Göçmen düşmanlığı ve emek sömürüsü ekonomik krizin etkileri derinleştikçe birbirini besleyen bir sarmal halinde ilerliyor. Ta ki sınıf dayanışması ile durdurulacağı güne kadar...


Suudi Arabistan’ın Tebük kentinde Baytur firmasının şantiyesinde çalışan Türkiyeli inşaat işçileri, ücretlerinin ödenmemesi ve kötü çalışma koşulları sebebiyle başlattıkları grev sonrasında taleplerini patrona kabul ettirdi.

22 gün süren direnişte, işçiler Türk yetkililere “Cidde Başkonsolosluğuna ve Dışişleri Bakanlığına sesleniyoruz, Başkonsolosluk Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını mı temsil ediyor yoksa inşaat patronlarını mı?” diyerek seslendi. Türk yetkililer ise grevdeki işçileri Suudi polisine şikâyet edip grev sözcüsünü gözaltına aldırarak karşılık verdi.

İlk bakışta Türk yetkililerin bu tutumu kafa karıştırıcı gözüküyor. Bilindiği üzere AKP ve Suudi monarşisi arasında Katar krizi ile açığa çıkan ve bir nevi soğuk savaşa dönüşen çekişme tüm hızıyla sürüyor. Bölgesel güç olmayı arzulayan iki devletin yönetiminde bulunan iktidar sahipleri birçok ülkede vekalet savaşı sürdürürken birbirlerine karşı hiçbir kozu kullanmaktan da geri durmuyor.

Ama konu hakları için direnen göçmen işçiler olduğunda Türk yetkililer bunu bir koz olarak kullanmak yerine Suudi yönetimine destek çıktı. Anlaşılan o ki konu egemen sınıfların çıkar ortaklığı olduğunda tüm anlaşmazlıklar bir kenara bırakılabiliyor. Bu yalnızca Suudi Arabistan ve Türkiye ikilisine özgü bir durum değil.

Faşizmin kaldıracı

Emperyalist müdahalelerle tetiklenen savaşlardan hayatlarını kurtarmak için ülkelerinden kaçmak zorunda kalan sığınmacılar ve sömürgeci yağmanın ülkelerinde yarattığı yoksulluk yüzünden göç etmek zorunda kalanlar, büyüyen toplumsal sefalete ek olarak, artan şoven saldırılarla karşı karşıyalar.

Bu on milyonlarca erkek, kadın ve çocuk, ülkelerinin, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçler tarafından uğratıldığı katliamlardan, ekonomik yıkımdan ve toplumsal tahribattan kaçıyor.

Birleşmiş Milletler’in yayımladığı rakamlar, savaştan, şiddetten, zulümden ve baskıdan kaçmaya zorlanan insan sayısının 2017’de 69 milyonu bulduğunu gösteriyor. Yalnızca 2017’de yerinden olan insan sayısı ise 16,2 milyon ki bu, günde 44 bin kişinin evlerinden ayrılmak zorunda kaldığı anlamına geliyor.

Faşistler göçmen karşıtı politikaları, yerli işçilerin işlerinin ve ücretlerinin savunusu olarak propaganda ederken, göçmenleri “suç”un ve toplumsal çürümenin kaynağı gibi gösteriyorlar. Göçmenler duvarlarla, dikenli tellerle, toplama kamplarıyla, zulümle günah keçisi haline getiriliyor.

Tüm dünyada güç kazanan neo-faşist hareketlerin kaldıracı olan göçmen karşıtlığı ve nefret, sistemin ezdiği geniş kesimleri yeniden sistemin bir parçası haline getirirken emek sömürüsünü derinleştiriyor. Göçmenler toplumun en alt katmanlarına el birliği ile itildiğinde sermayenin ucuz ve güvencesiz emek gücü haline geliyor. Bu da o ülkedeki bütün işçi ücretlerinin düşüşüne ve güvencesizliğin derinleşmesine yol açan bir baskı unsuruna dönüşüyor. Bu koşullar altında sermaye yanlısı iktidarlar da işçi sınıfına yönelik sert kemer sıkma önlemlerinden ve zenginler için sonu gelmez devlet teşviklerinden oluşan iki kulvarlı bir politika izliyorlar.

