Marksist teorinin iki önemli eleştirel düşünürü, Daniel Bensaïd ve Michael Löwy’nin birlikte kaleme aldıkları, ilk kez 2006’da Fransızca yayımlanan bir makalenin Philippe Le Goff tarafından İngilizceye çevrilmiş adı: “Auguste Blanqui, Heretical Communist.” Metnin içeriğine ve niyetine geçmeden önce başlık üzerinde kısaca durmakta fayda var. Siyaseten netameli bir alanda dolaşılacağı daha başlıktan belli. Zira Bensaïd ve Löwy ikilisi, söz konusu makalede modern komünizm yahut sosyalizm tarihi içinde yer alan “makul”, yani mevcut normlar kapsamında pek gerilim duyulmadan bir çerçeveye dahil edilebilen, tasdiklenmiş bir komünisti değil, aksine “heretical” sıfatının teolojik anlamlarının da açığa vurduğu üzere “kafir,” “sapkın”, “münafık,” “zındık” bir komünisti odağa alacaklardır. Kendi tarihi göz önüne alındığında, türlü negatif-pejoratif söylem tabakalarıyla kaplı “komünizm” kavramı dışarıdan; egemen sınıfların ideolojik ve ahlaki söylemlerinden esinlerle değil, “içeri”den ama sıra dışı bir “efsane” simadan hareketle yeniden değerlendirilecektir.

Louis-Auguste Blanqui gibi esas itibariyle 19. yüzyıla ait “aykırı” bir komünisti, komünizm tarihinin geniş isimler albümünden çekip alıp “şimdi”ye taşımak: bu meşakkatli eleştirel çabanın altında yatan politik saik nedir? Hele de şimdiyi kasıp kavuran, giderek derinleşen günümüzün yenilgi koşulları; bu koşullarla bağlantılı olarak “devrim”, “proletarya”, “sınıf mücadelesi”, “devrimci-şiddet” yahut “politik eylem” gibi bir vakitlerin hacimli kavram ve kelime takımlarının siyasal dağarcıktan silinmek üzere olduğu gerçeği hesaba katıldığında, ikilinin Blanqui özelindeki çabası riskli bir yönelim olmanın yanı sıra, düpedüz nafile bir uğraş da olabilir.

Ama risk de boşa düşme ihtimali de göze alınmış, belli bir tavır geliştirilmiştir: Eleştirel düşüncenin yol almasını sağlayan kuvvetli ve dinamik bir stratejiye yaslanmak şartıyla, aktüel “bağlamın” zihinsel edimleri silip süpüren ağırlığına rağmen geçmişe bakmak. Bu bakışı nesnesine yönelten eleştirel sınırlar da belirlenmiştir tabii: Bir zamanların parıltılı ama zamanla sönmüş bir imgesini (Blanqui) geçmişten alıp bugüne naklederken nostaljik hislere, melankolik sızlanmalara asla yakalanmamak; imgeye eğilirken kesinlikle yüceltme yoluna gitmemek, abartmamak, tarihsel dönüşümleri, toplumsal ve iktisadi farklılıkları hesaptan düşmemek, dahası Walter Benjamin’in “kaplan sıçrayışı” olarak tarif ettiği, tıpkı “moda” endüstrisinde olduğu gibi “geçmişin çalılıkları arasında dolanırken” bile “güncel olanın” kokusunu almak üzere geçmişe yönelmek, ama sıçrayışı modadan farklı olarak “egemen sınıfların arenasında” değil, “tarihin gökkubbesi altında, Marx’ın devrim olarak anladığı diyalektik hamle” uyarınca icra etmek, kısacası Blanqui’ye yönelik eleştirel bir hamlenin devrim ve komünizm düşüncesine katkıda bulunmasını sağlamak...

