Başbakan Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki harem ilişkilerinin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisini ‘kınama’sıyla tarih tar...
Başbakan Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki harem
ilişkilerinin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisini ‘kınama’sıyla tarih
tartışmaları yeniden uç verdi. Kütahya’da havaalanı açılışında konuşan
Erdoğan “Aktif bir dış politika”nın gerekçeleri açıklarken “Ecdadımızın
at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz” demişti. Harem
‘keyfi’ yapan, saray entrikaları içinde oynatılan, bir eli yağda bir
eli balda yaşayan bir ecdadın ise ‘Atı izinde’ gitmeyi zorlaştıracağını
bilen Erdoğan, kendi tarihsel argümanını güçlü kılmak adına Muhteşem
Yüzyıl dizisini hedefe koymuştu: “Ama bunlar televizyon ekranındaki
ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gibi
tanıyorlar. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir
Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti.
Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz,
anlamamız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonların
sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri
uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Böyle
bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara milletçe
gereken dersin, cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”
Bırakalım kendisini, ecdadı diye ilan ettiği padişahların eleştirilmesine bile tahammül edemez hale gelen Başbakan Erdoğan’ın, her tarihsel eleştiriyi AKP’nin yeni-Osmanlıcı siyasal çizgisinin muhatabı kabul ettiği de görülüyor.
Bütün bu Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının ötesinde AKP, bir süredir, zaman zaman tarihsel atıflar içeren ancak esasen siyasal ve güncel olan ‘eleştirileri’ni ‘yeni bir tarihyazımı’ çabasıyla da birleştiriyor. M. Kemal’in Nutuk’undan başlayarak günümüze kadar gelen ve çeşitli vesilelerle güncellenen resmi tarih, yeni bir güncellenme ihtiyacıyla karşı karşıya. Çünkü AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin dönemsel iktisadi ve siyasal çıkarlarıyla, resmi tarihin karikatürize edilmiş biçimde hortlayan eski tez ve söylemleri arasında küçümsenmeyecek bir çelişki var.
Tam da bu nedenle, AKP’ye karşı kimi tamamen milliyetçi-gerici kimi de laiklik kaygısıyla verilen tepkiler resmi tarihin argümanlarından yararlanabiliyor. 10 Kasımda Anıtkabir’e yapılan yürüyüşte, AKP’ye karşı Atatürk maskeli tepkiler bunun küçük bir örneği.
Resmi tarihin hem ilk biçimi hem de günümüzdeki formatını AKP’nin beğenmediği, siyasal ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüm istediği biliniyor. AKP’nin bu isteği de resmi tarihin baştan sona bir dönüşümü talebi değildir. Resmi tarih paradigmasının bir bütün olarak ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Çünkü bugün ‘resmi tarih’ ile ifade edilen eklektik bütün, kimi AKP muhaliflerinin savunageldiği 1930’ların resmi tarihinden de farklıdır. Bu, belki hiçbir kesim tarafından açıkça kabul edilmemiş ama özellikle 12 Eylül darbesinden sonra bir biçimde etkili kılınmış, İslami ve Osmanlıcı geçmişi de kabullenen bir resmi tarihtir. Ancak AKP, resmi tarihin ilk biçime karşı olduğu gibi, güncellenmiş halinin de yeniden reforme edilmesini istemektedir. Dolayısıyla günümüzün ‘resmi tarihi’ de AKP’nin iktidar gücü ve olanaklarıyla güncellemeye başladığı resmi tarihtir. Ve bu özelliğiyle AKP’nin dışında ve ondan bağımsız değildir. Derin Tarih dergisi de bu sürecin bir parçasıdır.
***
Tarihin yeninden yazımı sermaye ve onun iktidar partisi AKP için oldukça önemli. Çünkü tarih raflardaki kitap, arşivlerdeki belge ya da zihinlerdeki anılardan ibaret bir ‘bilgi yığını’ değildir. Böyle olsaydı, tarih, bakılacak, incelenecek, en ileri noktada dersler çıkarılacak bir belgelik olurdu.
Tarih; geçmişin bir birikimi olmakla birlikte kendi içinde bugünü ve geleceği de barındırır. Gelecekten ve bugünden bağımsız bir ‘tarih’ kavramsal olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Ve tersidir… Çünkü, gelecek olan geçmişin bağrında olgunlaşmış, bugün filizlenmiş olandır. Yani gelecek ve geçmiş, dolayısıyla bugün, tek bir olgunun yaşamsal sürecidir. Her olgu da, bugünkü durumunda, geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu içinde barındırır. Hiçbir şey zamanın dışında olmadığı gibi bugün de geçmişten, gelecek de tarihten bağımsız değildir.
Geleceğin sahibi olmak isteyen, kendi sömürü düzenini bilinçli ya da bilinçsiz korumak üzere tarihi yazanlar/yazdıranlar, geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamış ve yeniden üretmişlerdir. Geçmişin değerlendirilmesi de sadece geçmişe, olmuş olana dair değildir. Problem de geçmiş hakkında entelektüel bir tartışma ya da polemik hiç değildir. Egemenlerin tarih yazımı; süregiden düzeni alternatifsiz ve kaçınılmaz bir düzen olarak meşrulaştırmayı, kendi geleceğini garanti altına alabilmeyi, kısa ve orta vadeli ihtiyaçları doğrultusunda ideolojik yaşamı yeniden üretebilmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla her siyasal iktidar, tarihin kimi bölüntülerini ya da tarihsel olgu ve olayları kendi güncel-siyasal ihtiyaçları çerçevesinde kullanır. Politika ve politikasının meşruiyetini tarihsel ‘gerekçelerle’ temellendirerek, güçlü ve etkin kılmaya çalışır.
AKP de neredeyse her tartışma ve polemikte, bu ‘tarihsel yöntemi’ kullandı. İktidara geldiği günden bugüne mevcut düzeni ‘bürokratik oligarşi’ olarak tanımlayarak aslında ‘derin’ bir tarihsel tartışmayı da başlatmıştı. Ancak ilk çarpıcı tarih polemiği Dersim katliamı konusunda yaşandı. Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin ‘Analar artık ağlamasın’ çıkışı karşısında CHP Milletvekili Onur Öymen’in Dersim atıfı tartışmayı başlattı. “Dersim’de analar ağladı, gerekirse analar ağlar” diyerek ‘terörle mücadele’ çağrısı yapan Öymen, AKP’ye yeniden ‘demokrasi’ havarisi kesilme olanağı sağlamıştı. Oysa AKP’nin Kürt sorununda, bahsi geçen dönemde kısa süreli bir açılım ama esas olarak PKK’yi etkisizleştirme ve ‘terörle mücadele’ konsepti pratikte pek de farklı değildi. En azından vardığı sonuç böyleydi. Öymen’in Dersim katliamını savunan yaklaşımı karşısında AKP, CHP’yi ve savunageldiği tarihsel zemini eleştirmek için bu olanağı sonunda kadar kullandı.