Egemenlere yönelmesi gereken sınıf kini, yönü çarpıtılarak işçi sınıfı içerisinde derin bir çatlağa dönüşüyor. Sınıf kardeşleri arasında çıkarılan kavga işçi sınıfı üzerindeki ablukayı besliyor. Göçmen düşmanlığı ve emek sömürüsü ekonomik krizin etkileri derinleştikçe birbirini besleyen bir sarmal halinde ilerliyor. Ta ki sınıf dayanışması ile durdurulacağı güne kadar.

Türkiye’de göçmen emeği

Bugün, yoksul, sokaklarda dilenmeye terk edilmiş ya da işyerlerinde yerli işçilere göre daha az ücretle ve çok ağır koşullarda çalışmaya zorlanan işçiler ya da işsizler hedefe konuyor. Yani hedefe konan, Türkiye işçi sınıfının halihazırda bir parçası olmuş ya da kaçınılmaz olarak Türkiye işçi sınıfına katılacak olan yoksul göçmenlerdir.

Bu işçiler çoğunlukla tekstil ve inşaat endüstrisinde kayıtsız ve merdiven altı üretim yapan 2. ve 3. halka taşeronlarda ya da tarım ve hizmet sektörünün en alt basamaklarında çalıştırılıyor. Çoğunluğu kaçak olan göçmen işçiler genellikle Türkiyeli işçilere kıyasla yüzde 50 daha az ücret alıyor.[1] “Kirli” addedilen, yaşam riski barındıran işleri yapan işçiler ise ortalama bir işçiden yüzde 50 daha fazla maaş alıyor.

Çalışanların bir arada yaşadığı bekar evleri açması ya da atölyelerin üst katında çalışanlara barınacak alan sağlaması özellikle kayıtsız göçmen işçi çalıştıran atölyelerde sıklıkla rastlanan bir uygulama olarak öne çıkıyor. Bu uygulama hem atölye sahibine çalışanlarına daha az ücret ödeme şansı tanıyor hem de kayıtsız çalışanları kontrol altında tutma, onları işten eve-evden işe giderken dahi göz önünde olmalarını engelleme gibi birtakım imkanlar sağlıyor. Türkiye’de çalıştığı devlet kurumları dahil herkesçe bilinen bu kesimin çalışma hakkının yasallaştırılmaması nedeniyle göçmen işçiler de bu yarı-kölelik düzenine razı geliyor. Hatırlatmak gerekir ki bu uygulama yüzünden yakın zamanda Ankara’da 5, Kocaeli’nde de 4 mülteci işçi çalıştıkları atölyelerde çıkan yangınlarda yaşamını yitirdi.[2]

Sayılarla göçmen emeği

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) raporuna göre, 2018’de en az 110 göçmen-mülteci işçi, iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Raporda, Suriyeli göçmen-mülteci kadın ve çocuklar işgücü piyasasındaki en güvencesiz ve sömürüye açık kesim olduğu belirtilirken, işgücü piyasasına dâhil olanlarının neredeyse tamamının güvencesiz çalıştığına dikkat çekildi.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Uluslararası İşgücü Genel Müdürlüğü’nün 2018 dahil rakamlarına göre çalışma izni verilen yabancı sayısı 100 bin civarında ancak Türkiye genelinde 1 milyonun üzerinde mültecinin çalışma hayatında olduğu tahmin ediliyor.

Kapitalist üretim ilişkilerinde en ağır koşulları yaşamak zorunda bırakılmaları göçmenlerin yaşamlarını trajediye dönüştürüyor. Bunlara ek olarak sendikaların ve emek örgütlerinin göçmenlerle ilgili bu meseleleri gündem maddesi yapmakta pek de hevesli olmaması, hatta DİSK-AR’ın bizzat hazırladığı raporda da belirtildiği üzere, özellikle işsizliğin arttığı dönemlerde, göçmen emekçilerin düşmanlaştırılması sömürüyü artırırken bahsettiğimiz sarmalı besliyor.[3]

“Yalnızca gericiler gözlerini kapatabilir”

Emek örgütlerine dair bu eleştiri Türkiye sosyalist hareketine de yöneltilebilir. Bugüne kadar göçmenlere yönelik herhangi bir politika önermeyen sol, sınıf içerisindeki bu düşmanlaşmayı da ana gündemine almadı. Solun rolü İkitelli, Esenyurt ve Sarıgazi gibi belirli bir örgütsel etkinliğinin olduğu mahallelerde, Suriyelilere yönelik ırkçı saldırıları ve provokasyonları boşa çıkarmak gibi tekil yerel örneklerle sınırlı oldu.[4]

