkmaktadır. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki geleneksel konumu ve yeni dönemin siyasal ihtiyaçlarını algılayamaması nedeniyle AKP, darbe girişimlerinin muhatabı olmuştur. 27 Mayıs darbesi ise, en azından görünüşte, siyasal geleneğinin bir parçası olarak ilan ettiği Demokrat Partiye karşı yapılmıştır. 12 Eylül ve 12 Mart’a karşı çıkışı ise tamamen taktiksel ve pragmatiktir. Halkın bu dönemde gördüğü baskı ve zulüm nedeniyle, halkı yedeklemek üzere gündem edilmektedir.
Diğer yandan darbeler, resmi tarihin uzantısı olarak kabul edilen Atatürkçülük iddialarıyla yapılmıştır. Bu nedenle AKP, ‘darbe eleştirisi’ni aynı zamanda CHP eleştirisine dönüştürmektedir.
Ancak, Derin Tarih’in gerek Adnan Menderes’e gerek de darbelere yaklaşımı tamamen gericidir. Dinci tarihyazımı ile liberal yaklaşımın kesiştiği alanlardan birisidir. Çünkü bu yaklaşımda da halk, emekçiler, sosyal hareketler ve tepkiler yoktur. Sadece seçkinler vardır. Cumhuriyet elitlerinin (asker-sivil zümre), yine halkın seçtiği siyasal önderleri silah yoluyla iktidardan indirmesi vardır. Derin Tarih, evet, darbelerin halka karşı yapıldığını kabul ediyor. Ama, Derin Tarih’in halkı, Adnan Menderes’i sevenler ve Demokrat Partiye oy verenlerdir. Kitlelerin tarihteki varlığı da oy vermekten ibarettir. Tarih de işte bu iki seçkin zümre arasındaki mücadelenin seyridir. Bir taraf İttihatçı, darbeci, elitist, halka tepeden bakan bürokrasi, diğer ‘tarafsa halkın içinde çıkmış’, onun değerlerini paylaşan demokratlar…
Cumhuriyetin ilk yılları; işte bu İttihatçı zihniyetle demokrasi yanlılarının mücadelesi ve İttihatçı zihniyetin zaferine sahne olmuştu. Demokrat Partinin seçim başarısı ise demokratların zaferiydi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, hatta 28 Şubat, Balyoz, 27 Nisan… Hepsi İttihatçı zihniyetin toplumu yönetme hayallerinin ürünüydü. Yani 1908 yılında fiilen iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, ‘komplocu’, ‘komitacı’ ve ‘silahlı’ yönetim pratiği ve algısı 100 yıldır bir biçimde devam ediyordu. İşte tarih, bu zihniyete karşı demokratların –esas olarak da demokrat seçkinlerin- verdiği mücadele ile yazılıyordu.
Derin Tarihin karikatürü bu! Ama yalnız değil… ‘Koca’ bir liberal sol ve sağ da yanında… İyi ile kötünün mücadelesi gibi! Darbeye maruz kaldığına göre iyi olan da kaçınılmaz olarak, yasakçı, emperyalizm işbirlikçisi, emek ve emek örgütlerinin düşmanı Adnan Menderes oluyor…
Tarihin bu biçimde iki ‘zihniyet’ arasındaki mücadeleye indirgenmesi, toplumdaki sınıfsal çıkar ve uygulamaları göz ardı etmesi, en fazla burjuva çoğulculuğu çerçevesinde görüş farklılıklarını görmesi, burjuva liberalizminin ve onun tarihyazımının bir sonucu.

DERİN TARİH RESMİLEŞECEK Mİ?