Daniel Bensaïd ve Michael Löwy’nin Blanqui gibi siyasi voltajı yüksek, günümüz siyaset düşüncesinin ve pratiklerinin içler acısı zayıflığı göz önüne alındığında hazmedilmesi zor “skandal” bir şahsı menzile almalarının Walter Benjamin’den mülhem esaslı bir başka tutumla da alakası var: unutulmuş olanı hatırlamak, yıkıntılar arasında hâlâ değerli olana uzanmak, geçmişin şimdiye bulaşan seslerine kulak kesilmek. Nitekim makale şu sözlerle açılır:

“Fransız sosyalizminin tarihinde görünmeyen, sapkın, kenara itilmiş ve bastırılmış bir akım vardır. Bu akım, kendi içinde, 19. yüzyılın sonundan günümüze değin, soldaki hâkim eğilimler tarafından karartılmış bir yönelimi meydana getirmiştir. Jaurés ve Guesde, Blum ve Cachin, Mollet ve Thorez, Mitterrand ve Marchais gibi isimler tarafından temsil edilen, birbirleriyle çekişme halinde olan fakat birbirlerini tamamlayıp eşleşen hâkim eğilimlerdir bunlar. Sosyalizmin tarihini biri merkeziyetçi, devletçi ve anti-kapitalist, diğeri daha toplumsal, reformist ve demokratik olmak üzere ‘birinci’ ve ‘ikinci’ Sol arasındaki bir bölünmeye istinaden tasavvur edersek şayet, aynı bölünmenin politik, parlamenter ve bakanlık oyunlarının daima dışında kalan çok daha radikal bir ‘üçüncü Sol’u şekillendirmiş olduğunu görürüz. Bunlar bir grup yahut örgütlü bir eğilim olarak değil, en parlak yıldızları Auguste Blanqui, George Sorel, Charles Péguy ve Bernard Lazare gibi isimlerden oluşan, kısmi bir parti ya da olsa olsa politik bir takımyıldızı olarak değerlendirilebilirler.”[1]

Kurumsallaşmış modern siyasetin su götürmez asli amacı olarak “parlamenter demokrasi” ve bu “demokrasi” esprisinin paradoksal açmazı olan “temsiliyet” süreçlerinin dışında kalan, hâkim sosyalist eğilimlerin de kenara ittiği üçüncü ve “çok daha radikal” bir akım ve bu akımın “parlak bir yıldızı” olarak Auguste Blanqui... Şunu derhal kaydetmeli: Bensaïd ve Löwy’nin kullandığı “parlak yıldız” yahut “takımyıldızı” gibi ifadeler, Walter Benjamin’den tevarüs edilmiş bir düşünüş ve kavrayış biçiminin tezahürüdür. Aykut Çelebi’nin belirttiği üzere, Benjamin’deki “yıldız” imgesi astronomi alanından alınmış, öncelikle “kaynağa” ilişkin “bir eğretilemedir”:

[Benjamin’de] yıldız hem bir imge hem de bir kavramdır. Yıldız motifi, geleneksel topluluklara yol gösteren ütopya imgesinde, modernlik sürecinde meydana gelen kırılmaları ve süreklilikleri gösterme saikiyle geliştirilmiştir (...) Takımyıldızlar yıldızlar için ne anlam ifade ediyorsa, düşünceler de şeyler için aynı anlamı ifade eder. Fenomenler takımyıldız içinde aynı anda hem bölünür, sınıflandırılır, hem de takımyıldız içerisinde kaydedilir.”[2]

