"Parrhesiastes Antik Yunan'da hakikat söyleyen kişiler için kullanılmış bir kavram. Parrhesiastes retorik kullanarak dinleyicinin üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaz, düşündüğünü ve bildiğini dolaysız ve açık bir şekilde anlatır.
Sizden daha güçsüz insanlara hakikati söylemek kişiyi parrhesiastes yapmaz; asıl ölçüt güçlülere, tiranlara karşı söyleyebilmektir. Hakikati söylemek riskli ve tehlikeliyse, karşımızda bir ‘yaşam ya da ölüm’ etkinliği var demektir.
Bir tehlikeyi bilerek göze alan kişi dürüsttür. Dürüstlük ise belli bir ahlak yapısını işaret eder, ki o ahlak yapısı hakikate ulaşabilme yolunda en temel dayanak noktasıdır." (Barış Ünlü, İsmail Beşikçi adlı ortak kitap, İletişim yayınları, İstanbul 2011)
Dr. İsmail Beşikçi hocamı en iyi tarif eden cümleler bunlardır diyebilirim. Belki sevgili Barış Ünlü'nün, Beşikçi Hoca'yı tanımlayan bu muhteşem cümlelerine de gerek olmayabilir aslında.
Zira İsmail Hoca'nın 35 kitabını, onlarca röportajını okuduktan ve bir o kadar da konuşmasını dinledikten sonra şu üç cümle de onu özetler;
"Kürtler vardır. Onları gördüm. Dolayısıyla onların hakları da vardır"
Bu tıpkı Descartes'in “Düşünüyorum. Öyleyse varım" önermesindeki gibi bir durumdur.
Bu “Kürtler vardır. Onları gördüm. Öyleyse hakları olmalıdır” gibi son derece basit önermenin, bir bozkır Anadolu gencinin hayatını nasıl allak bullak ettiğini, onu hangi badirelerden nasıl geçirdiğini; bu son derece basit üç cümlenin, Descartes'in felsefe tarihinde yaptığına benzer bir etki ve tepkiyi Türkiye tarihinde gerçekleştirdiğini; bu etki ve tepkilerin, sadece bir insanın hayatı için değil belki bir milletin bile hayatını değiştirdiğini söyleyebilirim.
Gerçi Beşikçi Hoca'yı tanımlamak, onun hakkında bir şey yazmaya çalışmak çok zor, tarifi imkansıza yakın… Nev’î şahsına münhasır bir âdemi zarif olan bir insanı tarife kalkmak kolay değil benim için.
Zira ben hayatım boyunca, onun kadar mütevazı, onun kadar kanaatkar, onun kadar sabırlı, onun kadar kendinin farkında olan, onun kadar bildiği şeyi kimseyi kırmadan dökmeden ama ısrarla savunan ne bir insan gördüm ne tanıdım ne de başka bir yerde okudum.
Belki onun bu hayatı ve mücadelesi Mahatma Gandi ile karşılaştırılabilir, ama Gandi aynı zamanda ideali olan bir eylem adamıydı. Oysa Beşikçi sadece hakikati söyleyen bir düşünür.
Murat Belge hocanın deyimiyle “dervişane” bir şekilde yaşayan bir insan. Ama gel gör ki, tarikatı olmayan bir derviş. Eski zaman havarilerine benzeyen bir hakikat söylevcisi...
Evet, Beşikçi Hoca'yı tanımlamak zor, lakin başladık onunla ilgili bir yazıya tamamlamamız lazım.
O, “Kürt diye bir şey yok” diyen herkese üniversitede, karakolda, mahkemede ve konuştuğu her yerde “Kürtler vardır. Ben onları gördüm. Onların hakları vardır” dediği için hayatının 17 yıl 4 ayını (yazıyla on yedi yıl dört ay) hapishanelerde geçirdi.
Hiç kimseye hiçbir zaman ve hiçbir koşulda minnet etmedi, yaptığını başkasına karşı bir övünme meselesi yapmadı ve hiç kimseden takdir de beklemedi.
Kudema, “Marifet iltifata tabidir” demişse de, bu kural onun için geçersizdir. Her zaman dik durdu ve her yerde kendisi oldu.
Hani Ahmet Altan geçen gün yazmıştı ya;
"Yaşanan olayların, sizi saran tehlikelerin, sizi kuşatan gerçeklerin sizden beklediği davranışlar, sözler vardır, o davranış kalıplarına uymadığınızda, beklenmedik işler yapıp, beklenmedik sözler söylediğinizde bizzat gerçeğin kendisi afallayıp zihninizin isyankâr dalgakıranlarına çarparak parçalanıyor. O zaman siz o parçaları alıp zihninizin güvenli limanlarında yeni bir gerçeklik yaratacak güce ulaşıyorsunuz. Mesele, o beklenmeyen davranışı göstermekte, umulmayanı söylemekte."