Derin Tarih dergisinin, resmi tarihin bazı tabularına karşı çıktığı hatta alaya aldığı söylenebilir. Ancak bu, AKP’nin resmi tarihte köklü bir değişimi hedeflediği anlamına gelmez. Derginin, sermaye ve AKP açısından pratik işlevi, güncel siyasal gelişmelere tarihsel meşruiyet sağlamaktır. Bu nedenle dergi alabildiğine Osmanlı ve İslamcılık övgüsü yapmaktadır. Elbette, AKP açısından sınırları aşan iddialar da dergide yer almaktadır. Derin Tarih dergisi sonuçta bir dergidir. Resmi tarihin yenilenmesinde baş aktör değil bir araç, ama görülen o ki, önemli misyon biçilmiş bir araçtır. Ancak tek araç da değildir.
Dolayısıyla dergide yazan her iddia ve açıklama, resmi tarihin yeni biçimi olarak görülmemelidir. Örneğin resmi tarih AKP’nin ihtiyaçları temelinde güncellenirken Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk yerine Kazım Karabekir olmayacaktır… Lozan bir teslimiyet belgesi olarak kabul edilmeyecektir. Diğer yandan Osmanlı vurgusu artacaktır. Osmanlı’da dinin rolü özel bir önemle ifade edilecektir. Cumhuriyetin ilk dönemi baskıcı ve seçkinci elitlerin yönetimi olacak, 27 Mayıs darbesi ittihatçı güçlerin demokrasiye müdahalesi olarak tanımlanacak, tarih de asker-sivil elit zümreyle demokratların mücadelesine indirgenecektir.
Yani Derin Tarih dergisiyle resmi tarihin bir uzlaşma aralığı olacaktır. Bu uzlaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gayet usturuplu bir biçimde özetlemektedir: “İttihat ve Terakki zihniyeti Gazi Mustafa Kemal’in de bizzat karşı çıktığı ve mücadele ettiği bir zihniyettir. Gazi Mustafa Kemal’in müsamaha göstermediği bu zihniyet, ne yazık ki vefatının ardından yeniden hayat bulmuş, yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye’ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, bu ağır faturalardan biridir. Beyler, biz burada 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz. … Biz Dersim’den hatta onun çok daha öncesinden başlayan, bugüne kadar da devam eden bugün de varlığını sürdüren jakoben, seçkinci, elitist bir zihniyete dikkatleri çektik.”
Yani Atatürk hem ölçülü bir biçimde eleştirilecek, hem de sert eleştirilerin hedefi olmaktan kurtarılacaktı. Azıcık dövülecek biraz da pışpışlanacaktı. Esas hedefse CHP, İsmet İnönü ve AKP’nin kendisini mirasçıları olarak gördüğü Demokrat Partinin ve ANAP’ın muhalifleriydi.
Resmi tarihin güncellenmesinde tek araç da Derin Tarih dergisi değildir. (tekrar olmuş)AKP’nin siyasal propagandasında kullandığı tarihsel tartışmalar bir yana günlük gazeteler de tarihsel ideolojinin yeniden üretilmesinde adeta ‘özel görev’ almışçasına çalışmaktadırlar. Birçok gazete ismi sayılabilir. Ancak birisi üzerinde özel olarak durulmayı hak etmektedir.
Star gazetesi belirli aralıklarla, 1950 yılında yayına başlayan Büyükdoğu dergisinin eski sayılarını, orijinal formunda ücretsiz olarak vermektedir. Büyükdoğu dergisi, Derin Tarih dergisinin daha ‘cesur’ bir öncülü olarak görülebilir.
Büyükdoğu Dergisinin 34. sayısında, Atatürk bazen ismiyle bazen de ismi verilmeksizin ama kime söylendiği anlaşılır kılınarak sert bir şekilde eleştirilmekte, hatta hakaret edilmektedir. Derginin 34. sayısında Prof. Ş. Ü. İsimli yazar, Bedi-üz-Zaman Said-ül-Nursi’nin hayatını kaleme almıştır. Yazıda Said-Ül-Nursi’nin, M. Kemal’in davetiyle Ankara geldiği, gelir gelmez de namaz kılınması için beyanname çıkardığı belirtilmektedir.
“Gizli niyetlerini henüz o devirde saklayanlar, bundan soğuk bir duş intıbaı aldılar.