Bensaïd ve Löwy, bu itibarla, Blanqui adlı yıldızı dönemin ve şimdinin egemen siyasal ve felsefi söylemlerine rağmen, yeniden görünür kılmak üzere bugüne çağırırlar. Elbette Blanqui yıldızı 19. yüzyıl gibi uzak bir geçmişte parlamış, kısa bir süre sonra da sönmüştür, fakat her ne kadar sönen bir yıldız olsa da “ışığı” hâlâ saçılıyor, “şimdi”ye düşüyordur, cılız ve “titreşimler” halinde. Ama bu titreşimlere karşı da uyanık olmak gerek, zira “yıldız” imgesi Çelebi’nin de işaret ettiği gibi, kişiyi ister istemez “kökene”, kökeni oluşturan “bağlama” yöneltir, ama bu köken ve bağlama yönelik ilgi, şimdiki zamana sadece pozitif “ütopik” içerikleri davet etmekle kalmaz, aynı zamanda negatif içerikleri de davet eder. Bu minvalde, -Aykut Çelebi’nin aktardığı- Adorno’nun Benjamin’in stratejisine yönelik eleştirisi dikkate alınmalı: “arkaik olan modern olanın içine altın çağdan ziyade felaket kategorisiyle sızar.” Sert bir eleştiridir bu ama “sızma” bahsinde belli bir hakikati içerir, yüklü enerjik bir imge olarak Blanqui imgesi şimdiye çağrıldığında, bu adın etrafında göz ardı edilmemesi ve ayıklanması gereken negatif sızmalar, çapaklar da kümelenecektir.

Bensaïd ve Löwy bu türden sızmaların, sözgelimi Blanqui adının çağrıştırdığı “darbeci itkilerin” ve sair niteliklerin farkındadırlar. Bununla birlikte, asıl amaç Benjaminci perspektife sadık kalmaktır: Sadece egemen tarihyazımının değil, sosyalist tarihyazımının da çoğun hasıraltı ettiği, görmek ve anımsamak istemediği, kılçıklı taraflarıyla sosyalizm tarihindeki “saklı bir geleneği” yeniden keşfetme teşebbüsü. Ne var ki, perdelenmiş bir geleneğin üzerindeki örtüleri kaldırmaya çalışırken bariz bir tedirginlik de yürürlüktedir. Nitekim Sartre’ın Marksizm için zikrettiği “zamanımızın aşılamaz ufku”dur sözüne atıfla, bir şerh düşme gereği duyulur: “Herhangi bir yanlış anlaşılmadan kaçınmak için bir duruma açıklık kazandıralım: meselemiz bu takımyıldızını Marx’a bir alternatif olarak sunmak değildir.”[3]

Marx’a karşı herhangi bir alternatif çıkarılmıyordur, bu doğru, ama daha dipte, kaygılı ve biraz da mahcup bir ruh haliyle bir tartışma öne sürülüyordur: Walter Benjamin’deki devrim tasavvuru ve bu tasavvurun şekillenmesinde Blanqui’nin etkisi. Blanqui’nin devrimin zamanının “belirsiz” olduğu, demek “her an” (at any moment) gerçekleşebileceği yollu, “volontarizme” kapı aralayan düşüncesi ve bu hararetli düşünceden beslenen pratikleri Benjamin’in devrim tasavvurunda yalnızca dönüştürücü bir etkide bulunmakla kalmamış, onu Marx’ın devrim tasavvurundan uzaklaştırmıştır da. Bu durumda ortada bir değil, iki amaç var: tarihteki “münafık” bir komünist gün yüzüne çıkarılmaya çalışılırken, bu münafık imge dolayımıyla, bir başka “münafık” düşünürün ucu sapmalara yahut kopuşlara varan zihinsel çatışmalarını gözler önüne sermek.

Orhan Koçak, Benjamin’in özellikle tarih tezlerine atıfla, devrim tasavvurundaki kayma sürecine eğilirken, Benjamin düşüncesinde “devrimin öznesi” sorununu da gündeme getirerek, problemi daha da saçaklandırır, uzunca bir alıntıyla:

“Devrimin belli tarihsel ‘olgunlaşma’ koşullarına bağlı olduğu düşüncesi, Benjamin’e göre geçerliliğini yitirmişti: ‘Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyler. Ama belki de tam tersi geçerli bunun. Belki de devrimler bu trenin yolcularının –başka bir deyişle insan soyunun- imdat frenini devreye sokma girişimidir.’ Şuursuz (ama çıkarsız değil) bir ‘ilerlemenin’ durdurulması olarak devrim düşüncesi, Benjamin’i Marx’tan alıp Blanqui’ye götürecekti – devrim her an olabilirdi, çünkü olması gerekiyordu: ‘Çünkü her saniye, zamanda Mesih’in içeri girebileceği dar kapıydı.’ Eleştirinin adresi bellidir. Ama mesiyanik esintiyi hisseden, hissetmesi gereken kimdir? Bazen Benjamin örgütlerin üzerinden atlayarak dolaysızca ‘proletaryaya’ seslenebileceğine inanmış görünür. Bazen hareketin içindeki ‘tarihsel maddeci’ bireylerdir yöneldiği. Bazen de ‘frene’ basacak olan, herhangi bir sınıf ya da örgüt değil de düpedüz ‘insan soyu’ olarak tanımlanır. Oynak bir ibre gibidir Benjamin’in mesiyanik seslenişi; onun düşünsel çırpınışlarını izlerken, çoğu zaman, umudun kendi kendisinden başka tarihsel dayanağı ya da kefili olmadığını düşünmek zorunda kalırız.”[4]

Emsali nadir, kesintisiz ve müthiş verimli bir “düşünsel çırpınış” içinde, devrim tasavvurunun alıcılarının tıpkı devrimin zamanı gibi “belirsiz” olduğu, umudun kefilsiz kaldığı karamsar ve karanlık bir koridorda sıkışmış olan Benjamin, Blanqui’de ısrar eder, zira söz konusu olan sadece umudun meşrulaştırılacağı bir odak yokluğu değildir: Marx’la alakalı, ama özellikle Blanqui imgesinde, her ne kadar muğlak olsa da “ezilen sınıfların” egemenlere duyduğu “öfke” kaybı çok daha baskın bir kayıptır Benjamin’e göre. Bununla birlikte, ezilenlerin “öfke” duyma kapasitesini soğuran failler, sanılanın aksine faşizm yahut liberal siyasetler değil, Koçak’ın dile getirdiği, Benjamin’in proletaryaya seslenirken “üzerinden atlamak zorunda kaldığı örgütlerin” ta kendisidir: sosyalist yahut komünist örgüt ve partiler, o günkü adıyla “sosyal demokrasi.”

Walter Benjamin açısından dönemin “konformizmle” kayıtlı sosyal demokrasi örgütlenmelerinin üzerinden atlamak da, pek öyle sorunsuz, kayıtsız ve elektriksiz olmamıştır: devrim tasavvuruna ilişkin “ibre”, bir yanda Blanqui’nin devrimin “her an” vuku bulabileceği yönündeki radikal düşüncesi, diğer yanda “koşullar” vurgusuyla Marx’ta, ama en çok da Lenin’de ifadesini bulan “uygun an” formülü arasındaki tahripkâr bir gerilimin basıncı altındadır:

“Elif Lam Mim. Yirmi üç haziran dokuz yüz altmış yedi / Bulanık atmosferin içinde gözlerim sımsıcak.” (DERVİŞ AYDIN AKKOÇ - BİRİKİM, 12.08.2018)

1 Daniel Bensaïd / Michael Löwy, “Auguste Blanqui, Heretical Communist”, Radical Philosophy, 185, 2014, s. 10-35. 
2 Aykut Çelebi, “Dilin Karanlığı, Modernliğin Cehennemi”, (içinde) Louis-Auguste Blanqui, Yıldızlardan Ebediyete: Astronomiyi Temel Alan Bir Varsayım, (haz. Tuncay Birkan), çev. Cemal Yardımcı, İstanbul: Metis, 2015, s. 99-144.
3 Daniel Bensaïd / Michael Löwy, “Auguste Blanqui, Heretical Communist”, Radical Philosophy, 185, 2014, s. 10-35.
4 Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, İstanbul: Metis Yayınları, 2011, s. 176.
Daha yeni Daha eski