CHP’nin ‘tarihi’ bilindik, resmi tarihti. Bu tarih; toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tarifi, Kürt halkının varlığının reddi, devlet dini olarak Sunni İslam’ın dayatılması ve ‘milli’ kadronun çağdaş reformlarına dayanıyordu. Türklük ve Türklüğe dayanan millilik, Osmanlı’nın eleştirisini öngörüyor, hatta tarihsel kökenler Osmanlı öncesinden çıkarılıyordu . Ders kitaplarında yakın dönem tarihi bu tezler temelinde şekillendiriliyordu. Ancak 80 yıllık bu tarih anlayışı, Türkiye’nin kangren olmuş tarihsel sorunları (Kürt sorunu ve laisizm), dünya ve Ortadoğu’daki dengeler açısından işlevselliğini yitirmişti. CHP’li Öymen’in ‘gafı’ sonrasında AKP’nin başlattığı tarihsel tartışmalar, Dersim katliamına dair İnönü imzalı belgelerle yapılan şovlar; hem bir siyasal ihtiyacı hem de AKP’yi de aşan bir ideolojik/tarihsel yeniden yapılanmayı ifade ediyordu.
AKP’NİN TARİHİ YENİDEN YAZMA NEDENLERİ
AKP’nin yeni bir tarihyazımı başka bir ifadeyle resmi tarihi AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda güncelleme çabasından yukarıda söz edildi. Bunda üç temel etkenden bahsedilebilir:
Birincisi; uluslararası gelişmeler ve dengeler açısından Türkiye’ye biçilen yeni roller ve Türkiye egemenlerinin bu yeni ‘görevler’ karşısında yeniden konumlanması. Emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planları, ABD’nin etkinliğini sağlama/artırma, enerji kaynakları ve iletim hatları üzerindeki kontrolünü koruma ve genişletme stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye daha ilerden ‘görevler’ düşmüştür. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinde Türkiye’nin bazen açık bazen üstü kapalı desteği, ABD için oldukça önemliydi. Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir coğrafyada, ABD’nin kadim dostu İsrail’in oynayacağı rol elbette sınırlıydı. Türkiye; işte bu ortamda, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde önemli araç-ülkelerinden birisiydi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde Başbakan Erdoğan’ın eş başkanı olması, İsrail’le yaşanan “One Minute” krizi, AKP’nin yeni Osmanlıcı söylemleri, birbirinden bağımsız gibi gözükse de bütün bunlar ABD stratejisiyle bağlantılı. Osmanlı halifeliği, Arap ülkelerindeki tarihsel geçmiş, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ‘abilik’ iddiası, bir model ülke olarak Türkiye’nin ABD için önemini arttırıyor. Dolayısıyla yeni-Osmanlıcı iddia ve hedefler, tamamıyla ABD stratejisiyle uyum içerisindedir.
Türkiye sermayesinin ‘sınır ötesi’ hayalleriyle örtüşen ABD stratejisi, AKP’nin yeni Osmanlıcı bir politika izlemesine de zemin hazırladı. Yeni Osmanlıcılık projesinde, milliyetçi olmaktan çok İslami motiflerle süslenmiş ama milliyetçilerin ‘hayal’leriyle de ortaklaşan kimi iddialar yer alıyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da ifade ettiği, Musul ve Kerkük üzerindeki Osmanlı’dan kalma iddialar ve MİT’in 2007 yılında ifade ettiği ‘aktif dış politika’ konsepti, Türkiye’nin ABD stratejisinde daha aktif bir rol oynayacağını taahhüt ediyordu.
‘Resmi tarih’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bağımsızlık savaşı vermiş ve bu savaşta Kürtlerin desteğini almış bir siyasal önderliğin 1920’li yıllardaki ruh halini, hatta siyasal öngörüsünü yansıtıyordu. Ancak ‘yurtta sulh’ ancak Kürtlerin kendi haklarını talep etmemesiyle mümkündü, dolayısıyla gerçekliği söz konusu olamazdı, olmadı da. ‘Cihanda sulh’ ise emperyalizme karşı savaşmış ve en azından kısa vadede iyi ilişkilere sahip olmayan, diğer yandan hızla bu ilişkileri geliştirmek üzere çabalayan bir ülkenin gerçekçi bir politikası olabilirdi. Dolayısıyla 1920’li ve 30’lu yıllar Türkiye’si ve sonrasındaki yıllarda Türkiye kendi dışındaki olay ve olguların bir biçimde dışında kalmaya çalıştı. İkinci Dünya Savaşına katılmaktan imtina etti. Elbette ‘cihanda sulh’ yaklaşımı emperyalizmle sıcak ilişkiler kurmayı, giderek güçlenen Sovyet düşmanlığını, çevre ülkelerde ve dünyadaki gelişmeler karşısında emperyalist projelerin onaylayıcılığını ve taşeronluğunu inkar etmiyordu. Ancak en azından resmiyette, bir ölçüde de olsa fiiliyatta ‘Cihanda sulh’ ilkesi ‘para’ ediyordu. Bugünse AKP’nin dış politikası açısından tam tersi bir durum söz konusudur. Teröre karşı savaş konsepti içerisinde nerede emperyal savaş ve işgal varsa AKP Hükümeti onun içinde ve dahilinde olma çabasındadır. Bunun adıysa ‘cihanda sulh’ değil aktif dış politika ve (Turgut Özal’la da hatırlanan) ‘fırsatları’ değerlendirme politikasıdır. Bu politika resmi tarihin, daha Osmanlıcı bir temelde yenilenmesini öngörmektedir.
İkincisi; Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında resmi tarih anlayışının iflas etmiş olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu… Kürt ulusal hareketinin yaygınlığı ve etkisi karşısında artık ‘Kürt diye bir şey yoktur’, ‘Kürtler, karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir’ diyen resmi tarih anlayışının geçerliliği olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla sermaye ve AKP açısından böyle bir tarih anlayışı, Kürtleri ikna edemeyeceği gibi Türkleri de ikna edemez duruma gelmektedir. AKP de Kürt halkının meşru mücadelesiyle bir yandan Kürtlerin varlığını kabul etmekte, ancak temel haklarını tanımamaktadır. ‘İnkar ve imha’ politikasının yerini adeta ‘Varlığını kabul ederek imha’ almaktadır.
Kürt halkının bazı talepleri karşılanacaksa Kürtler istediği için değil AKP istediği için karşılanacaktır. Hükümet, taleplerin karşılanmasıyla Kürt hareketinin daha da güçleneceğini düşünmekte, bu nedenle ‘hakları tanımak’ yerine bazı cılız ve uygulama olanağı düşük ve göstermelik reformlar yapmaktadır. Diğer yandan AKP dini argümanlarla Kürtleri, en azından bir bölümünü kazanmaya çalışmaktadır. Kürt sorununu çözmek üzere gündeme gelen ‘Mele projesi’, bölgede din adamlarını kullanarak Kürtleri, ulusal hareketten uzaklaştırma çabaları da bilinmektedir. Dolayısıyla AKP’nin Kürt sorunundaki genel yaklaşımı, resmi tarih tezinin Kürtlerin varlığını inkar eden eski biçiminin güncellenmesini zorunlu kılmaktadır. Güncellenme “birleştirici çimento olarak din” ve “Osmanlı kardeşliği” temelinde olmaktadır. Bu nedenle resmi tarihin daha Osmanlıcı ve İslamcı bir çerçevede yenilenmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü; yukarıda ifade edilen iç ve dış gelişmeler çerçevesinde yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal dönüşümün kalıcılaştırılması ve yeni ‘düzen’in sağlamlaştırılması ihtiyacıdır. Özelleştirmeler, emperyalizme ve tekelci sermayeye sonuna kadar bağımlılık, köylü nüfusunun neredeyse yüzde 40 oranında azaltılarak hızlı bir kentleşme, orduyu ve militarist araçları ele geçirme, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artırılması vb. AKP’nin propagandasına göre, Cumhuriyet rejimi, AKP’ye kadar, asker-sivil bir zümrenin halk üzerindeki diktatörlüğü olmuş, ‘bürokratik oligarşi’ yönetimin iplerini elinde tutmuştur. İşte AKP hükümeti, halkın tercihi ve inisiyatifi ele alması, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş elitist tabakanın alaşağı edilmesini sağlama misyonunu üstlenmişti.