Bir gün, Riyaset Divanında Meclis Reisiyle (ilk Cumhur Reisi ) fikir taati ederken aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Meclis Reisi – Sizin gibi kahraman bir hoca, tam aradığımız insandır. Bu yüzden sizi, yüksek fikirlerinizden faydalanmak için davet ettik. Fakat siz gelir gelmez, namaza dair beyannameler neşrederek aramıza ihtilaf düşürdünüz.
Bedi-üz-Zaman’ın mukabalesi, gayet kat’i ve sert oldu:
- Namaz kılmayan haindir! Hainin hükmü merduttur!
Böylece Said-ül-Nursi, artık insanları ve davaları iç yüzüyle sezmeye başladığı için, Ankara’da muhitini bulamadı, Van’a gitti.” (Yakındoğu Dergisi, 1950, Sayı: 34)
Dergi de açık ve sert bir üslupla M. Kemal eleştirisi vardır.
Dedektif X Bir rumuzlu ‘İbret, Gayret!’ başlıklı yazıda ise M. Kemal’in Birinci Meclisteki Mebus Ali Şükrü’yü ve sonrasında onun katilini de öldürttüğü ifade edilmektedir:
“Şehit Ali Şükrü’yü, arkasında boynuna ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırmak ve başına bir balta indirmek suretiyle öldürten şahış, bu işte alet olarak Giresun’lu Topal Osman’ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz! ”
Sadece İslamcı tarihyazımı değil sol liberaller de AKP’nin resmi tarihi yenileme çabalarına katkı sunmaktan imtina etmiyor. Büyük kısmı AKP’yi ‘askeri vesayete’ karşı desteklemiş, 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ demiş, CHP’ye ve sözde vesayetçi güçlere karşı AKP’nin yanında saf tutmuştur.
Ki, Derin Tarih, önemli temel tezlerinde liberal tarihyazımın yöntemlerini, onun tarihi demokratlar ve ‘ittihatçı gelenek’ arasındaki mücadeleye indirgeyen metodunu kullanmaktadır. AKP’nin dile getirdiği ‘Bürokratik oligarşi’, ‘Asker-sivil elitist zümre’ gibi kavramlar esas olarak sol liberallerin cephaneliğindendir.
Bu konuda örnekler epeyce uzatılabilir. Ancak konuyu dağıtmamak adına ‘örnek’ bir çabadan bahsetmekle yetinilecektir: Murat Belge’nin ‘Militarist Modernleşme’ kitabı… Öncelikle Belge’nin kitabı neden yazdığına bir bakalım:
“Bunun gizlisi saklısı yok, ordunun bu yerine [siyasete müdahalesine] karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı”. (Belge, 2011:25)
Kimi kastediyor: Elbette AKP’yi ve orduya karşı daha doğrusu ordunun yönetimini tamamen ele geçirmek için verdiği mücadeleyi… Belge için önemliydi Uludere’yi bombalama iradesinin Genel Kurmay yerine sivil iktidarda olması!
Belge, kitabında, Türkiye’de modernleşmenin Almanya ve Japonya gibi militarist tarzda gerçekleştiğini, Türkiye tarihinin de militarist, Jakoben, ittihatçı gelenekle demokrasi yanlıları arasındaki mücadeleyle şekillendiğini ifade ediyor. Yukarıda yapılan Başbakan Erdoğan alıntısıyla benzerlik çarpıcı… Rastlantı olmasa gerek!

TARİHYAZIMINA DAİR BİRKAÇ NOT
Tarihyazımı, geçmişin belge, gözlem, anı, iletişim vb. yollarla ulaşılabilen bilgilerinin belirli bir bütünlük içerisinde yeniden üretilmesini öngörür. Her nevi tarihyazımı, kendi yöntemi uyarınca mevcut bilgiler ve verileri bir biçimde sistematize eder. Sonuç tarihin kendisi değil doğal olarak onun yazımıdır. Dolayısıyla, yazım ile kendisi arasında mutlaka farklılıklar olacaktır, kaçınılmazdır.