Sosyalistlerin durduğu yeri belirleyen bu refleksler değerli olsa da yetersiz. Bu soruna basit bir biçimde “birlikte yaşam kültürünü geliştirmek” söylemiyle yaklaşıldığında, egemenlerin göçmen sorunu üzerinden inşa ettiği politika görmezden geliniyor. Göçmen sorununun sosyalist hareketin tarihinde nasıl algılandığına ışık tutacak olursak, Vladimir Lenin, 1913’te, “Kapitalizm ve İşçi Göçü” başlıklı bir makalesinde, şunları söylemişti:

“Tek başına korkunç yoksulluğun insanları anayurtlarını terk etmeye zorladığından ve kapitalistlerin göçmen işçileri en utanmaz şekilde sömürdüğünden kuşku duyulamaz. Ama ulusların bu modern göçünün ilerici önemine yalnızca gericiler gözlerini kapatabilir… Kapitalizm, tüm dünyada emekçi kitlelerini [sınıf mücadelesine] çekiyor, yerel yaşamın küflü, köhne alışkanlıklarını; ulusal bariyerleri ve önyargıları yıkıyor, bütün ülkelerden işçileri Amerika’daki, Almanya’daki ve başka yerlerdeki devasa fabrikalarda ve madenlerde birleştiriyor…”[5]

Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizmin temellerini atıp “dünyanın bütün işçileri birleşin” dedikleri dönemde de işçi sınıfı hareketi aynı zamanda bir göçmenler hareketi idi. Elbette göçmen işçilikle ya da göçmen işçi sorunuyla nasıl ilişki kurulduğu politik sonuçlar üzerinde belirleyici idi.

Son seçimlerin de gösterdiği üzere kimlik siyasetine dayalı geleneksel ayrışma ve bunun sınıf siyaseti önüne kurduğu duvarlar aşınıyor. Ama politika sahnesinde acı sonuçlarını henüz görmediğimiz bir başka duvar adım adım örülüyor: Suriyeli düşmanlığı. AKP’ye karşı mücadele içinde geriletilen gerici-faşist siyaset, adım adım gelişen Suriyeli düşmanlığı ile kendine muhalefet içinde yer buluyor. Ülkenin “iyi” faşistleri ve sosyal demokratlarının mutabakat düzlemi Suriyeli düşmanlığı üzerine kurulabiliyor. Ekonomik krizin etkilerinin henüz çok ufak bir kısmı açığa çıkmışken, bu düzlem eskisi gibi yönetilmek istemeyenlerin sisteme yeniden dahlini sağlamayı amaçlıyor, krizin faturası kabarırken sınıfsal tepkinin rotasını egemenlerden uzak bir yöne çiziyor.

Eşitsiz bir toplumsal düzende, ezilen sınıf katmanları arasındaki rekabetin ya da başka bir ifadeyle güçsüzün ezilmesine ortak olmanın veya sessiz kalmanın, sınıflı toplum yapısını güçlendireceğinin altı çizilmeli. Burada sınıf mücadelesinin iki ilkesi unutulmamalı: Güçsüzü güçlendir, eşit çalışma hakkını savun.

ABD Başkanı Donald Trump’tan gelen tehditler ve Meksika ve Guatemala polisinin şiddetli saldırıları karşısında, yoksulluk ve işsizliğe karşı ABD sınırına yürüyen binlerce Honduraslının söylediği gibi “Göçmenler suçlu değildir, bizler uluslararası işçileriz!” (CEM SOLMAZ - SENDİKA.ORG) 

Dipnotlar:

[1] http://www.temizgiysi.org/wp-content/uploads/2019/07/Temiz-Giysi-Kampanyas%C4%B1-Potasyum-Permanganat-Raporu.pdf

[2] http://www.guvenlicalisma.org/20046-savastan-kacan-multeciler-is-cinayetlerinde-oluyor-2019-da-49-son-7-yil

[3] http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2015/09/DiSKAR_4.SAYI-KAPAKLI.pdf

[4] http://sendika63.org/2017/09/ikitelli-yine-diken-ustunde-suriyelilere-yonelik-irkci-provokasyon-444888/

[5] Vladimir Lenin, 1913, “Kapitalizm ve İşçi Göçü” 
Daha yeni Daha eski