Bu iddialar baştan sonra tarihsel atıf ve eleştirilerle doluydu. En başta güncel siyasette AKP’nin karşı karşıya geldiği CHP’nin mahkum edilmesi, diğer yandan da bütünsel bir dönüşümün tarihsel olarak meşrulaştırılması amaçlanıyordu. Yani yeni ‘düzen’ kurulurken, ‘eski düzen’in mahkum edilmesi, resmi tarihin de eleştirisini gerektiriyordu. Bu eleştiri temelinde; ‘bürokratik yargı’ 12 Eylül referandumuyla AKP’lileştirildi, yeni politik ihtiyaçları kavramayan askeri ve sivil bürokrasi Ergenekon, Balyoz gibi davalarla tasfiye edildi, eğitim sistemi yeniden biçimlendirildi, bir bütün olarak devlet kademelerinde yoğun bir kadrolaşma süreci işletildi. Daha da uzatılabilir ancak bu kadarı konumuz açısından yeterlidir…
Böyle bir dönüşüme yığınların ikna edilmesi ve AKP’nin kendi meşruiyet zeminini genişletmesi; resmi tarihin eleştirisi ve güncellenmesini zorunlu kılıyordu.
Bu doğrultusunda, liberal İslamcı tarih algısının teşvik edilmesi için AKP her fırsatı değerlendirdi. CHP’yi eleştirmek adına tek parti döneminde ‘İl başkanlarının vali olduğu’ hatırlatmasının yapılması, demir ağlar göndermesi, İsmet İnönü’nün ders kitaplarından çıkarılması, İttihatçılık, 27 Mayıs, 12 Eylül’e karşı kampanyalar bazı örnekler olarak sıralanabilir.
Bir yandan bu tartışmalar yürütülürken bir yandan da kendi rol modelleri de birey protipi olarak sunuldu. Son kongresinde Başbakan’ın Türklerin Anadolu’ya girişinin bininci yılını (2071) gençliğe hedef, Alpaslan’ı da örnek olarak göstermesi, Fetih 1453 filminin kampanyalarla desteklenmesi, mağdur padişah olarak II. Abdulhamit’in gösterilmesi, Yavuz Sultan Selim döneminin Kürt devlet adamı İdris-i Bitlis, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in Suud Efendi’si, Bülent Arınç’ın Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ını gençliğe model olarak sunulması, Necip Fazıl atıfları; liberal dinci tarih yaklaşımının örnekleriydi.
Bu üç faktöre bir ek daha yapmak gerekiyor. Resmi tarih yazımının gözden geçirilmesi Türkiye ve AKP Hükümetine özgü bir durum değil. 90’lı yılların başından bu yana yeni bir tarih yazımının paradigmaları tartışılıyor. Burjuva liberal yaklaşımla geçmişin devrimleri, ayaklanmaları, işçi sınıfının mücadelesi, kazanımları ve antiemperyalist mücadeleler önemsizleştirilmek isteniyor. Tarihte ikincil ve belirleyici olmayan olaylar üzerinden ‘ihmal edilmiş’ kimlikleri ele alarak bugünkü sınıf dışı kimlik politikalarına tarihsel gerekçe oluşturmak; çeşitli kurumların geçmiş ideolojilerin kurgu ve inşası olduğu söylenerek kurumların oluşumundaki ‘idealizm’e vurgu yapmak suretiyle bugünkü subjektivizme alan açmak hedefleniyor… 1908 devrimi, İttihat ve Terakki, 1 Mayıs 1977’ye dair tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki değişimin uluslararası çaptaki bu tarih yazımı operasyonuyla bağlantılı olduğu söylenebilir.
Hem iç ve dış etkenler hem de AKP’nin bu çerçevedeki siyasal ihtiyaçları, ideolojik alanda bir yeniden yapılanmayı ve resmi tarihin güncellenmesini koşulluyordu. Bu ihtiyaç, Derin Tarih’i doğuran arka plan olarak özetlenebilir. Sadece genel olarak ortamın etkisinden de öte, hükümetin liberal tarih yazımının aktörlerinden birisi olarak bu dergiyi teşvik ettiği, desteklediği hatta kurduğu da söylenebilir. Hükümete yakınlığı gizli saklı olmayan, alenen hükümetin yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayrak grubu Derin Tarih dergisinin de sahibidir. Hükümet ve belediyelerin desteğiyle dört bir yanda afişleri, tanıtımları, reklamları yapılmaktadır. İlk sayısını yayınlamasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Derin Tarih'i okumaya başladıktan sonra biz gerçek tarihi de tanımaya, bilmeye başlayacağız” demiştir.
Nisan ayında ilk sayısı yayınlanan Derin Tarih dergisi, şimdiye kadar çıkan 9 sayısında AKP’nin çizgiyi siyasal hattın tarihsel meşrulaştırılması misyonunu üslendi. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ başlıklı, iddialı bir dosya konusuyla yayın hayatına başladı. Mayıs sayısında ‘Adnan Menderes’in son mesajı: Halkımız insan olduğunu bizle hatırladı’ başlıklı bir dosya hazırladı. Temmuz sayısında, ‘Lozan’da kim kazandı?’ sorusuyla İnönü eleştirisi temelinde bir yayıncılık yaptı. Ağustos sayısında ise Suriye krizlerini konu edindi. Kasım sayısında Dersim katliamı tartışmalarını kapağına taşıdı.
KAZIM KARABEKİR TARTIŞMASI
İlk sayısında dikkat çeken bir başlangıç yaptı Derin Tarih. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ dosyasıyla resmi tarihin 19 Mayıs, Samsun ve Mustafa Kemal vurgusuna eleştirel bir gönderme yapıyordu. İddia şuydu: Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya ayak basmıştı. Doğu Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan, örgütleyen, Mustafa Kemal’i öne çıkaran ve destekleyen Kazım Karabekir’di. Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadığı fikirsel ayrılıklar sonucu, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından saf dışı bırakılmış, koğuşturmaya uğramış, bir muhalif olarak baskı görmüştü.
Derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın bu iddiaları nasıl savunduğuna şöyle bir bakalım: “Kazım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, I. Dünya Savaşının Kafkaslardaki son zaferine imza atmış, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkarak İstiklal Savaşını başlatmış ve milli mücadelenin ilk zaferini armağan etmiş bir kahraman. … Anadolu’da milli mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden birisi olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir iki cümle yer verilir. Bunun da sebebi resmi tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir, cesur yüreklerden biri olmasıdır.” (Armağan, Derin Tarih, Sayı:1, sf. 49)
İddia ‘çarpıcı’… Armağan, Kurtuluş Savaşındaki ‘kişisel’ önderlik tartışmalarında Kazım Karabekir’in resmi tarih tarafından görmezden gelindiğini söylüyor. Doğru ve söylediğinde haklı. Ancak resmi tarihin M. Kemal ve K. Karabekir’e dair eleştirilecek yanı yalnızca bu mudur?
Önce bir alt başlık: Kurtuluş savaşı, başka bir deyişle emperyalizme karşı ulusun mücadelesi, ne Mustafa Kemal’in 19 Mayısta Samsun’a ayak basmasıyla ne de Kazım Karabekir’in 19 Nisan’da Trabzon’a çıkmasıyla başlamıştır. Bu kişilerin ayakları bahsigeçen topraklara henüz değmemişken, hatta bu isimler Padişah’ın emrindeki Osmanlı subaylarıyken Anadolu ve Trakya’da ulusal kurtuluş savaşının ateşi yakılmıştı. İzmir, Hatay, Adana, Maraş, Antep’te halkın kendiliğinden örgütlenmesiyle işgalcilere karşı yerel direniş odakları hızla kurulmuştu . Memleketin dört bir yanında çeşitli direniş cemiyetleri ve silahlı gruplar işgalcilere karşı savaşmaya başlamıştı. Özetle, bir halkın, emperyalizme karşı kurtuluş savaşının başlamasını, ‘kutsal bir öndere’ mal etmek, tarihi baştan sona çarpıtmak anlamına gelir. Dolayısıyla kurtuluş savaşı ne Mustafa Kemal’in ne de Derin Tarih’in iddia ve ısrar ettiği üzere Kazım Karabekir’in eseridir.
Ama yine de şu soru ortada duruyor: Kurtuluş savaşının önderi kimdir?
Evet, bu, biraz da resmi tarih ve yöntem olarak onunla uzlaşan ‘derin’ tarihin dayattığı bir tartışmadır. Çünkü önderlik sorunu, esas olarak bir sosyal harekete hangi sınıf/grubun yön verdiğiyle ilgili bir meseledir. Ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlık talebi itibarıyla çeşitli sınıf ve katmanlar arasında ittifakı öngören bir mücadeleydi. Sorun da, bu ittifak halindeki sınıf ve gruplardan hangisinin bu mücadelenin hedeflerine, içeriğine ve hatta sonrasına yön vereceğiyle ilgilidir. Kurtuluş savaşı, özgünlükleri, hedefleri, önder kadrosunun özellikleri ve sonrasıyla, ulusal burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal rengini verdiği bir hareketti. Bu hareketin, ülkenin çeşitli yörelerindeki dağınık direniş odaklarını birleştiren önder kadrosu da elbette söz konusuydu. Bunu başaran da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve daha birçok kişinin yer aldığı önder kadrolardır. Kurtuluş savaşının önderliğinden bahsedilecekse, bu isimlerin sayılması kaçınılmazdır. Bu isimler içerisinde Mustafa Kemal’in daha fazla öne çıktığı, etki ve ağırlığının daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak, Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal’in kararları da dahil birçok konu gerek önder grup arasında, gerekse de TBMM’de ayrıntılı ve şiddetli biçimlerde tartışılmıştır. Sonuç olarak, Birinci Mecliste Mustafa Kemal Başkomutanlık yetkisini almasıyla başlayan, Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yetkileri, konumu, rakiplerinin tasfiyesi, sonrasında da resmi tarihin yazılmasıyla devam eden süreçte, Atatürk Kurtuluş savaşının tek ve ‘ulu önder’i haline getirilmiştir. Derin Tarih’in yaptığı ise aynı tarihsel kurgunun Kazım Karabekir için yapılmasını talep etmektir.
Armağan tam da bunu işaret ederek, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’una başlarken kullandığı ‘19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktım’ ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, ‘tarih yazan’ bir figür olarak Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden okusaydık, bugün bambaşka bir inkilap tarihi karşılayacaktı bizi” diyor.
Öyle midir gerçekten?
Evet, Karabekir’in ‘Nutuk’u, M. Kemal’in nutkundan farklı olacaktır. Örneğin Karabekir’in yazınında M. Kemal eleştirisi olacaktır. Eğer, M. Kemal’in Nutuk’u gibi olacaksa da K. Karabekir övgüsü geniş bir biçimde yer alacaktı. Milli davanın önder kadrolarına ihanet edildiği, M. Kemal’in diktatörlük hevesleri içinde olduğu yazılacaktı. Ancak ‘hikaye’ yine ‘saray’ın içinde kalacaktı. Yani Derin Tarihin yöntemi de tıpkı resmi tarihinki gibi, seçkinlerin ve yönetenlerin irade ve eylemlerine, onlar arasındaki çekişmelere odaklanmaktadır.
M. Kemal’in Nutuk’undaki felsefi temel ile Kazım Karabekir’in yaklaşımı arasında bütünsel bir fark yoktur. Karabekir de iyi bir ittihatçıydı. 1908 ihtilali sırasında yüzbaşı ve dönemin tipik bir subayıydı. İttihat ve Terakkici pozitivizm, Karabekir ve kurtuluş savaşının diğer önder kadrolarının yaklaşım ve felsefesinin özünü oluşturuyordu. Düzenin ‘öncü’ bir kadro tarafından sağlanması, çeşitli reformlar yoluyla düzen içinde ilerleme ve eğitime özel bir vurgu. İlerlemenin öncüsü halk, halkın mücadelesi vb. değil ‘pozitif’ kadrolardı… Karabekir’in de genel siyasal yaklaşımı bu çerçeve içindeydi. Alman ordu geleneğine hayranlık tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Karabekir’de de bakiydi.
Karabekir’in farklılıkları yok mudur? Elbette vardır… Bunlar bireysel farklılıktan çok kurtuluş savaşının önder kadroları içindeki bölünmeye dair farklılıklardır. Örneğin Cumhuriyetin ilan edilmesi ve saltanatın kaldırılması, bu kadrolar içinde bir bölünmeye yol açmıştır. Karabekir de cumhuriyetin ilanına en azından zamanlama olarak muhalefet edenlerdendir.
Konumuz açısından burası başka bir tartışmadır. Ancak gerek Mustafa Kemal’in ulusalcı ve laikçi yaklaşımının (tekke ve zaviyeleri kapayan, latin alfabesini kabul eden, şapka inkılabını yapan, balolar düzenleyen vb.) gerek de resmi tarihin temel dayanaklarının AKP’nin bugünkü yeni siyasal ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayamayacağı açıktır. AKP’nin kapitalizm ve onun temel değerleriyle problemi yoktur. Ancak ılımlı İslamcı ve yeni Osmanlıcı politikanın daha muhafazakar, ‘radikal’ bir cumhuriyetçilik yerine Arap dünyasında hak ve görev vurgusu yapan daha Osmanlıcı simge ve figürlere ihtiyaç duyduğu, siyasal polemikleri açısından İsmet İnönü’yü hedefe koyduğu düşünüldüğünde Karabekir’in daha fazla öne çıkması da kaçınılmazdır.
