Bundan önceki yazımızı; (okumak için tıklayın: Bu savaş bizim savaşımız değil! Ne "tek adam", ne "vesayet"! (1)) "bu meseleye tekrar döneceğiz" diyerek, "Bu savaş, tek adam egemenliğini ne pahasına olursa olsun sağlam bir şekilde kurmak düşüncesi ile, ideologlarının "fabrika ayarları" diye tanımladığı "burjuvazi-asker-bürokrat" egemenliğini yeniden inşa etme düşüncesi arasındaki savaştır. Böyle bir savaşta, şu ya da bu gerekçelerle asla taraf olmamak da, bütün namuslu ve dürüst insanların, bütün gerçek dindarların, bütün vatanseverlerin, bütün yurtseverlerin, memleketini gerçekten seven bütün onurlu sağcıların ve solcuların, bütün namuslu devrimcilerin ve sosyalistlerin en temel görevleri arasında yer almaktadır" cümleleriyle noktalamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hemen belirtmekte yarar var. Erdoğan ile emperyalist kapitalizme bağımlı gayri milli / komprador burjuvazi arasındaki savaşa bakarak Erdoğan'a "millilik-gayri millilik" noktasında payeler çıkartmak ve vermek imkansızdır. Burjuvazinin gayri milli ve komprador olması Erdoğan'ın milli olduğu ve bu savaşta haklı olan tarafta bulunduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Gelmiyor çünkü, her iki tarafın arkasında duran, emperyalist kapitalizmden başka bir şey değil. Dolayısıyla ABD için Türkiye'deki rejim biçiminin gelinen noktada ne olduğu veya ne olması gerektiği kesinlikle önemli değildir. Yeter ki Türkiye ABD'nin işine yaramaya devam etsin.
Erdoğan'ın, komprador burjuvaziye karşı verdiği savaş için mutlaka gerekli olan "tek adam egemenliği", kendisi için olmazsa olmazlardandır ama bu gerekliliğin ABD'nin de umurunda olduğunu kim iddia edebilir. Tek adam rejimi; komprador burjuvaziye karşı durabilmesi amacıyla yalnızca Erdoğan için şarttır, ABD için değil. ABD için önemli olan, bu savaştan kimin galip çıkacağı ve ne kadar işine yarayacağıdır.
Unutulmaması gereken bir nokta daha var... Ergenekon, Balyoz vb süreçlerin ardından, ülkedeki "derin yapı" içerisinde yer almış unsurları onlarla "anlaşarak" cezaevlerinden çıkarıp yedeğine alan ve MİT ile ordu içerisindeki "derin unsurlar"ı da yanına çeken Erdoğan, komprador yapıya karşı sürdüreceği savaşın "illegal" ayağını da sağlamlaştırmış ve epeyce güçlenmiştir. Fakat savaşın MİT ve derin yapılar içerisindeki karşıt klikler arasında da sürdürüleceği aşikardır ve akıllarda tutulmalıdır.
Özellikle ortadoğu eksenli gelişmelere bakarak, ABD ile Rusya'nın bu coğrafyadaki kıyasıya mücadelesinin Türkiye içerisinde de devam ettiğini söyleyebilmek abartı olmayacağı gibi Erdoğan ile kompradorlar arasındaki mücadeleyi de öyle ya da böyle biçimlendirdiğini belirtmek anlaşılabilir olacaktır. Dolayısıyla, en az ABD kadar Rusya'nın da Türkiye içerisindeki yeni mevzilenişe olan tartışılmaz katkısı kesinlikle gözardı edilmemelidir. İktidarın, özellikle son 2-3 yıldır devam eden dış politikadaki yalpalamaları bu dediğimizin en önemli kanıtı sayılabilir.
Yani Erdoğan evet çok tuhaf ve absürd bir durum ama, hem ABD'den silah alacak ve rahibi geri verecek kadar Amerikancı, hem de füze ve ekipmanlar satın alacak ve yeni ticari anlaşmalara imza atacak kadar Rusyacıdır. Bunun adına da Erdoğan ideologları "dış politika" demekte ve bu absürd durumu seçmene başarıyla pazarlamaktadırlar.
Buraya kadar ABD için söylediğimiz her şey aynen Rusya-Türkiye ilişkisi için de geçerlidir.
Ortadoğudaki ABD-Rusya mücadelesinde Türkiye'ye biçilen tek rol, fedailiktir. Bundan ötesi de imkansız görünmektedir. Erdoğan hem ABD'yi hem de Rusya'yı, ama özellikle de ABD'yi kaybetmemeye özen göstererek, hedeflediği tek adam rejimini kurmak ve mümkün olduğunca sağlamlaştırmak peşindedir.
Çünkü tek adam rejimi demek inanılmaz muazzam bir zenginliğe -çok ama çok büyük paralara- hükmetmek demektir. Bir başka deyişle mesele, AKP seçmenine pazarlanandan çok farklı bir boyuttadır. Bambaşka bir karakterdedir. Sadece sarayın devasa ve akıl almaz maliyetleri bile bu dediğimizin dışa vurumu anlamına gelmektedir.
Erdoğan'ı bu hedefinden alıkoyacak tek engel, kıyasıya mücadele verdiği kompradorlardır. Yani "fabrika ayarları"na dönmek ve sermayenin tamamına tekrar egemen olmak isteyen bir burjuvazi.
Seçmene "milli ile gayri milli"nin veya sözgelimi, laiklerle dindarların savaşı olarak pazarlanmaya çalışılan kavganın ardında yatan da bundan başka bir şey değildir.
Bugünkü noktada artık her toplumsal gelişme bu kavganın şiddetine ve boyutlarına göre biçimlendirilmektedir.
Yani ortada aslında bir dindar-dinsiz, laik-anti laik, müslüman-müslüman olmayan kavgası yoktur. Çünkü ortada doğru dürüst bir dindar ve onun da karşıtı görülmemektedir. Olan biten tek şey, sermayenin el değiştirip değiştirmeyeceğidir. Dolayısıyla bu kavgada dinin payı ya da katkısı gerçekte hiç yoktur.
Çok büyük bir zenginliğin kapısı olması unutulmadan, Erdoğan ve çekirdek ekibinin, taa en başından itibaren aslında neden siyaset yapmaya başladıklarının ve neden siyaset yapmaya devam ettiklerinin çok iyi anlaşılması ve kavranılması gerekmektedir.
Bu yapılmadan, örneğin Erdoğan'ın, "fabrika ayarları"na ait ve "fabrika ayarları"nı temsil eden eski büyükelçilere neden sürekli "monşerler" diyerek onları aşağılamaya çalıştığını, ya da yine örneğin, Can Dündar'lı bir Cumhuriyet gazetesi yerine neden Alev Coşkun'lu bir Cumhuriyet gazetesini tercih ettiğini anlayabilmemiz zorlaşacaktır.
Meseleye devam edeceğiz... Sevgiyle, dirençli ve uyanık kalmaya devam edin!
HAYRİ GÜNEL
1. BÖLÜM İÇİN TIKLAYINIZ