Yeşil Sermaye’nin ihtiyaçları “talancılığı” gerektirirken ve bu talancılık toplumun genelinin ihtiyaçlarına ters düşerken yani halkı daha da yoksullaştırırken, korkunç bir çevre yıkımına ve kirliliğine neden olurken, bu sermayenin temsilcilerini bu talancılıklarından vazgeçirmek mümkün müdür?
AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemlerde önce gizli bir şekilde ama özellikle de Gezi Direnişi’nden sonra açıktan uyguladığı “Talancı Kapitalizm”in kendi içerisinde belirli bir mantığı vardır. Bu Talancı Kapitalizm, bilinçli ve planlı bir şekilde “Yeşil Sermaye”nin büyütülmesine ve palazlanmasına bağlanmıştır. Bu palazlanma süreci, her olanağın kullanılarak bu sürecin geliştirilmesini öngördüğü için, bütün insani ve toplumsal değerleri (din de buna dahil), nesneleştirmekte ve temel amacın sıradan unsurlarına indirgemektedir. Bir mekanizmada vidalar, kayışlar vs. ne ise, Yeşil Sermaye’nin palazlanmasında halk, çevre ve genel olarak toplum da odur.
Dışarıdan bakıldığı zaman büyük bir toplumsal israf ve talan (ki bu aynı zamanda bir “sermaye aktarımı”dır) söz konusudur. Bu israf ve talanı yapanlar, bunu bizim gibi insanların gördüğü gibi görmezler. Onların bu sürece verdikleri anlam daha başkadır ve bu anlam onların dünya görüşünün derinliklerinden süzülüp gelmektedir. Bu dünya görüşü geçmişten günümüze uzanan belirli bir ideoloji ve kültürel kodlara sahiptir ve bu kodlar toplumda belirli bir sermaye sınıfına “toplumsal örtü” teşkil etmektedir. Bu toplumsal örtü olmaksızın bu sınıf toplumda güç olamaz, hele de iktidara hiç gelemez.
Bir sınıf eğer toplumda güç olmak istiyorsa hele de iktidara gelip “kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları” gibi göstererek toplumsal bir hegemonya kurmak istiyorsa, kendisine bir “değerler sistemi” kurmak zorundadır. Bu değerler sistemi ihtiyaç ölçüsünde ve doğrultusunda, farklı değerler sistemi ile zaman zaman kesişebilir, temas noktaları kurabilir ama asla kendi ağırlık merkezini yok edecek girişimlere girmez/giremez.
Ganimet peşinde
Bu talan tek iktidarda değil muhalefetteyken de yapılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, bizzat “belediyenin başı”nın karıştığı birçok “garip” dosya vardı. Bu dosyaları soruşturan ve mahkemeye intikal ettiren dönemin Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Adil Serdar Saçan’ın başına gelmeyen kalmadı. Bu dönemde “belediyenin başını” ve adamlarını, Fethullah Gülen ile yapılan ittifak anlaşması koruyordu. Çünkü “belediyenin başı”na uzanacak bütün dosyalar, Emniyet-Yargı işbirliği içerisinde devlet içerisinde “Gülen’in gizli örgütü” tarafından önleniyordu.
Muhalefetteyken “Talancı Kapitalizm”in hedefi, “iktidar olmak için sermaye biriktirme” idi. Eski rejim ve temsilcilerinden alınanların hepsi “savaş ganimeti” idi. Ama hedef tek ganimet almak değildi ama ganimetin kaynağını da kurutmaktı. Yani “Yeşil Sermaye”nin dışındaki bütün yerli sermaye gruplarını önce zayıflatmak ve sonra da yok etmekti. Ancak bunun için zamana ve yeni koşullara ihtiyaç vardı. Kısacası iktidarın iplerini sıkıca ele geçirmek gerekmekteydi.
Muhalefetteyken elde edilen sermaye birikimi ile hükümete gelindi. Hükümet olma iktidar olma anlamına gelmiyordu ve bunun için devletin derinliklerine tırpan atmak gerekliydi. AKP-Gülen Cemaati İttifakı, Ergenekon Komplosu ile devletin derinliklerine tırpan atarken, aynı anda birçok holdinge karşı zayıflatma, dışlama, sermayenin el değiştirmesine zorlama gibi pratikleri de devreye soktu. Daha Ergenekon Komplosu’nun başında Erdoğan bir konuşmasında “TÜSİAD ile kendisini güvende hissetmediğini” belirtmişti.
İktidarın iplerinin tam ele geçirilmesi, başka bir toplumsal hedefin öne konulmasını gerektiriyordu: Toplumun dönüştürülmesi.
“Bazı pratikler” daha devreye sokulmamışsa…
Toplumun dönüşümü, toplumun bütün ideolojik, ekonomik, politik ve kültürel alanlarının ele geçirilmesini ve birbirlerini destekleyecek şekilde kullanılmasını gerektirmektedir. Toplumun dönüştürülmesi tek “yumuşak araçlar” (ideolojik, politik ve kültürel) üzerine değil ama “sert araçlar” (şiddet, psikolojik operasyonlar, dolaylı terör ve katliamlar vs.) üzerine ve aslında ikisinin karıştırılarak kullanılması üzerine oturtulmaktadır. Eğer bu noktada “bazı pratikler” daha devreye sokulmamışsa, bunun nedeni konjonktürün daha buna uygun olmamasıdır. İç ve dış politikada sıkışmışlık, yeni rejimin bazı pratiklerinin ertelenmesine sadece yol açmaktadır yoksa tamamen devreden çıkarılmasına değil.
Bütün sermayenin “Yeşil Sermaye”ye çevrilmek istenmesine benzer bir şekilde, bütün inançların “Sünnileştirilmesi” ve farklı milliyetlerin de “Türkleştirilmesi” amacı söz konusudur. Bu sonuncusu o kadar mutlak değildir, şayet “Sünnileşme” gerçekleşmiş ise bir kişinin “Türkleştirilmesi” o kadar zorunlu olmayabilir.
Suriye iç savaşı ile birlikte uygulanılan “Açık Kapı” politikasının amaçlarından bir tanesi de dışarıdan içeriye yoğun bir Sünni nüfusu çekerek, özellikle Alevileri ve Yurtsever Kürtleri uzun dönemde pasifize etmekti. Amaç hem bu çekilen Sünni nüfus aracılığıyla “cihatçı” yetiştirmek ve Suriye’ye göndererek buradaki rejim değişikliğine katılmak hem de bunları paralı askerler gibi kullanarak içerideki muhalefeti ve toplumun farklı unsurlarını bastırmaktır.
Talana muhtaç olmak
Yeşil Sermaye’nin büyütülmesi sürekli olarak bu sermayeye “yeni pazarlar” bulma ve bu pazarları “zorlama” yollarla bu sermayeye peşkeş çekme politikasını zorunlu kılmaktadır. Bu pazarlar ise devletin elinin-kolunun uzandığı her yerdir: Hazine, bakanlıklar, belediyeler, ormanlar, kıyılar, dağlar vs. Politik İslam, toplumun bütün alanlarına döşediği “hortumları” bu Yeşil Sermaye’ye bağlamıştır ve bu hortumlar aracılığıyla bu sermayeyi sürekli şişirmek istemektedir. Toplumsal sermayenin ezici kısmı bu sermeyenin eline geçince, bir bütün olarak toplumun politik İslam’a muhtaç hale geleceği hesaplanmaktadır. Zamanla da toplumun, korku ve rıza ile karışık bir şekilde, yeni rejimi kabul edeceği ve kanıksayacağı ve de sonsuza kadar sürecek bir düzenin ortaya çıkacağı sanılmaktadır. Bu politikanın uygulayıcıları en azından bu düzenin Osmanlı İmparatorluğu kadar sürmesini istemektedirler.
Yeşil Sermaye’nin ihtiyaçları “talancılığı” gerektirirken ve bu talancılık toplumun genelinin ihtiyaçlarına ters düşerken yani halkı daha da yoksullaştırırken, korkunç bir çevre yıkımına ve kirliliğine neden olurken, bu sermayenin temsilcilerini bu talancılıklarından vazgeçirmek mümkün müdür?
Maalesef mümkün değildir. Hızını kaybeden uçak nasıl düşerse, sermaye birikim kanalları zayıflayan Yeşil Sermaye de dağılmaya muhtaçtır ve iktidarın dümenini elinde bulunduranlar bunu çok iyi bildikleri için, Talancı Kapitalizm yolunda devam ederek, “Demokratik Ulus” ile “Yeşil Faşizm” arasındaki düğümleri daha da çoğaltacaklar ve çelişkileri daha da keskinleştireceklerdir. (KEMAL ERDEM - SENDİKA.ORG)
AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemlerde önce gizli bir şekilde ama özellikle de Gezi Direnişi’nden sonra açıktan uyguladığı “Talancı Kapitalizm”in kendi içerisinde belirli bir mantığı vardır. Bu Talancı Kapitalizm, bilinçli ve planlı bir şekilde “Yeşil Sermaye”nin büyütülmesine ve palazlanmasına bağlanmıştır. Bu palazlanma süreci, her olanağın kullanılarak bu sürecin geliştirilmesini öngördüğü için, bütün insani ve toplumsal değerleri (din de buna dahil), nesneleştirmekte ve temel amacın sıradan unsurlarına indirgemektedir. Bir mekanizmada vidalar, kayışlar vs. ne ise, Yeşil Sermaye’nin palazlanmasında halk, çevre ve genel olarak toplum da odur.
Dışarıdan bakıldığı zaman büyük bir toplumsal israf ve talan (ki bu aynı zamanda bir “sermaye aktarımı”dır) söz konusudur. Bu israf ve talanı yapanlar, bunu bizim gibi insanların gördüğü gibi görmezler. Onların bu sürece verdikleri anlam daha başkadır ve bu anlam onların dünya görüşünün derinliklerinden süzülüp gelmektedir. Bu dünya görüşü geçmişten günümüze uzanan belirli bir ideoloji ve kültürel kodlara sahiptir ve bu kodlar toplumda belirli bir sermaye sınıfına “toplumsal örtü” teşkil etmektedir. Bu toplumsal örtü olmaksızın bu sınıf toplumda güç olamaz, hele de iktidara hiç gelemez.
Bir sınıf eğer toplumda güç olmak istiyorsa hele de iktidara gelip “kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları” gibi göstererek toplumsal bir hegemonya kurmak istiyorsa, kendisine bir “değerler sistemi” kurmak zorundadır. Bu değerler sistemi ihtiyaç ölçüsünde ve doğrultusunda, farklı değerler sistemi ile zaman zaman kesişebilir, temas noktaları kurabilir ama asla kendi ağırlık merkezini yok edecek girişimlere girmez/giremez.
Ganimet peşinde
Bu talan tek iktidarda değil muhalefetteyken de yapılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, bizzat “belediyenin başı”nın karıştığı birçok “garip” dosya vardı. Bu dosyaları soruşturan ve mahkemeye intikal ettiren dönemin Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Adil Serdar Saçan’ın başına gelmeyen kalmadı. Bu dönemde “belediyenin başını” ve adamlarını, Fethullah Gülen ile yapılan ittifak anlaşması koruyordu. Çünkü “belediyenin başı”na uzanacak bütün dosyalar, Emniyet-Yargı işbirliği içerisinde devlet içerisinde “Gülen’in gizli örgütü” tarafından önleniyordu.
Muhalefetteyken “Talancı Kapitalizm”in hedefi, “iktidar olmak için sermaye biriktirme” idi. Eski rejim ve temsilcilerinden alınanların hepsi “savaş ganimeti” idi. Ama hedef tek ganimet almak değildi ama ganimetin kaynağını da kurutmaktı. Yani “Yeşil Sermaye”nin dışındaki bütün yerli sermaye gruplarını önce zayıflatmak ve sonra da yok etmekti. Ancak bunun için zamana ve yeni koşullara ihtiyaç vardı. Kısacası iktidarın iplerini sıkıca ele geçirmek gerekmekteydi.
Muhalefetteyken elde edilen sermaye birikimi ile hükümete gelindi. Hükümet olma iktidar olma anlamına gelmiyordu ve bunun için devletin derinliklerine tırpan atmak gerekliydi. AKP-Gülen Cemaati İttifakı, Ergenekon Komplosu ile devletin derinliklerine tırpan atarken, aynı anda birçok holdinge karşı zayıflatma, dışlama, sermayenin el değiştirmesine zorlama gibi pratikleri de devreye soktu. Daha Ergenekon Komplosu’nun başında Erdoğan bir konuşmasında “TÜSİAD ile kendisini güvende hissetmediğini” belirtmişti.
İktidarın iplerinin tam ele geçirilmesi, başka bir toplumsal hedefin öne konulmasını gerektiriyordu: Toplumun dönüştürülmesi.
“Bazı pratikler” daha devreye sokulmamışsa…
Toplumun dönüşümü, toplumun bütün ideolojik, ekonomik, politik ve kültürel alanlarının ele geçirilmesini ve birbirlerini destekleyecek şekilde kullanılmasını gerektirmektedir. Toplumun dönüştürülmesi tek “yumuşak araçlar” (ideolojik, politik ve kültürel) üzerine değil ama “sert araçlar” (şiddet, psikolojik operasyonlar, dolaylı terör ve katliamlar vs.) üzerine ve aslında ikisinin karıştırılarak kullanılması üzerine oturtulmaktadır. Eğer bu noktada “bazı pratikler” daha devreye sokulmamışsa, bunun nedeni konjonktürün daha buna uygun olmamasıdır. İç ve dış politikada sıkışmışlık, yeni rejimin bazı pratiklerinin ertelenmesine sadece yol açmaktadır yoksa tamamen devreden çıkarılmasına değil.
Bütün sermayenin “Yeşil Sermaye”ye çevrilmek istenmesine benzer bir şekilde, bütün inançların “Sünnileştirilmesi” ve farklı milliyetlerin de “Türkleştirilmesi” amacı söz konusudur. Bu sonuncusu o kadar mutlak değildir, şayet “Sünnileşme” gerçekleşmiş ise bir kişinin “Türkleştirilmesi” o kadar zorunlu olmayabilir.
Suriye iç savaşı ile birlikte uygulanılan “Açık Kapı” politikasının amaçlarından bir tanesi de dışarıdan içeriye yoğun bir Sünni nüfusu çekerek, özellikle Alevileri ve Yurtsever Kürtleri uzun dönemde pasifize etmekti. Amaç hem bu çekilen Sünni nüfus aracılığıyla “cihatçı” yetiştirmek ve Suriye’ye göndererek buradaki rejim değişikliğine katılmak hem de bunları paralı askerler gibi kullanarak içerideki muhalefeti ve toplumun farklı unsurlarını bastırmaktır.
Talana muhtaç olmak
Yeşil Sermaye’nin büyütülmesi sürekli olarak bu sermayeye “yeni pazarlar” bulma ve bu pazarları “zorlama” yollarla bu sermayeye peşkeş çekme politikasını zorunlu kılmaktadır. Bu pazarlar ise devletin elinin-kolunun uzandığı her yerdir: Hazine, bakanlıklar, belediyeler, ormanlar, kıyılar, dağlar vs. Politik İslam, toplumun bütün alanlarına döşediği “hortumları” bu Yeşil Sermaye’ye bağlamıştır ve bu hortumlar aracılığıyla bu sermayeyi sürekli şişirmek istemektedir. Toplumsal sermayenin ezici kısmı bu sermeyenin eline geçince, bir bütün olarak toplumun politik İslam’a muhtaç hale geleceği hesaplanmaktadır. Zamanla da toplumun, korku ve rıza ile karışık bir şekilde, yeni rejimi kabul edeceği ve kanıksayacağı ve de sonsuza kadar sürecek bir düzenin ortaya çıkacağı sanılmaktadır. Bu politikanın uygulayıcıları en azından bu düzenin Osmanlı İmparatorluğu kadar sürmesini istemektedirler.
Yeşil Sermaye’nin ihtiyaçları “talancılığı” gerektirirken ve bu talancılık toplumun genelinin ihtiyaçlarına ters düşerken yani halkı daha da yoksullaştırırken, korkunç bir çevre yıkımına ve kirliliğine neden olurken, bu sermayenin temsilcilerini bu talancılıklarından vazgeçirmek mümkün müdür?
Maalesef mümkün değildir. Hızını kaybeden uçak nasıl düşerse, sermaye birikim kanalları zayıflayan Yeşil Sermaye de dağılmaya muhtaçtır ve iktidarın dümenini elinde bulunduranlar bunu çok iyi bildikleri için, Talancı Kapitalizm yolunda devam ederek, “Demokratik Ulus” ile “Yeşil Faşizm” arasındaki düğümleri daha da çoğaltacaklar ve çelişkileri daha da keskinleştireceklerdir. (KEMAL ERDEM - SENDİKA.ORG)