Resmi tarihle karşı karşıya gelen AKP’nin ve onun sözü Derin Tarih’in Mustafa Kemal yerine, özellikle İsmet İnönü yerine Kazım Karabekir’i öne çıkarması, en azından ‘tek ve ulu önder’ imajını yıkacak biçimde Karabekir’i gündeme getirmesi, bahsettiğimiz çerçeve içerisinde oldukça mantıklı ve anlamlıdır.
ARİF KOŞAR-İSMAİL AFACAN
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Bırakalım kendisini, ecdadı diye ilan ettiği padişahların eleştirilmesine bile tahammül edemez hale gelen Başbakan Erdoğan’ın, her tarihsel eleştiriyi AKP’nin yeni-Osmanlıcı siyasal çizgisinin muhatabı kabul ettiği de görülüyor.
Bütün bu Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının ötesinde AKP, bir süredir, zaman zaman tarihsel atıflar içeren ancak esasen siyasal ve güncel olan ‘eleştirileri’ni ‘yeni bir tarihyazımı’ çabasıyla da birleştiriyor. M. Kemal’in Nutuk’undan başlayarak günümüze kadar gelen ve çeşitli vesilelerle güncellenen resmi tarih, yeni bir güncellenme ihtiyacıyla karşı karşıya. Çünkü AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin dönemsel iktisadi ve siyasal çıkarlarıyla, resmi tarihin karikatürize edilmiş biçimde hortlayan eski tez ve söylemleri arasında küçümsenmeyecek bir çelişki var.
Tam da bu nedenle, AKP’ye karşı kimi tamamen milliyetçi-gerici kimi de laiklik kaygısıyla verilen tepkiler resmi tarihin argümanlarından yararlanabiliyor. 10 Kasımda Anıtkabir’e yapılan yürüyüşte, AKP’ye karşı Atatürk maskeli tepkiler bunun küçük bir örneği.
Resmi tarihin hem ilk biçimi hem de günümüzdeki formatını AKP’nin beğenmediği, siyasal ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüm istediği biliniyor. AKP’nin bu isteği de resmi tarihin baştan sona bir dönüşümü talebi değildir. Resmi tarih paradigmasının bir bütün olarak ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Çünkü bugün ‘resmi tarih’ ile ifade edilen eklektik bütün, kimi AKP muhaliflerinin savunageldiği 1930’ların resmi tarihinden de farklıdır. Bu, belki hiçbir kesim tarafından açıkça kabul edilmemiş ama özellikle 12 Eylül darbesinden sonra bir biçimde etkili kılınmış, İslami ve Osmanlıcı geçmişi de kabullenen bir resmi tarihtir. Ancak AKP, resmi tarihin ilk biçime karşı olduğu gibi, güncellenmiş halinin de yeniden reforme edilmesini istemektedir. Dolayısıyla günümüzün ‘resmi tarihi’ de AKP’nin iktidar gücü ve olanaklarıyla güncellemeye başladığı resmi tarihtir. Ve bu özelliğiyle AKP’nin dışında ve ondan bağımsız değildir. Derin Tarih dergisi de bu sürecin bir parçasıdır.
***
Tarihin yeninden yazımı sermaye ve onun iktidar partisi AKP için oldukça önemli. Çünkü tarih raflardaki kitap, arşivlerdeki belge ya da zihinlerdeki anılardan ibaret bir ‘bilgi yığını’ değildir. Böyle olsaydı, tarih, bakılacak, incelenecek, en ileri noktada dersler çıkarılacak bir belgelik olurdu.
Tarih; geçmişin bir birikimi olmakla birlikte kendi içinde bugünü ve geleceği de barındırır. Gelecekten ve bugünden bağımsız bir ‘tarih’ kavramsal olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Ve tersidir… Çünkü, gelecek olan geçmişin bağrında olgunlaşmış, bugün filizlenmiş olandır. Yani gelecek ve geçmiş, dolayısıyla bugün, tek bir olgunun yaşamsal sürecidir. Her olgu da, bugünkü durumunda, geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu içinde barındırır. Hiçbir şey zamanın dışında olmadığı gibi bugün de geçmişten, gelecek de tarihten bağımsız değildir.
Geleceğin sahibi olmak isteyen, kendi sömürü düzenini bilinçli ya da bilinçsiz korumak üzere tarihi yazanlar/yazdıranlar, geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamış ve yeniden üretmişlerdir. Geçmişin değerlendirilmesi de sadece geçmişe, olmuş olana dair değildir. Problem de geçmiş hakkında entelektüel bir tartışma ya da polemik hiç değildir. Egemenlerin tarih yazımı; süregiden düzeni alternatifsiz ve kaçınılmaz bir düzen olarak meşrulaştırmayı, kendi geleceğini garanti altına alabilmeyi, kısa ve orta vadeli ihtiyaçları doğrultusunda ideolojik yaşamı yeniden üretebilmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla her siyasal iktidar, tarihin kimi bölüntülerini ya da tarihsel olgu ve olayları kendi güncel-siyasal ihtiyaçları çerçevesinde kullanır. Politika ve politikasının meşruiyetini tarihsel ‘gerekçelerle’ temellendirerek, güçlü ve etkin kılmaya çalışır.
AKP de neredeyse her tartışma ve polemikte, bu ‘tarihsel yöntemi’ kullandı. İktidara geldiği günden bugüne mevcut düzeni ‘bürokratik oligarşi’ olarak tanımlayarak aslında ‘derin’ bir tarihsel tartışmayı da başlatmıştı. Ancak ilk çarpıcı tarih polemiği Dersim katliamı konusunda yaşandı. Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin ‘Analar artık ağlamasın’ çıkışı karşısında CHP Milletvekili Onur Öymen’in Dersim atıfı tartışmayı başlattı. “Dersim’de analar ağladı, gerekirse analar ağlar” diyerek ‘terörle mücadele’ çağrısı yapan Öymen, AKP’ye yeniden ‘demokrasi’ havarisi kesilme olanağı sağlamıştı. Oysa AKP’nin Kürt sorununda, bahsi geçen dönemde kısa süreli bir açılım ama esas olarak PKK’yi etkisizleştirme ve ‘terörle mücadele’ konsepti pratikte pek de farklı değildi. En azından vardığı sonuç böyleydi. Öymen’in Dersim katliamını savunan yaklaşımı karşısında AKP, CHP’yi ve savunageldiği tarihsel zemini eleştirmek için bu olanağı sonunda kadar kullandı.
CHP’nin ‘tarihi’ bilindik, resmi tarihti. Bu tarih; toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tarifi, Kürt halkının varlığının reddi, devlet dini olarak Sunni İslam’ın dayatılması ve ‘milli’ kadronun çağdaş reformlarına dayanıyordu. Türklük ve Türklüğe dayanan millilik, Osmanlı’nın eleştirisini öngörüyor, hatta tarihsel kökenler Osmanlı öncesinden çıkarılıyordu . Ders kitaplarında yakın dönem tarihi bu tezler temelinde şekillendiriliyordu. Ancak 80 yıllık bu tarih anlayışı, Türkiye’nin kangren olmuş tarihsel sorunları (Kürt sorunu ve laisizm), dünya ve Ortadoğu’daki dengeler açısından işlevselliğini yitirmişti. CHP’li Öymen’in ‘gafı’ sonrasında AKP’nin başlattığı tarihsel tartışmalar, Dersim katliamına dair İnönü imzalı belgelerle yapılan şovlar; hem bir siyasal ihtiyacı hem de AKP’yi de aşan bir ideolojik/tarihsel yeniden yapılanmayı ifade ediyordu.