Tarihyazımı, özellikle 20. yüzyılın başlarında işte bu ‘tarihsel doğru’ kavramını tartışmıştır. Pozitivist-neopozitivist (Ayer, Popper, Hempel) ve bağımsız tarih (idealist, mutlak görelilikçi) kuramcıları arasındaki tartışma da esasen ‘tarihsel doğru’ kavramına kilitleniyordu. Ancak, buradaki tartışma konusu ‘tarihsel doğru’ değil. ‘Tarihsel doğru’ elbette bilinebilir, doğru ve bilimsel bir yöntem ve çaba ile kavranabilir. Aksi, açık bir bilinemezcilik, belirsiz ve mutlak bir görelilik olurdu ki, mantıksal uzantısı yaşamda hiçbir şeyin bilinemeyeceğidir.
Makalemiz açısından tartışmamız ‘tarihsel doğru’nun nasıl ortaya çıkarılabileceğine dairdir. Tarih nasıl yazılmalıdır?
Esasen tarihyazımının kendisi de tarihseldir ve geçmişten günümüze, tanrıların yeryüzündeki icraatlarından, belirli bir toplumsal çevre içerisindeki gerçek insanların faaliyetlerinin incelenmesine kadar önemli bir evrim geçirmiştir. Örneğin ilk tarihçilerden sayılabilecek Homeros’un bir ‘kahramanlık destanı’ olan İlyada’sı tamamen soyluların tarihidir. Olay örgüsünde köylülerin, zanaatkarların hatta tüccarların etkisi ya çok azdır ya da hiç yoktur. Homeros, İlyada’da soyluların dünyasının dışına çıkmamış, sıradan insanların yaşamı ve içinde bulundukları toplumsal düzenden bahsetmemiştir. Elbette, buna dair küçük atıflar vardır ancak bu da soylular ve tanrıların eylem, düşünce ve ihtiraslarından çıkarılabilmektedir.
19. yüzyılın ünlü tarihçisi ve ‘modern tarih biliminin babası’ olarak kabul edilen Leopold von Ranke de, tarihin egemenler açısından yazılması düsturuna bağlı kalmıştır. Ranke’nin, geçmişi yargılamak değil onu “nasıl ise öyle rapor etmek” gerektiğine dair sözü, burjuva tarihyazımında önemli bir yere sahiptir. Ranke’nin tarihteki her olgunun ardında Tanrının hikmeti ve buyruğunu araması bir yana; onun tarihi, devlet adamları, diplomasi ve savaşların tarihiydi.
İşte bu yöntem, geçmişten bugüne tarihyazımında egemen metodoloji olagelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, kapitalizmin özellikle Avrupa topraklarında serpiliş gelişmesiyle işçi hareketi güçleniyor, 1831 Lyon işçilerinin ayaklanması, özellikle 1848-49 devrimleri Avrupa’yı boydan boya sarıyordu. Ve 1871 Paris Komünü… Bütün bunlar tarih yazımında şimdiye kadar etkisiz görülen, olay ve olgular karşısında en fazla büyük güçlerin ve hükümdarların ‘nesne’si olabilen kitlelerin görülmesini, en azından kolaylaştırıyordu. Hem toplumsal hayatın şekillenmesinde (Çartist hareket, genel oy hakkı, yaygın eğitim, ekonomik ve sosyal hakların kazanılması) hem de yönetenlerin politikalarının belirlemesinde kitlelerin etkinliğini arttırıyordu. Bugün de ister ‘demokratik’ ister açık bir gericilik olsun; her egemen sınıf ve siyasal iktidar kitlelerin gelenek, eğilim, talep ve tepkilerini bir biçimde hesaba katmak zorundadır. Çünkü kitleler vardır… Onlarsız yazılan tarihin de bilimsel olması mümkün değildir.