İşte, Beşikçi Hoca her zaman o beklenmeyen davranışı gösterdi ve hiç umulmayanı söyledi.
Peki, bu beklenenlerin dışında şeyler söyleyen ve umulmadık davranışlar gösteren insan kimdir ve nasıl böyle bir hale geldi?
Aslında Beşikçi Hoca'nın 80 yıllık hayatını 6 evreye, döneme ayırabiliriz.
Muhakkak ki, onun hayatı ve eserleri üzerine araştırma yapanlar, başka türlü sınıflandırabilirler bu yaşamı. Ancak onu 30 yıla yakındır tanıyan ve bütün eserlerini görmüş bir okuru olarak benim sınıflandırmam budur;
Çocukluk ve gençlik yılları 1939-1958)
Kemalist aydın dönem (1959-1971)
Bilim adamı dönemi (1971-1984)
Radikalleşme dönemi (1984- 1999)
Uzun bir suskunluk (1999-2005)
Ve yeniden diriliş dönemi (2005 sonrası)
Bu dönemlere kısaca bakalım. Önce çocukluk ve gençlik yıllarını gözden geçirelim.
Hoca, 1939 yılında Ocak ayının 7.günü Çorum'un İskilip ilçesinde, İkinci Dünya Savaşının başlamak üzere olduğu, her tarafta kıtlık ve yoksulluğun kol gezdiği bir zamanda, Cumhuriyet uygulamalarını benimseyememiş olmasından dolayı hayata küskün bir babanın üçüncü oğlu olarak dünyaya geliyor. Belki de, eksi 15 ile gözlerini dünyaya açmış bile denebilir onun için.
Abileri kendi deyimiyle “eli değnekli olmadıkları” için, açlık ve yoksulluğun kol gezdiği o ortamda başkaları tarafından ağzındaki lokmayı bile alabilecek kadar saf insanlar... Baba okuryazar ama 20 yıl öncesinin münevveri. Latince harflere yüreği ısınmamış. Sevmiyor. Onun içinde çok sevdiği öğretmenlik görevinden 1930’da vazgeçiyor. Yeni harflerle öğretmenlik yapmıyor; gidip mahallesinde bakkallık yapıyor ve çocuklarını öyle geçindiriyor.
Beşikçi bu şartlarda okula başlıyor, ama eski dönemden tahsil almış öğretmenleri de var. Okulu, okumayı seviyor. Çok başarılı bir çocukluk ve gençlikten sonra, ülkenin en itibarlı okulu olan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine giriyor. Oraya girenler memleketin mülki amiri; kaymakam, vali, hiç olmazsa bir mülkiye müfettişi olacak şekilde iyi birer Kemalist yönetici olarak yetiştiriliyor.
Beşikçi ilk iki yıldaki teorik eğitiminden sonra staja gönderiliyor; Elazığ'a. Kaymakamın yanında maiyet memuru oluyor. İşte hayatında ilk defa, o güne kadar hep “yok” denilen Kürtlerle karşılaşıyor. Kendi deyimiyle bu “Kürt olgusu” ilk defa “bilincine” çarpıyor.
Bu yeni bilinç ile soruyor, sorguluyor ve Doğu Anadolu Düzeni adında bir kitap yazıyor. Kitap, Kemalist sol çevrelerde büyük bir coşkuyla karşılanıyor. Lakin Beşikçi araştırmalarını doktora hazırlama düzeyine çıkarıyor ve Göçebe Alikan Aşireti üzerine saha araştırmaları yaparken, hem göçebe yaşamla karşılaşıyor, hem “Başka işin yok mu” gibi baskılarla uğraşıyor hem de Kürtlük olgusuyla daha yakından tanışıyor.
1961 Anayasasının sözde özgürlük ortamında çalışmalarını yaparken siyasetin çeperinde de gözlem yapma fırsatına kavuşuyor. Doğu Mitinglerinin Analizi adlı kitabı bu gözlemlerin bir eseri. İdeolojik olarak Kemalist değil belki, ama hal ve tavır olarak uzağında da değil.
Gerçi Kemalist aydın döneminde de Beşikçi hoca, hem diğer aydınlanmacı Kemalist aydınlardan hem de ülkedeki mevcut diğer yazarlardan büyük bir farkla olaya yaklaşır.
Zira 1924’ten onun 1962 yılında yazmaya başladığı zamana kadar, Kürt ve Kürdistan ile ilgili yazılan bütün yazılar, makaleler, kitaplar Malmisanıj'ın çok doğru bir şekildeki tespitiyle Anti-Kürdoloji'dir. Bu zamana kadar yazılan her kitap, makale veya yazı Kürtleri tahkir etmek, tezyif etmek, onların varlığını inkar etmek için yazılmıştır.
Dillerini, kültürlerini yok etmek için yazılan, yayınlanan bu Anti-Kürdoloji kitaplarında çok önemli tespitler de vardır elbette. Kürt tarihi ve sosyolojisi açısından değerli belgelerdir. Ama tersine belgeler. Marx'ın Hegel'in diyalektik materyalizmine yaptığı eleştiriye benzer bir eleştiri süzgeci lazım bu kitaplar için.
Beşikçi doktorasını tamamlamış ve artık genç bir asistan olarak Erzurum Atatürk Üniversitesinde kadro bile almıştır. Ama gel gör ki, Alikan Aşireti içinde araştırmalar yaparken edindiği "Sarı Hoca" lakabı üniversite gençliği arasında yayılmış ve Beşikçi Hocanın odası Erzurum'daki Kürt öğrencilerin kantini haline gelmiştir.
O dönemin külyutmaz taze asistanları bu genç asistanın "bölücü faaliyetler" yaptığına dair rapor üstüne rapor tutmayacaklar da memleketin sosyolojisine dair araştırma mı yapacaklar?
Elbette ki "Sarı Hoca" lakaplı bu adam memleketi bölmeye, olmayan Kürtleri icat etmeye kalkarken, susmak vatana ihanettir ve geri kalan her şey teferruattır.
1971 yılında bir ihtilal oluyor ve Beşikçi de gerek o güne kadar yazdığı kitaplardan, gerekse Orhan Türkdoğan gibi meslektaşlarının jurnallemeleri sonucunda “bölücü ve yıkıcı” faaliyetlerinden dolayı tutuklanıyor ve kısa bir zaman sonra Diyarbakır Cezaevi'ne gönderiliyor.
Cezaevinde Musa Anter, Canip Yıldırım, Feqi Huseyin Sağnıç gibi zamanın Kürt aydın ve aktivistleri ile aynı mekanlarda kalıyor. Daha sonra yazacağı Kürt Aydını Üzerine Düşünceler kitabı, burada karşılaştığı aydınlara karşı bir itirazıdır.
Hapishane süreci Beşikçi'nin bilincinde önemli bir kırılmaya sebep oluyor; Kürt milleti gerçekliği. Dili, kültürü, tarihi ve ülkesiyle farklı bir ulus gerçekliği. Bu durum Beşikçi'nin bundan sonraki çalışmalarına da damga vuracak bir gelişme oluyor.
Ancak o güne kadar izlediği bilim yapma yöntemini de değiştirmesine sebep oluyor. Çünkü daha önce yazdığı Doğu Anadolu'nun Düzeni adlı kitabı, hem Kürt camiasında ve hem de Kemalist sol cenahta önemli bir yankı uyandırmıştır.
Ancak Beşikçi hoca, 1971 sonrasında edindiği yeni bilinçle en başta kendisini eleştiriyor ve kendini bir özeleştiri süzgecinden geçiriyor. Bilim Yöntemi adlı kitabı böyle ortaya çıkıyor. Ondan sonra yeni edindiği bilinç ve bilim yöntemi ile Türkiye'nin son elli yılını şiddetli bir eleştiriye tabi tutuyor.
Bundan sonra yazacağı Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygulama adıyla; Kürtlerin Mecburî İskanı; Türk Tarih Tezi “Güneş -Dil Teorisi” ve Kürt Sorunu; Cumhuriyet Halk Fırkası'nın tüzüğü (1927) ve Kürt sorunu; Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi; Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı “33 Kurşun”; Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Programı (1931) ve Kürt Sorunu adlı kitapları bu sürecin eserleridir ve Beşikçi'nin en değerli bilimsel eserleri olmasının yanı sıra Kürt meselesi ile ilgili olarak bu ülkede yayınlanmış en değerli eleştirilerdir.
Bu kitaplar peş peşe yayınlanınca, “doğal olarak” Beşikçi'ye de hapishane yolu göründü. 1979 yılında yeniden tutuklandı. Yaklaşık olarak iki yıl kaldıktan sonra 1981 yılının Nisan ayında tahliye oldu. Ancak iki ay dışarıda kaldı ve1981'in Haziran ayında, kendi deyimiyle “Mehmet Ali Ağca'nın Papa'ya saldırdığı gün” yeniden tutuklandı.
Bu yeni tutuklama Beşikçi'ye yeni bir dönemin de yolunu açtı. Zira bu 7 yıllık hapishane döneminde Beşikçi Hoca, büyük haksızlıklara, işkencelere maruz kaldığı gibi, başka hapishanelerdeki işkence ve kötü muameleye de şahit oldu.
Bunca işkence ve ıstırap dolu yılların sonucunda radikal bir evreye geçti. 1987’de tahliye oldu ama her anlamda hem maddi ve hem de manevi olarak büyük bir badire atlatmıştı. (M. Xalid Sadînî - Independent Türkçe)