AKP’NİN TARİHİ YENİDEN YAZMA NEDENLERİ
AKP’nin yeni bir tarihyazımı başka bir ifadeyle resmi tarihi AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda güncelleme çabasından yukarıda söz edildi. Bunda üç temel etkenden bahsedilebilir:
Birincisi; uluslararası gelişmeler ve dengeler açısından Türkiye’ye biçilen yeni roller ve Türkiye egemenlerinin bu yeni ‘görevler’ karşısında yeniden konumlanması. Emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planları, ABD’nin etkinliğini sağlama/artırma, enerji kaynakları ve iletim hatları üzerindeki kontrolünü koruma ve genişletme stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye daha ilerden ‘görevler’ düşmüştür. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinde Türkiye’nin bazen açık bazen üstü kapalı desteği, ABD için oldukça önemliydi. Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir coğrafyada, ABD’nin kadim dostu İsrail’in oynayacağı rol elbette sınırlıydı. Türkiye; işte bu ortamda, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde önemli araç-ülkelerinden birisiydi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde Başbakan Erdoğan’ın eş başkanı olması, İsrail’le yaşanan “One Minute” krizi, AKP’nin yeni Osmanlıcı söylemleri, birbirinden bağımsız gibi gözükse de bütün bunlar ABD stratejisiyle bağlantılı. Osmanlı halifeliği, Arap ülkelerindeki tarihsel geçmiş, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ‘abilik’ iddiası, bir model ülke olarak Türkiye’nin ABD için önemini arttırıyor. Dolayısıyla yeni-Osmanlıcı iddia ve hedefler, tamamıyla ABD stratejisiyle uyum içerisindedir.
Türkiye sermayesinin ‘sınır ötesi’ hayalleriyle örtüşen ABD stratejisi, AKP’nin yeni Osmanlıcı bir politika izlemesine de zemin hazırladı. Yeni Osmanlıcılık projesinde, milliyetçi olmaktan çok İslami motiflerle süslenmiş ama milliyetçilerin ‘hayal’leriyle de ortaklaşan kimi iddialar yer alıyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da ifade ettiği, Musul ve Kerkük üzerindeki Osmanlı’dan kalma iddialar ve MİT’in 2007 yılında ifade ettiği ‘aktif dış politika’ konsepti, Türkiye’nin ABD stratejisinde daha aktif bir rol oynayacağını taahhüt ediyordu.
‘Resmi tarih’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bağımsızlık savaşı vermiş ve bu savaşta Kürtlerin desteğini almış bir siyasal önderliğin 1920’li yıllardaki ruh halini, hatta siyasal öngörüsünü yansıtıyordu. Ancak ‘yurtta sulh’ ancak Kürtlerin kendi haklarını talep etmemesiyle mümkündü, dolayısıyla gerçekliği söz konusu olamazdı, olmadı da. ‘Cihanda sulh’ ise emperyalizme karşı savaşmış ve en azından kısa vadede iyi ilişkilere sahip olmayan, diğer yandan hızla bu ilişkileri geliştirmek üzere çabalayan bir ülkenin gerçekçi bir politikası olabilirdi. Dolayısıyla 1920’li ve 30’lu yıllar Türkiye’si ve sonrasındaki yıllarda Türkiye kendi dışındaki olay ve olguların bir biçimde dışında kalmaya çalıştı. İkinci Dünya Savaşına katılmaktan imtina etti. Elbette ‘cihanda sulh’ yaklaşımı emperyalizmle sıcak ilişkiler kurmayı, giderek güçlenen Sovyet düşmanlığını, çevre ülkelerde ve dünyadaki gelişmeler karşısında emperyalist projelerin onaylayıcılığını ve taşeronluğunu inkar etmiyordu. Ancak en azından resmiyette, bir ölçüde de olsa fiiliyatta ‘Cihanda sulh’ ilkesi ‘para’ ediyordu. Bugünse AKP’nin dış politikası açısından tam tersi bir durum söz konusudur. Teröre karşı savaş konsepti içerisinde nerede emperyal savaş ve işgal varsa AKP Hükümeti onun içinde ve dahilinde olma çabasındadır. Bunun adıysa ‘cihanda sulh’ değil aktif dış politika ve (Turgut Özal’la da hatırlanan) ‘fırsatları’ değerlendirme politikasıdır. Bu politika resmi tarihin, daha Osmanlıcı bir temelde yenilenmesini öngörmektedir.
İkincisi; Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında resmi tarih anlayışının iflas etmiş olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu… Kürt ulusal hareketinin yaygınlığı ve etkisi karşısında artık ‘Kürt diye bir şey yoktur’, ‘Kürtler, karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir’ diyen resmi tarih anlayışının geçerliliği olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla sermaye ve AKP açısından böyle bir tarih anlayışı, Kürtleri ikna edemeyeceği gibi Türkleri de ikna edemez duruma gelmektedir. AKP de Kürt halkının meşru mücadelesiyle bir yandan Kürtlerin varlığını kabul etmekte, ancak temel haklarını tanımamaktadır. ‘İnkar ve imha’ politikasının yerini adeta ‘Varlığını kabul ederek imha’ almaktadır.
Kürt halkının bazı talepleri karşılanacaksa Kürtler istediği için değil AKP istediği için karşılanacaktır. Hükümet, taleplerin karşılanmasıyla Kürt hareketinin daha da güçleneceğini düşünmekte, bu nedenle ‘hakları tanımak’ yerine bazı cılız ve uygulama olanağı düşük ve göstermelik reformlar yapmaktadır. Diğer yandan AKP dini argümanlarla Kürtleri, en azından bir bölümünü kazanmaya çalışmaktadır. Kürt sorununu çözmek üzere gündeme gelen ‘Mele projesi’, bölgede din adamlarını kullanarak Kürtleri, ulusal hareketten uzaklaştırma çabaları da bilinmektedir. Dolayısıyla AKP’nin Kürt sorunundaki genel yaklaşımı, resmi tarih tezinin Kürtlerin varlığını inkar eden eski biçiminin güncellenmesini zorunlu kılmaktadır. Güncellenme “birleştirici çimento olarak din” ve “Osmanlı kardeşliği” temelinde olmaktadır. Bu nedenle resmi tarihin daha Osmanlıcı ve İslamcı bir çerçevede yenilenmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü; yukarıda ifade edilen iç ve dış gelişmeler çerçevesinde yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal dönüşümün kalıcılaştırılması ve yeni ‘düzen’in sağlamlaştırılması ihtiyacıdır. Özelleştirmeler, emperyalizme ve tekelci sermayeye sonuna kadar bağımlılık, köylü nüfusunun neredeyse yüzde 40 oranında azaltılarak hızlı bir kentleşme, orduyu ve militarist araçları ele geçirme, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artırılması vb. AKP’nin propagandasına göre, Cumhuriyet rejimi, AKP’ye kadar, asker-sivil bir zümrenin halk üzerindeki diktatörlüğü olmuş, ‘bürokratik oligarşi’ yönetimin iplerini elinde tutmuştur. İşte AKP hükümeti, halkın tercihi ve inisiyatifi ele alması, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş elitist tabakanın alaşağı edilmesini sağlama misyonunu üstlenmişti.