Tarih kitlelerin, başka bir deyişle sınıf mücadeleleri tarihidir. Hükümdarın ya da bugün için siyasi iktidarın karar ve önerileri de, bütün özgünlükleri ve ‘irade beyanı’yla birlikte, hem içinde yaşanılan toplumsal düzenin hem de egemenler ve sınıflar arası mücadelenin etkisi altındadır. Tarihyazımı da, geçmişin büyük karar ve olaylarını sadece, karara imza atan kişinin iradesinden ibaret birer belgeye dönüştürdüğü oranda, kronolojik bir belgelik olmanın ötesine geçemez. Bu belgeler, birer ‘veri’ olarak kabul edilebilir ki, bunların arkasında ekonomik, sosyal, siyasal ve hatta (bireyin tarihteki rolü çerçevesinde) bireylerin rolü görülmeden, bu doku açığa çıkarılmadan bunlar basit birer ‘istatistik’ olmanın ötesine geçemez.
Bu açıdan, Türkiye’nin 1927 yılında yapılan sayımlara göre nüfusunun 13 milyon 648 bin olduğu bilgisi nasıl ki, 1927 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve siyasal koşulları hakkında en ufak bir bilgi bile vermiyorsa, dönemin iktidarının 1928 yılındaki ‘Harf Devrimi’ olarak isimlendirilen Latin alfabesine geçiş kararı; M. Kemal’in birey olarak icraatına indirgenmesi de o ölçüde bilgiden yoksundur. Bu uygulama ne ifade ediyordu, hangi amaçla ve kime karşı yapılmıştı? Hangi felsefe ve siyasi anlayışın parçasıydı. Ekonomik ilişkiler açısından bir anlamı var mıydı? Demokratik ya da otoriter olsun ‘modern bir toplum’ kurma fikrinin neresinde yer alıyordu. Laiklikle ilişkisi neydi, Türkiye’de ‘laiklik’ uygulaması nasıldı? İşte bütün bu bağlantılar olmadan tek başına ‘Harf Devrimi’ kişisel bir başarının ötesine geçmeyecek bir biçimde algılanmaya mahkumdur.
***
Bilimsel bir tarih anlayışının (tarihte diyalektik yöntemin kullanılması) üç temel özelliğinden bahsedilebilir:
Birincisi; bugün olduğu gibi geçmişteki her olgu tarihseldir; kendisinden öncesi ve sonrasıyla birlikte zamansal bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli, bağlantılar özenle ve doğru kurulmalıdır.
İkincisi; her olay ve olgu ve belirli bir ekonomik ve sosyal gerçeklik ve çevre koşullarında meydana gelir. Dolayısıyla olay ve olgunun içinde bulunduğu koşulları, onun en azından önemli görülen bütün bağlantıları ve bu bağıntılar içerisinde temel olanı/olanları değerlendirmek gerekir. Çünkü hiçbir olay ve olgu yoktur ki, çevresiyle etkileşim ve bağlantı halinde olmasın. Bu etki ve ‘bağımlılık’ olmadan tek başına, soyut bir olgudan bahsetmek mümkün olmadığı gibi gerçekliği de yoktur. Olsa olsa düşünce sürecinde kullanılabilecek bir soyutlamadır.
Üçüncüsü, ilk iki belirlemenin kaçınılmaz bir sonucudur. Toplumsal yaşamdaki her olgu karşıt güçlerin, son tahlilde karşıt sınıflar (ve bazen ara sınıflar bazen de egemen sınıflar) arasındaki mücadele ve müdahalesinin etkisi altındadır. Bu sermayenin faşist bir diktatörlükle siyasal iktidarı biçimlendirdiği ülkelerde de, genel seçimlerin yapıldığı ve bazı hakların bir ölçüde kullanılabildiği (burjuva) demokratik ülkelerde de geçerlidir.

RESMİ TARİH VE DERİN TARİHİN AYNILIĞI VE FARKI
Tarihin kişi ya da iktidarlar, yahut görünürdeki iktidar talipleri arasındaki mücadele ve kavgaya indirgenmesinin; tarihin kanlı canlı aktörü olan milyonlarca emekçiyi görmezden geldiği ifade edilmişti.
Burjuvazinin farklı dönemlerdeki özgün ihtiyaçlarını karşılamak açısından resmi tarih ve AKP’nin yaklaşımı arasında ciddi bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak bu tespit, iki tarih yazımının sınıfsal içeriği anlamında bir soyutlamadır. Günümüz somut-siyasal tartışma ve mücadelelere gelindiğinde, kimi ortak özellikleri ve farklılıkları olduğu da aşikardır.
Resmi tarih anlayışı, özellikle ulusal kurtuluş savaşının ilerici özelliklerinin hızla tasfiye edildiği, burjuva diktatörlüğünün tüm kurumlarıyla statükolaşma sürecinde ilerlediği bir dönemde, 1930’lu yıllarda inşa edilmeye başlamıştır. Sınıfsız kaynaşmış kitle retoriği başlangıçtaki egemen argüman olmakla birlikte, çeşitli toplumsal gerilim ve tepkiler sonucu sınıf varlığı kabul edilmek durumunda kalınmıştır. Dolayısıyla resmi tarih ‘milli çıkarlar’, Kürtlerin inkarı, laikçilik, ordunun özel yeri, ‘modern’ simgesel ve kültürel değerler, bunların tamamını bünyesinde barındıran bir Atatürkçülük, gerektiğinde ise onun daha sekter bir yorumu olarak Kemalizme dayandı. Ancak Atatürkçülüğün içeriği hiçbir zaman sabit olmadı ve iktidarlar tarafından ihtiyaca göre yeniden biçimlendirildi. 1990’lı yıllardan itibaren ama özellikle yukarıda bahsi geçen iç ve dış faktörlerin etkisiyle, 2000’li yıllarda ‘eski’ resmi tarih burjuvazi açısından miadını doldurdu. Temel argümanları açısından kabul edilemez hale geldi. Burjuvazinin, eğer bu biçimde kategorize edilecekse sadece ‘islami’ kesimi açısından değil bir bütün olarak sermaye sınıfı açısından kullanım süresini tamamlandı.
Amerikan çıkarlarına daha ileriden bir bağımlılık, 2007 MİT raporunda ifade edilen ‘yurtta sulh cihanda sulh’ yerine ‘aktif dış politika’ ve ‘sınırların dışında çıkarları kollama’ yaklaşımı, Kürt sorununun geldiği aşamada ‘inkar etmeden imha’ komsepti, kitleleri yedeklemek açısından dini değerlerin daha yaygın kullanımı gibi güncel siyasal ihtiyaçlar; ve bu ihtiyaçların içinde formüle edilebileceği kültürel değerler ve tarihsel olgular; liberal dinci bir tarihyazımının temelleri oldu.
Elbette, liberal dinci tarih yazımı ve bu yaklaşımın resmi tarih ile karşı karşıya gelmesi AKP ile başlamadı. Ancak entelektüel düzeyde varlığından bahsedilebilecek Derin Tarihçilik, ancak AKP döneminde resmi tarihle ‘eşit’, hatta onu ‘aşan’/’aşmaya yeltenen’ ve onu güncelleme göreviyle biçimlenen bir fikirsel güç olarak ortaya çıktı. AKP ve arkasındaki güçlerin ihtiyaçları çerçevesinde resmi tarihin uygun biçim ve çeşitli uzlaşmalarla evrileceği yönü gösterdiği söylenebilir.
Eğer ayrı ayrı soyutlanacaksa; iki tarih yaklaşımı da yukarıda ifade edilen tarihte bilimsel yöntemin üç temel ilkesiyle çelişmektedir.
İlk olarak tarihi bireylerin, önemli adamların, yöneticilerin ve onların kararlarının tarihi olarak algılamaktadırlar. Resmi tarihin milli şefe ve onun “çağın ötesindeki öngörülerine” dayalı tarih yazımı, derin tarihte yine milli şefe dayalı ama bu sefer eleştirel ve daha dinci ‘önder’lerin rolü eklenerek ifade ediliyor. Yine sınıf mücadelesi, ideolojilerin sınıfsal niteliği, ekonomik ve siyasal politikaların toplumsal sınıflarla ilişkileri, onların ihtiyaç, talep ve eğilimleri tarihin açıklanmasında yer bulmuyor. Varsa yoksa milli şefin ‘üstün dehası’ ya da ‘otoriter eğilimleri’…
İkincisi; ekonomik, sosyal, siyasal ve uluslararası gelişmeler iki tarih yaklaşımında da ya tamamen ya da büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Yahut bir olgu abartılarak diğer olguların etkisi yok sayılmıştır. Örneğin resmi tarihte; devletçilik, Atatürk’ün ‘müthiş öngörüsü’nün sonucudur. Dünya genelinde yaygınlaşmadan önce M. Kemal, derin bir sezgi ile örnek bir ekonomik model ortaya koymuştur. Ne kapitalizmdir, ne sosyalizmdir. Elbette, resmi tarih Kadro dergisinin çizgisinde değildir ama ekonomi politikalarının milli ve özgün olduğu konusunda onunla uzlaşmaktadır.
Derin tarih de, devletçi politikaları esas olarak ‘Cumhuriyetin yönetici elitleri’nin–başta M. Kemal olmak üzere- iradesiyle açıklamaktadır. Yönetici elitin pozitivist yaklaşımının sonucudur.
Oysa, bu ekonomi politikalar ilk bakışta görülebileceği üzere dönemin ekonomik ve sosyal özellikleriyle yakından ilişkilidir. İşgal sonucu adeta yıkılmış bir ülkede toparlanma ve düzen tesisinin devletin ekonomiye müdahalesi olmadan sağlanması mümkün değildir. 1923 İzmir İktisat Kongresinde de sermaye grupları devlet müdahale ve desteğinin şart olduğunu deklare etmişlerdir. Dolayısıyla devletin yatırımları, gümrük korumacılığı, sermayeyi güçlendirme ve yeni sermaye grupları yaratma politikası kaynaşmış-kitle edebiyatıyla ya da ‘yönetici elitler’in kendinden menkul iradesiyle açıklanamaz.
Ki, 1929 Büyük İktisadi Buhranı sonrasında, üretimi ve tüketimi büyük darbe almış bir ülkede devletin ekonomiye müdahalesi de kaçınılmazdır. Kriz sürecinde her ülkede olan da budur. Krize karşı ilk tepki devletin ekonomiye müdahalesi olmuş, sonrasında daha sistematik ve ‘kalıcı’ müdahaleler yapılmıştır. İç faktörler kadar uluslararası konjonktür de devletçiliği koşullamaktadır. Ayrıca SSCB’nin büyük başarısı karşısında ‘devletin ekonomiye müdahalesi’ ve planlama olgusunun prestiji de oldukça yüksektir. Resmi tarihin ve onun ‘derin’ halinin tarihyazımı yönteminde esas kurgu ‘büyük kişiler’e ve ‘yönetici elitler’e odaklı olduğundan siyasal, ekonomik ve uluslararası etkenler yalnızca manzara öğelerine indirgenmektedir.
Dolayısıyla dönemin tarihsel (zamansal) sürekliliği (savaştan çıkılmış olması, burjuvazinin zayıflığı vb.) ile bütünselliği ve bağlantılılığı (ekonomik ve sosyal faktörler) içiçedir. Klasik anlamıyla resmi tarih de ‘derin’ ve güncellenmiş hali de bu olgu ve etkenler göz ardı etmektedir. Çünkü ikisi de tarihin sermayenin dönemsel siyasal ihtiyaçları temelinde yazımını esas almıştır, almaktadır. Bilimsellik ve ciddiyet beklemekse mümkün değildir.
ARİF KOŞAR-İSMAİL AFACAN
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Daha yeni Daha eski