Bu iddialar baştan sonra tarihsel atıf ve eleştirilerle doluydu. En başta güncel siyasette AKP’nin karşı karşıya geldiği CHP’nin mahkum edilmesi, diğer yandan da bütünsel bir dönüşümün tarihsel olarak meşrulaştırılması amaçlanıyordu. Yani yeni ‘düzen’ kurulurken, ‘eski düzen’in mahkum edilmesi, resmi tarihin de eleştirisini gerektiriyordu. Bu eleştiri temelinde; ‘bürokratik yargı’ 12 Eylül referandumuyla AKP’lileştirildi, yeni politik ihtiyaçları kavramayan askeri ve sivil bürokrasi Ergenekon, Balyoz gibi davalarla tasfiye edildi, eğitim sistemi yeniden biçimlendirildi, bir bütün olarak devlet kademelerinde yoğun bir kadrolaşma süreci işletildi. Daha da uzatılabilir ancak bu kadarı konumuz açısından yeterlidir…
Böyle bir dönüşüme yığınların ikna edilmesi ve AKP’nin kendi meşruiyet zeminini genişletmesi; resmi tarihin eleştirisi ve güncellenmesini zorunlu kılıyordu.
Bu doğrultusunda, liberal İslamcı tarih algısının teşvik edilmesi için AKP her fırsatı değerlendirdi. CHP’yi eleştirmek adına tek parti döneminde ‘İl başkanlarının vali olduğu’ hatırlatmasının yapılması, demir ağlar göndermesi, İsmet İnönü’nün ders kitaplarından çıkarılması, İttihatçılık, 27 Mayıs, 12 Eylül’e karşı kampanyalar bazı örnekler olarak sıralanabilir.
Bir yandan bu tartışmalar yürütülürken bir yandan da kendi rol modelleri de birey protipi olarak sunuldu. Son kongresinde Başbakan’ın Türklerin Anadolu’ya girişinin bininci yılını (2071) gençliğe hedef, Alpaslan’ı da örnek olarak göstermesi, Fetih 1453 filminin kampanyalarla desteklenmesi, mağdur padişah olarak II. Abdulhamit’in gösterilmesi, Yavuz Sultan Selim döneminin Kürt devlet adamı İdris-i Bitlis, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in Suud Efendi’si, Bülent Arınç’ın Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ını gençliğe model olarak sunulması, Necip Fazıl atıfları; liberal dinci tarih yaklaşımının örnekleriydi.
Bu üç faktöre bir ek daha yapmak gerekiyor. Resmi tarih yazımının gözden geçirilmesi Türkiye ve AKP Hükümetine özgü bir durum değil. 90’lı yılların başından bu yana yeni bir tarih yazımının paradigmaları tartışılıyor. Burjuva liberal yaklaşımla geçmişin devrimleri, ayaklanmaları, işçi sınıfının mücadelesi, kazanımları ve antiemperyalist mücadeleler önemsizleştirilmek isteniyor. Tarihte ikincil ve belirleyici olmayan olaylar üzerinden ‘ihmal edilmiş’ kimlikleri ele alarak bugünkü sınıf dışı kimlik politikalarına tarihsel gerekçe oluşturmak; çeşitli kurumların geçmiş ideolojilerin kurgu ve inşası olduğu söylenerek kurumların oluşumundaki ‘idealizm’e vurgu yapmak suretiyle bugünkü subjektivizme alan açmak hedefleniyor… 1908 devrimi, İttihat ve Terakki, 1 Mayıs 1977’ye dair tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki değişimin uluslararası çaptaki bu tarih yazımı operasyonuyla bağlantılı olduğu söylenebilir.
Hem iç ve dış etkenler hem de AKP’nin bu çerçevedeki siyasal ihtiyaçları, ideolojik alanda bir yeniden yapılanmayı ve resmi tarihin güncellenmesini koşulluyordu. Bu ihtiyaç, Derin Tarih’i doğuran arka plan olarak özetlenebilir. Sadece genel olarak ortamın etkisinden de öte, hükümetin liberal tarih yazımının aktörlerinden birisi olarak bu dergiyi teşvik ettiği, desteklediği hatta kurduğu da söylenebilir. Hükümete yakınlığı gizli saklı olmayan, alenen hükümetin yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayrak grubu Derin Tarih dergisinin de sahibidir. Hükümet ve belediyelerin desteğiyle dört bir yanda afişleri, tanıtımları, reklamları yapılmaktadır. İlk sayısını yayınlamasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Derin Tarih'i okumaya başladıktan sonra biz gerçek tarihi de tanımaya, bilmeye başlayacağız” demiştir.
Nisan ayında ilk sayısı yayınlanan Derin Tarih dergisi, şimdiye kadar çıkan 9 sayısında AKP’nin çizgiyi siyasal hattın tarihsel meşrulaştırılması misyonunu üslendi. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ başlıklı, iddialı bir dosya konusuyla yayın hayatına başladı. Mayıs sayısında ‘Adnan Menderes’in son mesajı: Halkımız insan olduğunu bizle hatırladı’ başlıklı bir dosya hazırladı. Temmuz sayısında, ‘Lozan’da kim kazandı?’ sorusuyla İnönü eleştirisi temelinde bir yayıncılık yaptı. Ağustos sayısında ise Suriye krizlerini konu edindi. Kasım sayısında Dersim katliamı tartışmalarını kapağına taşıdı.
KAZIM KARABEKİR TARTIŞMASI
İlk sayısında dikkat çeken bir başlangıç yaptı Derin Tarih. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ dosyasıyla resmi tarihin 19 Mayıs, Samsun ve Mustafa Kemal vurgusuna eleştirel bir gönderme yapıyordu. İddia şuydu: Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya ayak basmıştı. Doğu Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan, örgütleyen, Mustafa Kemal’i öne çıkaran ve destekleyen Kazım Karabekir’di. Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadığı fikirsel ayrılıklar sonucu, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından saf dışı bırakılmış, koğuşturmaya uğramış, bir muhalif olarak baskı görmüştü.
Derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın bu iddiaları nasıl savunduğuna şöyle bir bakalım: “Kazım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, I. Dünya Savaşının Kafkaslardaki son zaferine imza atmış, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkarak İstiklal Savaşını başlatmış ve milli mücadelenin ilk zaferini armağan etmiş bir kahraman. … Anadolu’da milli mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden birisi olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir iki cümle yer verilir. Bunun da sebebi resmi tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir, cesur yüreklerden biri olmasıdır.” (Armağan, Derin Tarih, Sayı:1, sf. 49)
İddia ‘çarpıcı’… Armağan, Kurtuluş Savaşındaki ‘kişisel’ önderlik tartışmalarında Kazım Karabekir’in resmi tarih tarafından görmezden gelindiğini söylüyor. Doğru ve söylediğinde haklı. Ancak resmi tarihin M. Kemal ve K. Karabekir’e dair eleştirilecek yanı yalnızca bu mudur?
Önce bir alt başlık: Kurtuluş savaşı, başka bir deyişle emperyalizme karşı ulusun mücadelesi, ne Mustafa Kemal’in 19 Mayısta Samsun’a ayak basmasıyla ne de Kazım Karabekir’in 19 Nisan’da Trabzon’a çıkmasıyla başlamıştır. Bu kişilerin ayakları bahsigeçen topraklara henüz değmemişken, hatta bu isimler Padişah’ın emrindeki Osmanlı subaylarıyken Anadolu ve Trakya’da ulusal kurtuluş savaşının ateşi yakılmıştı. İzmir, Hatay, Adana, Maraş, Antep’te halkın kendiliğinden örgütlenmesiyle işgalcilere karşı yerel direniş odakları hızla kurulmuştu . Memleketin dört bir yanında çeşitli direniş cemiyetleri ve silahlı gruplar işgalcilere karşı savaşmaya başlamıştı. Özetle, bir halkın, emperyalizme karşı kurtuluş savaşının başlamasını, ‘kutsal bir öndere’ mal etmek, tarihi baştan sona çarpıtmak anlamına gelir. Dolayısıyla kurtuluş savaşı ne Mustafa Kemal’in ne de Derin Tarih’in iddia ve ısrar ettiği üzere Kazım Karabekir’in eseridir.
Ama yine de şu soru ortada duruyor: Kurtuluş savaşının önderi kimdir?
Evet, bu, biraz da resmi tarih ve yöntem olarak onunla uzlaşan ‘derin’ tarihin dayattığı bir tartışmadır. Çünkü önderlik sorunu, esas olarak bir sosyal harekete hangi sınıf/grubun yön verdiğiyle ilgili bir meseledir. Ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlık talebi itibarıyla çeşitli sınıf ve katmanlar arasında ittifakı öngören bir mücadeleydi. Sorun da, bu ittifak halindeki sınıf ve gruplardan hangisinin bu mücadelenin hedeflerine, içeriğine ve hatta sonrasına yön vereceğiyle ilgilidir. Kurtuluş savaşı, özgünlükleri, hedefleri, önder kadrosunun özellikleri ve sonrasıyla, ulusal burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal rengini verdiği bir hareketti. Bu hareketin, ülkenin çeşitli yörelerindeki dağınık direniş odaklarını birleştiren önder kadrosu da elbette söz konusuydu. Bunu başaran da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve daha birçok kişinin yer aldığı önder kadrolardır. Kurtuluş savaşının önderliğinden bahsedilecekse, bu isimlerin sayılması kaçınılmazdır. Bu isimler içerisinde Mustafa Kemal’in daha fazla öne çıktığı, etki ve ağırlığının daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak, Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal’in kararları da dahil birçok konu gerek önder grup arasında, gerekse de TBMM’de ayrıntılı ve şiddetli biçimlerde tartışılmıştır. Sonuç olarak, Birinci Mecliste Mustafa Kemal Başkomutanlık yetkisini almasıyla başlayan, Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yetkileri, konumu, rakiplerinin tasfiyesi, sonrasında da resmi tarihin yazılmasıyla devam eden süreçte, Atatürk Kurtuluş savaşının tek ve ‘ulu önder’i haline getirilmiştir. Derin Tarih’in yaptığı ise aynı tarihsel kurgunun Kazım Karabekir için yapılmasını talep etmektir.
Armağan tam da bunu işaret ederek, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’una başlarken kullandığı ‘19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktım’ ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, ‘tarih yazan’ bir figür olarak Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden okusaydık, bugün bambaşka bir inkilap tarihi karşılayacaktı bizi” diyor.
Öyle midir gerçekten?
Evet, Karabekir’in ‘Nutuk’u, M. Kemal’in nutkundan farklı olacaktır. Örneğin Karabekir’in yazınında M. Kemal eleştirisi olacaktır. Eğer, M. Kemal’in Nutuk’u gibi olacaksa da K. Karabekir övgüsü geniş bir biçimde yer alacaktı. Milli davanın önder kadrolarına ihanet edildiği, M. Kemal’in diktatörlük hevesleri içinde olduğu yazılacaktı. Ancak ‘hikaye’ yine ‘saray’ın içinde kalacaktı. Yani Derin Tarihin yöntemi de tıpkı resmi tarihinki gibi, seçkinlerin ve yönetenlerin irade ve eylemlerine, onlar arasındaki çekişmelere odaklanmaktadır.
M. Kemal’in Nutuk’undaki felsefi temel ile Kazım Karabekir’in yaklaşımı arasında bütünsel bir fark yoktur. Karabekir de iyi bir ittihatçıydı. 1908 ihtilali sırasında yüzbaşı ve dönemin tipik bir subayıydı. İttihat ve Terakkici pozitivizm, Karabekir ve kurtuluş savaşının diğer önder kadrolarının yaklaşım ve felsefesinin özünü oluşturuyordu. Düzenin ‘öncü’ bir kadro tarafından sağlanması, çeşitli reformlar yoluyla düzen içinde ilerleme ve eğitime özel bir vurgu. İlerlemenin öncüsü halk, halkın mücadelesi vb. değil ‘pozitif’ kadrolardı… Karabekir’in de genel siyasal yaklaşımı bu çerçeve içindeydi. Alman ordu geleneğine hayranlık tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Karabekir’de de bakiydi.
Karabekir’in farklılıkları yok mudur? Elbette vardır… Bunlar bireysel farklılıktan çok kurtuluş savaşının önder kadroları içindeki bölünmeye dair farklılıklardır. Örneğin Cumhuriyetin ilan edilmesi ve saltanatın kaldırılması, bu kadrolar içinde bir bölünmeye yol açmıştır. Karabekir de cumhuriyetin ilanına en azından zamanlama olarak muhalefet edenlerdendir.
Konumuz açısından burası başka bir tartışmadır. Ancak gerek Mustafa Kemal’in ulusalcı ve laikçi yaklaşımının (tekke ve zaviyeleri kapayan, latin alfabesini kabul eden, şapka inkılabını yapan, balolar düzenleyen vb.) gerek de resmi tarihin temel dayanaklarının AKP’nin bugünkü yeni siyasal ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayamayacağı açıktır. AKP’nin kapitalizm ve onun temel değerleriyle problemi yoktur. Ancak ılımlı İslamcı ve yeni Osmanlıcı politikanın daha muhafazakar, ‘radikal’ bir cumhuriyetçilik yerine Arap dünyasında hak ve görev vurgusu yapan daha Osmanlıcı simge ve figürlere ihtiyaç duyduğu, siyasal polemikleri açısından İsmet İnönü’yü hedefe koyduğu düşünüldüğünde Karabekir’in daha fazla öne çıkması da kaçınılmazdır.
Resmi tarihle karşı karşıya gelen AKP’nin ve onun sözü Derin Tarih’in Mustafa Kemal yerine, özellikle İsmet İnönü yerine Kazım Karabekir’i öne çıkarması, en azından ‘tek ve ulu önder’ imajını yıkacak biçimde Karabekir’i gündeme getirmesi, bahsettiğimiz çerçeve içerisinde oldukça mantıklı ve anlamlıdır.
ARİF KOŞAR-İSMAİL AFACAN
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI