Egemen fraksiyonlar “Aman, dikkat!” demişler birbirlerine sanki, “aramızdaki gerilimin fırsat kollayan kimilerine malzeme olmasına izin vermeyelim!”
SARAYDA TOPLANTI
Hepimiz sonrasında gördük, toplantı esnasında hepsi pek bir mutluymuş; göz süzmeler mi dersiniz gülüşmeler mi, pek bir nazik ricalar ve ‘’Aman efendim, sizi mi kıracağız” tarzındaki hemen kabuller mi, demet demet güzellik!
Olay, sanki türlü çeşitli gerilimler içinde çırpınan bildiğimiz kaotik Türkiye’de değil de Norveç ya da İsveç’te yaşanıyor!
O arada ne hikmetse, “Olay yerinin neresi olduğunu unutmamak-unutturmamak” için olsa gerek, iki kez üst üste “rastgelen” kırık sandalye üzerinden mafya usulü bir açık tehdit yaşansa da; eh, o kadar da olur canım, lafını edip de mutluluğu bozmamak lazım diye düşünmeden edemiyor insan!
Üstünü kapatıverirseniz olmamış olur, değil mi? Pekâlâ sonuç da alabilecek olan Kılıçdaroğlu’na linç girişimi yutkunup yutulunca ne oldu, unutulup gitmedi mi?
İyi de zirvedekiler arasında yaşanıldığı anlaşılan sefilce mutluluğa ne yazık ki limon sıkmış olacağız ama, şu malum hırsızlıklar, vurgunlar ya da nepotizmler/akraba kayırmacılıkları falan ne olacak; yapanın yanına mı kalacak?
Evet, toplantıdan anladığımız, tam da öyle olması isteniyor ya da planlanıyor!
Özel bir “uzlaşma” ve “detant” havası esiyor.
Egemen fraksiyonlar/oligarşinin zirvesindeki güç alanları “Aman, dikkat!” demişler birbirlerine sanki, “aramızdaki gerilimin fırsat kollayan kimilerine malzeme olmasına izin vermeyelim!”
Limonu sıkmaya devam ederek tablonun bütünündeki gizli-gizlenmiş alanları görmeye çalışalım, didikleyelim bakalım başka neler olabilir?
Saray’daki toplantı öncesinde biz sıradan insanlara gösterilmeyen başka toplantılar olduğundan, tıpkı bir zamanlar “Dolmabahçe’de” olduğu gibi biz sıradan insanların netçe bilemeyeceğimiz kararlar alındığından hiç şüphelendiniz mi?
Gerilim açılıp saçılarak sürekli yükselirken aniden ortaya çıkıveren toplantı, o toplantıya tarafların hemen ve koşarak gidiş tarzı ve sonra bize bay A. Selvi tarafından aktarılan toplantıdaki konuşmalar bizlere kimi ipuçları vermiyor mu?
Toplantı, kim bilir, belki de başkalarının arasında görülmesi uygun görülendir, gösterilendir.
Her durumda, tahmin ettiğimiz gibi öncesinde karşılıklı kararlaştırılmış olsun-olmasın ya da el yordamıyla-karşılıklı yoklamalarla yürütülen bir süreç olsun, özel bir momentum oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
İki ana bloğun, Erdoğan-MHP-Ağar-Ergenekon ve karşısındaki CHP-Batı-yerel sermaye olarak toplayabileceğimiz iki ana bloğun, bir türlü aşılamayan devlet krizinin zorlamasıyla aralarındaki gerilimi yürütme biçimi konusunda özel bir “uzlaşma” yoklaması yaptıkları anlaşılıyor.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, “gerilim” kaçınılmaz hem de artarak sürecek; ama “kontrolsüz” değil, “halkın kullanımına kapalı” bir tarzda, sisteme zarar vermeyecek uygun bir yapıya büründürülerek sürdürülmeye çalışılacak.
Tabii ki, sürekli sarsılıp zorlandıkları bir tarihsel momentte “kontrollü” olmayı becerebilirlerse ya da fırsat bulabilirlerse!
A- Uzlaşmanın tarafları ve hedefleri
Taraflar kendi hedeflerinden vazgeçmiş değiller, ama kendilerini ortaklaşa var ettikleri devlet zemininde yaşanan krizin hepsini sakınımlı davranmaya zorladığı, böyle davranmak zorunda oldukları, başkasını yapmaya iki kanadın da güçlerinin yetmediği anlaşılıyor.
Erdoğan odaklı alan, halen yaptıklarından açıkça görülebileceği gibi, parlamenter maskeli despotizmi faşizme evriltme sürecini ilerletmeye çabalıyor.
Evet, AKP-MHP bloğunun faşizmin kurumsallaşması sürecini hedefine vardırmaya güçleri şimdilik yetmiyor; ama vazgeçmiş değiller, rakip egemen fraksiyonun da kendisiyle ortaklaştığı “Kürt düşmanlığı” üzerinden yol alarak faşizmin fiili inşasına meşruiyet, güç ve alan kazanmaya çalışıyorlar.
Ancak, ne yapsalar kan kaybını durduramadıkları için, Bahçeli’nin açıkça dillendirdiği “iç savaş” tehdidi ve Suriye-Irak coğrafyasındaki “dış savaş” yoklamalarından, başka ülkelerde faşizmin inşası süreçlerinde yaşanan türden özel türden provokasyonları da deneyebilecekleri anlaşılıyor.
Tabii ki, fırsat ve güç bulabilirlerse!
Faili IŞİD mensubunun bir zamanlar Ankara’nın lüks otellerinde MİT tarafından ağırlandığı iddia edilen Suruç ve Ankara katliamları sonuç almamış mıydı, benzerleri neden olmasın? Tek engel, güç ve fırsat bulmakta o zamanki kadar “rahat” olmamaları. Ama, şimdiki ortamın devamında “kaybedecekleri” açıkça ortaya çıktığına göre, neden “şanslarını” denemesinler?
Evet, mevcut güç dengelerinden bakılırsa, öyle bir hamle yenilgilerini daha acılı hale sokmaktan başka sonuç yaratamaz gibi gözüküyor, ama faşizmin zaferi öylesi çılgınca hamleler yapmadan başka nasıl gerçekleşebilir ki? Faşist iktidarlaşmanın kendisine özgü bir rasyonalitesi var, hesaplarını başka türlü değil o özgün rasyonalite içinde tahmin etmeye çalışmalıyız.
Öte yandan, kendi özgün konumlarından iktidarlaşmaya çalışan “Erdoğan karşıtı” egemen güçler/Batı ve yerel ortağı yerel sermaye-CHP ekseni de merkezinde günümüz koşullarında oldukça zorlanan sermaye birikiminin önünü açmaya odaklanan bir tutumun olduğu farklı bir rasyonaliteye dayanan başka “hesapların” peşindeler.
Erdoğan’ın hizmetleri sayesinde Türkiye’yi yağmalayan Batı ve kasalarını tarihlerinde hiç olmadığı hızla kat be kat dolduran yerel sermaye güçleri, arkasında durup belirlemeye çalıştıkları CHP üzerinden yol alarak, Erdoğan’a “ayar vermeye”, hizaya gelmezse de “itip düşürmeye” çalışmaktan vazgeçmiş değiller.
Erdoğan’ın yerel seçimlerdeki yenilgisi, karşısındaki bu güç alanına moral ve güç kazandırdı. Süreç bu zeminde akarsa bir biçimde iktidarlaşacaklarını hesaplayan söz konusu güçlerin, zamanın mevcut durumu-gidişi bozmayacak bir yapıda kontrollü bir zeminde akmasını sağlamaya çalıştıkları ve hamle yapacakları en uygun anın gelmesini bekledikleri anlaşılıyor.
Hizmetleri göz önüne alınarak Erdoğan’a “yargılanmama”, “Havuz’da” biriktirdiklerine el koymama ve hatta kendi siyasi hattını sürdürebilme sözü verilip, “Başkanlık” statüsü de seçime kadar ya da bir müddet için kabullenilmiş olabilir; Erdoğan’da, (HDP’liler hariç) seçilmiş belediyelere “saldırmamayı” kabul etmiş olabilir.
O arada, bu güçlerle aynı zeminde şekillenen Gül-Babacan inisiyatifinin partileşerek Erdoğan’ı daha da zayıflatması, Davutoğlu öncülüğündeki partileşmenin de aynı yönde hareket etmesi bekleniyor olmalıdır.[1]
Aralarındaki farklılık
Egemenler içinde şekillenen iki karşıt güç alanı arasındaki temel farklılık, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni rejimin kendisinde değil, ama hangi biçime bürünüp nasıl işleyeceğinde düğümleniyor.
Evet, özellikle vurgulanmalı ki, “Başkanlık” sistemi, Erdoğan karşıtı egemen fraksiyonların da isteği ve kabulüdür.
O sistem, yerel sermayenin acil ihtiyacı!
Kriz koşullarında oldukça sıkışan sermaye güçleri, ayakta kalabilmek için, mümkün olan en az toplumsal ve yasal denetime hatta mümkünse hiçbir sınırlamaya tabi olmadan istediğince ve hızlı biçimde davranmak, itirazların devlet gücüyle engellendiği en yoğun sömürüyle güç kazanmak ve aynı zamanda bölgesel bir güç olarak artık kendisine yetmeyen yerel-ulusal pazarını bölgeselleştirmek zorunda!
İşte, “Başkanlık” sistemi, sermayenin şimdiki acil ihtiyaçlarının çözümüne en uygun ortamı sağlayacaktır.
Despotik devletin şimdilerde dengesini kaybetmiş iç fraksiyonlarının da böylesi bir yapıya uyum gösterecekleri ve onun içinde şimdi bozulan iç dengelerini yenileyebilmenin en uygun ortamını yakalayacakları açıktır. Zaten onlar başka ne isterler ki! Baskı aygıtlarının daha yoğun ve denetlenmeden hızlıca işlemesi ve keyiflerince koşturup istediklerini yapabilmeleri sistem haline dönüşecekse, çalsın sazlar vursun davullar; Ver mehteri ey Medya! Vatan, millet, Sakarya! 1071’den 2071’e “kutsal” ve “yüce” devletimizin etrafında sımsıkı kenetlenerek yürüyelim vatandaşlar!
Sorun, yeni rejimin “Başkanlık” statüsünün Erdoğan tarafından kendisinin “imtiyazlı konumu” olarak yapılandırılmasında düğümleniyor. Erdoğan böylesi bir “Padişah” konumlanmasında ısrar ederken; sermaye güçleri ve CHP, o konumda, özel imtiyazlı bir kişi değil, Kılıçdaroğlu ya da İmamoğlu cinsinden sınırını bilen “uslu” görevlilerin olması istiyor.
Eh, sürece sermayenin rasyonalitesi açısından bakarsak, böylesi bir istek meşru değil mi?
İç pazarını en ücra köylere kadar yaymış ve küresel sermaye güçleriyle en derin entegrasyonu sağlamış olan TÜSİAD odaklı sermaye güçleri; önce eteğine tutunarak kendisini palazlandırdığı sonra da iktidarı paylaştığı orduyu, iktidarın oligarşik zirvesindeki “imtiyazlı” konumundan devirdikten sonra, iktidarı başka kimseyle paylaşmak istemiyor.
O, artık, arada hiçbir engel olmadan devleti ele geçirerek sermayenin mutlak iktidarını kurmak istiyor. Devlet, bütün “pürüzlerinden” arındırılmalı ve sermayenin somut-tarihsel hareketi, “pürüzsüz” bir alanda mümkün olan en hızlı biçimde gerçekleşmelidir. O, kendisinden nemalanmayı isteyen başka herkesten/“parazitlerden” arındırılmalı, yerel sermayenin kriz koşullarında ayakta kalabilmesi ve rakipleriyle rekabet edebilmesi için çok özel ağırlık kazanan ve hızla yerine getirilmesi gereken ihtiyaçlarını hiçbir pazarlık yapmadan yerine getirebilen bir “aygıt” olmalıdır!
Erdoğan kabul eder mi?
Evet, Saray’daki toplantı, birbirlerine diş bileyen egemen fraksiyonların, en uygun zamanda karşısındakinin bileğini bükmenin ama bükerken de hepsini ayakta tutan devlette yaşanan krizi daha fazla derinleştirmemenin arayışında olduklarını, bir yandan vuruşurken öte yandan üstünde var oldukları zemini fazla zorlamamaya çalıştıklarını gösterdi.
Egemenler arasındaki itiş kakış devam ediyor ve edecek, ama “kontrollü” ve “sakınımlı” olmak zorundalar. Zeminleri sarsılıyor, kimi çatlaklar oluşmuş durumda, o çatlaklar büyüyüp “kara deliğe” dönüşerek onları içine çekebilir ve zaten şimdilik küçük ölçekte de olsa böylesi durumlar da yaşanıyor.
Herkesin, o arada egemenlerin de her an tetikte olması gereken zamanlardan geçiyoruz!
Öyle anlaşılıyor ki, belediyeler üzerinden Erdoğan’a bir “teklif” yapılıyor.
Sadece malum toplantı değil, kazanılmış belediyelerde sergilenen pratikte de sanki olası bir Erdoğan-sonrası dönemin eskizleri yapılıyor. O eskizler hem iktidara hazırlıktır hem de ama iktidarın yolunu “zahmetsiz” hale getirmek için Erdoğan’ın “yargılanma” ve kazandıklarını kaybetme korkusunu gidermek amaçlıdır.
Zaten, İmamoğlu, tıpkı Koç ailesiyle olan yakın “dostluğunu” olduğu gibi, seçilirse ne yapacağını da hiç gizlememişti ve şimdi de dediğini yapıyor.
Sadece 3 HDP’li belediyeye değil, İstanbul belediyesine de “kayyum” atanmış gibi değil mi; atayan ama Koç ailesi üzerinden sermaye güçleri! İmamoğlu’nun kendisine ek olarak, Genel Sekreterliğe Koç Holding’in Erdoğan’ın yardımıyla adeta bedavadan el koyduğu Tüpraş’ın CEO’su getirildi, o da elbette ekibiyle birlikte “mitili” İBB’ye attı!
AKP ile, herkesin gözüne batacak derecede arsızca yürütülen soygun vanalarını sessizce kapatma dışında sorun yaşamamaya hatta işbirliği yapmaya özel dikkat ediliyor. Zaten, bize söylendiğine göre, “soygun” falan da yapılmamış, şimdilerde ona masum bir ad takıldı, meğersem yapılan “israf”mış! Kimi gerginlikler yaşansa da onlar daha çok hala saldırgan tutumlar geliştiren AKP’lilerin başlatmasıyla oluyor. Erdoğan ise, meşru devlet başkanı olarak görülüyor, randevu talep ediliyor, davet edilince de adeta koşarak gidiliyor, görüşme gülücüklerle süsleniveriyor.
“Korkma, deniyor AKP’ye, genel seçimlerde kaybettiğin zaman da böyle yapacağız!”
Elbette, denenip-yoklandığı görülen sınırlı “uzlaşma”, deyim yerindeyse “çakallar” arasında yaşanıyor ve “dostlar” arasındakine hiç benzemiyor. Uzlaşmayı yoklayan egemen fraksiyonların aynı zamanda birbirlerinin açığını kolladığı ve uygun koşulların oluştuğunu gören tarafın diğerinin ayağının altına muz kabuğunu atıvermekte tereddüt etmeyeceği açıktır.
İmamoğlu’nun, Erdoğan’la tartışarak güç ve zaman harcamak yerine, “iyi” belediyecilik yaparak, rüşvet ve soygunu en aza indirgeyerek ve halka kimi hizmetleri ulaştırarak kendi alanını güçlendirmeye çalışacağı anlaşılıyor. Bazı davranışlarıyla her ne kadar kendisine umut bağlayan kimi “solcularımızı” hayal kırıklığına uğratsa da hiçbir zaman saklamadığı kendi duruşunun özel bir rasyonalitesi var ve oradan bakılınca bütün davranışları kendi gerçek anlamına kavuşuyor. O despotizmden kopuşamamış bir sermaye politikacısı ve ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor.
İBB’nin, elbette kendi özel konumunu gözeterek, Koç Holding gibi işlediğini-işleyeceğini düşünün lütfen!
İmamoğlu, Kürt siyasal hareketi ve kimi sosyalistler tarafından, başka umutlarla değil, Erdoğan’ın faşist kurumsallaşmasını durdurmak ve mümkünse çözmek amacıyla desteklenmişti; eh, birden harekete geçen yeni politik süreçler üzerinden olup biteni herkes görüyor, doğrusu hiç de yanlış yapmadık!
İstanbul ve Ankara belediyelerinin AKP tarafından, Adana ve Mersin’in de MHP tarafından kazanıldığı bir Türkiye ile şimdiki Türkiye arasındaki fark önemsiz mi sizce?
Şimdi İmamoğlu’nun yaptıklarını gösterip de “Ben dememiş miydim” diyen kimi “boykotçulara” gelince; söylenecek çok fazla bir şey yok, yağmurlu havalarda aman sokaklarda neyin gezmeyin, paçalarınız kirlenebilir! O arada ama, 23 Haziran sonuçları üzerinden ortaya çıkan yeni fırsatlardan faydalanmayı yine de ihmal etmeyin!
B- Uzlaşmanın zemini: Devlet krizi
Uzlaşmayı zorlayan yaşanan devlet krizidir.
Her an kontrolden çıkabilecek “kriz”, egemenleri korkutuyor ve birbirlerinin elini tutmaya itiyor.
Ülke bir “devlet krizi” içinde hatta yeni bir “fetret devri” eşiğinde sürekli sarsılıp zorlanıyor.
Öncesindeki kaotik ortamı vurduğu darbeyle büsbütün kışkırtarak kaosun sınırlarına dek getirip bırakan 15 Temmuz ABD-Cemaat darbesi, kendisi doğrudan başarılı olamasa da, sonuçları üzerinden TC egemenlik sistemini ne kadar uğraşsa da içinden bir türlü çıkamadığı özel bir “dengesizlik-iç kargaşa”-“devlet krizi” içine sokarak, dolaylı yönden “başarılı” oldu
Fetret devri
Coğrafyamız “fetret devri” gerçekliğine hiç yabancı değil.
Bizlere tarih kitaplarında 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsedilse de o süre anlatıldığı gibi yekpare bir parlaklıkla değil epey inişli-çıkışlı bir yapısallıkla belirlenerek hatta kimi çöküş ve yeniden dirilişlerle yaşanmıştı.
Kılıcıyla içine dalıp fethederek ilerlediği İslam ve Bizans medeniyetleri tarafından içinden fethedilerek ehlileşme sürecine sokulan eskinin “yukarı” barbar Türkleri Osmanlılar, kuruluşlarından 100 yıl kadar sonra, kendi geçmişlerindeki barbar tutumuyla onlara yüklenen Tatarlar tarafından bozguna uğratılınca, aslında kurmayı becerdikleri devlet de dağılmış ve bir “fetret devri” içine girmişlerdi. Hızla girdiği Anadolu topraklarında İzmir’e dek ulaşarak bezirgân yollarını açıp tarihsel misyonunu yerine getiren Aksak Timur aynı hızla geldiği Orta Asya bozkırlarına dönerken arkasında Osmanlı’nın adeta enkazını bırakmıştı.
Aksak Timur, sadece yenmekle kalmamış, barbarlara özgü bir yıkıcılıkla davranmış, savaşta yenip kıskıvrak yakaladığı Yıldırım Beyazıd’ın “yıldırımlığını” iki paralık etmiş, içine hapsettiği kafeste gezdirip halka teşhir ederek kahrından ölmesinin yolunu yapmıştı.
Osmanlı’nın o “fetret devrinden” nasıl çıktığı başka bir acıklı hikayedir, sonunda Fatih’in kardeş katline izin veren hatta aslında zorunlu kılan yasasının zemini olmuştur.
Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle yeniden dirilen ve Bizans’la iyice kaynaşarak daha üst seviyede bir “medenileşme” yaşayan 2. Osmanlı dönemi Kanuni’ye dek sürmüş, o “medenileşme” sürecinde şimdi hala gerilimleriyle boğuştuğumuz tefeci-bezirgân sermayenin irileşmesi ve Osmanlı toprak ekonomisine fiilen egemen olması yaşanmıştı.
Kanuni ise, her ne kadar malum diziden “öğrendiğimize” göre sanki bütün vaktini Hürrem Sultan’ın entrikalarıyla ve diğer cariyeleriyle uğraşmayla geçirmiş gibi gözükse de biraz “boş vakti” kalmış olacak ki, Şeyhülislam Ebu Suud Efendiyle el ele vererek, o döneme dek Osmanlı’yı ayakta tutan toprak ekonomisindeki “Dirlik” düzeni yerine üretimden kopuk ve vurguncu tefeci-bezirgân sermayenin fiili egemenliğini kanunlaştırarak lakabını kazanmış, toprak ekonomisine “Kesim” düzenini yerleştirmişti.
O arada yaşanan sancılar, dizide herkesin sevdiği İbrahim Paşa ve şehzade Mustafa’nın babası tarafından katliyle kısmen engellenmiş, bir kez daha yeni bir Osmanlı düzenine girilmişti. Gelin görün ki, olacak olan gene olmuş, hemen başlayan ve aslında “kanunileşen” Kesim düzenine tepkilerin dillendirildiği Celali isyanları on yıllarca sürerek yeni bir “Fetret devri” yaşatmıştı. O devir, İmparatorluğu yıkamasa da “duraklama” ve “gerileme” dönemlerinin ilk ivmesini vermişti.
Osmanlı farklı “fetret” dönemleriyle boğuşurken Batı’da kapitalizm gelişiyor, güçleniyordu.
Lale Devri’nden itibaren başlayan ve Batı’ya öykünen modernleşme çabaları 3. Selim ve sonrasında 2. Mahmut’la hızlanmış, Abdülhamit’in yeni bir “Fetret” korkusuyla iyice koyulaştırarak halka dayattığı despotizm, büyük toprak kayıplarıyla gerçekleşen çözülmeyi yine de engelleyememişti. Nihayet, iyi yetişmiş ve II. Mahmut’un sıkı takipçisi bir Osmanlı subayı olan M. Kemal’in Osmanlı devletini “kurtarmak” amacıyla yaptığı askeri-politik hamle, olayların akışının belirlemesiyle, Osmanlı’yı tarih sahnesinden çıkarıp Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmasıyla neticelenmişti.
İşte, günümüze gelirsek, hemen belirtmeliyiz ki, M. Kemal’in kurduğu, merkezinde ordunun olduğu ve Anadolu burjuvazisini güçlendirmeyi hedefleyen TC’nin, tarihsel misyonunu yerine getirerek büyüttüğü sermaye tarafından sonlandırıldığı, ama yerine yenisinin de kurulamadığı bir “devlet krizinin” içinde hatta adeta yeni ve özgün bir “fetret” devrinin eşiğindeyiz!
İsterseniz, Gramsci’nin diliyle konuşarak “İnterregnum” da diyebilirsiniz! Evet, “eski” Cumhuriyet “gitti” ama yenisi de bir türlü “gelmiyor!”, daha doğrusu “gelemiyor!”
Aslında olayların bu noktaya dek gelişmesi, riskten hiç hoşlanmayan yerel yürütücüsü sermaye güçleri tarafından muhtemelen istenmemiştir; ama hepimiz hayat deneyimlerimizden iyi biliriz, özellikle çok sayıda bileşenin hareket halinde olduğu süreçlerde çoğunlukla “evdeki hesap çarşıya” uymaz; olayların yürütücüsü aktörlerin bire bir istediği değil de hepsini bünyesinde toplayarak kendisini var eden özel bir “bileşkenin” hükmü gerçekleşir. Önemli olan, o “bileşke”de kimin damgasının daha koyu bir iz bıraktığıdır.
Eh, bu açıdan baktığımızda, yerel sermaye güçlerinin, henüz tam istediklerini gerçekleştirememiş olsalar da “başarısız” da olmadıkları açık değil mi?
Ordunun zirveden düşürülmesi
12 Eylül koşullarında kendi gelişiminin zirvesine ulaşan yerel sermaye güçleri, iktidarın oligarşik zirvesini paylaştıkları ordu gerçekliğinin yarattığı “pürüzlerden” rahatsız olmaya başladı ve tarihin omuzlarına yüklediği bu “yükten” hasar almadan kurtulmanın arayışına girdiler.
İşte, tarihin derinliklerinden günümüze dek bir biçimde kendisini sürdürebilen antika-gerici tefeci-bezirgân sermaye ilişkilerinin 12 Eylül sonrasının özel koşullarından yararlanarak kendisini modern sermaye ilişkilerine sıçratabilmiş ama henüz bu sürecini yeterince tamamlayamamış-henüz “aç” kesimlerinin temsilcisi Erdoğan, mangaldaki kestaneyi elini yakmadan almak isteyen TÜSİAD odaklı sermaye güçlerinin aradığı “maşa” olmayı becerebildi.
Hesap basitti, başta tarikat ağları olmak üzere, yüzyıllardır sömürdüğü Anadolu’da yaşayan halkı bin bir çeşit hinliklerle “kontrolüne” almış tefeci-bezirgân antika gericiliğinin gücünden ve “dünya nimetlerine” olan açgözlü hırsından faydalanılarak, ordunun devletin zirvesindeki “belirleyici” rolü tasfiye edilecek ve iktidarın merkezi/devlet tümüyle sermayenin kontrolüne alınarak, kapitalist sistemin rasyonellerine geçilecekti. Erdoğan sürecin ana aktörü olsa da gücünün yeterli olmayabileceği düşünülerek ya da onu da “kontrol” edebilmek için yanı sıra başka gerici öznelere de o arada Fetullah Hoca ekibine/Cemaat’e de daha geride duracağı bir rol verilmişti. O arada, olup bitenleri “işte, nihayet demokrasi geliyor” diyerek neşeyle alkışlayan alık liberallere de sürecin ajitatör ve propagandisti olma rolü biçilmişti.
Elbette, sürecin başında, her şeyin sonradan yaşayıp-gördüğümüz gelişmiş haliyle hesaplanamayacağı açıktır, ama Erdoğan öncülüğünde atılan her adımın, önüne engel çıktıkça alınan yeni inisiyatiflerle açılıp saçılarak böylesi bir zemine yerleştiği açıktır. Üstelik, bu yazıda “dışarıda” kalan ABD odaklı inisiyatifin, Cemaat üzerinden açık bir ajan ağı kurarak, zaten kontrolünde olan TC devletini büsbütün teslim alıp yeniden sömürgeleştireceği başka bir “hesabın” içinde olduğu, o “hesap” üzerinden Erdoğan’ı öne çıkardığı sonradan netçe görüldü.
Dünya tarihinde böylesi büyüklükte bir ülkede çok ender rastlanabilecek sinsice ve alçakça ama tam da ABD’ye “yakışan” bir “oyun” oynanıyordu! Erdoğan’ı destekleyen “tefeci-bezirgân” kökenli tarihsel ağ, Cemaat operasyonunun da gücünü aldığı alandı.
Açıktır ki, bu özel ağ, Anadolu coğrafyasını sürekli çürüten ve dibe çeken bir rol oynuyordu, bünyeye yerleşmiş bir “kanser hücresi” gibi ölüme sürükleyecek ölçüde yıkıcıydı ve asla küçümsenmemesi gerekiyordu.
Erdoğan’ın sürprizi
Olayları herkes biliyor, Erdoğan’ın iktidar yılları, ordu merkezli devlet örgütlenmesini esas alan TC’nin içini oyarak zayıflatan ve sonunda da fiilen egemenlik kaybına uğratan bir süreç olarak yaşandı. Tıpkı Yıldırım Beyazıd’ın kafeste gezdirilmesi gibi, ordu merkezli kurumsallaşma, adeta burnuna zincir vurularak sürüklenen ayılar gibi orta yerde gezdirilip “büyü” ve “güç” kaybına uğratıldı ve sonunda da şimdiki “iktidarın zirvesinden düşürülmüş” ama iktidara sorgusuz-sualsiz hizmete amade bir aygıta çevrildi.
Henüz, tasfiye sürecinin bitmediği, olası “sürprizlerin”- geri dönüş hamlelerinin, kim bilir hangi generallerin hayallerinde canlandığı açıktır. Ancak, böylesi hayaller velev ki hayata geçseler bile, hiçbir zaman eskiye-eski halinde dönülemeyecektir.
O arada yaşanan “başarısız” 15 Temmuz ABD-Cemaat darbesi, ABD’nin hayal ettiği sonucu üretemese de ordunun hala kalan “büyüsünü” de yok etti, sadece orada da kalmayarak, temizlenen ajan ağıyla birlikte aynı zamanda birikmiş bilgi ve gücünün de tasfiye edilmiş olduğu gerçeği üzerinden, onun maddi gücünü de delik deşik etti. AKP’li ve MHP’li militan gençlerin 5-10 aylık sözüm ona “eğitim” görerek gelişmiş silahların başına koyulduğu ordu, tarihinin en zayıf haline düştü, düşürüldü.
Cumhuriyetin kuruluşunda devletin merkezine yerleşip kendisine bağlı bir işleyişi devletin omurgası yapan ordu “merkezden-zirveden” düşürülünce, elbette sadece kendisi düşmüş olmadı; orduyla birlikte ona bağlı bütün egemenlik sistemi de dağıldı ve devlet fraksiyonlarının iç-dengesi bozuldu. “Devlet krizi” ya da “Fetret devri eşiği” diye adlandırdığımız gerçeklik tam da bu durumdur. Adlandırmayı beğenmeyen başka ad takabilir, ama gerçek durum bu değil midir?
AKP ve MHP’nin “taşralı tüccar” darkafalılığı taşıyan önderleri, oluşan boşluğa hevesle koşturup devleti bütünüyle zapt etmeye çalışıyor da o işler o kadar “basit” değil. Onlar yollarında “başarı” kazandıkça “çeteleşme” gerçekliğinin bataklığına daha da batıyorlar, kendileriyle beraber devleti ve ülkeyi de o batağa-çeteleşmeye çekiyorlar.
İşte tam da bu koşullar içinde, Erdoğan, oluşan kaotik ortamı fırsat bilerek, her ne kadar maddi olarak güçlense de kişiliksiz ve vurguncu yerel sermayenin en ufak riskten ürken korkularından faydalanarak ve iktidarı döneminde edindiği tecrübe ve güce dayanarak, egemenlik sisteminde ordudan boşalan yere bir “padişah” gibi yerleşme yönelimine girdi. Bu yönelim, sermaye güçleri açısından beklenmeyen bir “sürpriz” olsa gerektir!
Hesap, Erdoğan üzerinden ordu merkezli egemenlik sisteminden orduyu tasfiye etmek ve alanın tümünde mutlak hakimiyet kurmaktı; ama, başka bir “tarihin” içinden çıkıp gelen Erdoğan, bir yandan sermaye güçlerine tarihlerinde olmadık hızla ve yoğunlaşmış birikim imkânı sağlarken, öte yandan “sahiplik” iddiasında ve dayatmasında bulunuyordu! Sözcüsü olduğu Albayrak Holding’in sermaye birikim kanallarının sürekliliği için canla başla çırpınan Yeni Şafak gazetesinin Erdoğan şakşakçısı editörü İ.Karagül gibileri de, söz konusu “sahiplik” iddiasının toplumsal meşruiyet alanını genişletmeye çalışıyor.
Sermaye mutlak iktidar istiyor
Erdoğan hangi iddiada bulunursa bulunsun, her ne kadar sermaye birikimine kendi iktidarı boyunca olağanüstü hizmet vermiş bulunsa da şimdi gelinen noktada, bölgedeki kaos ortamında ve kapitalizmin şimdiki gelişmişlik seviyesindeki Türkiye’yi yönetmeye yetkin olmadığını, sürecin kontrolünden çıktığını, kapasite ve güç zaafının belirlemesiyle zayıflama süreci içinde olduğunu göremiyor.
Üstelik, ülkede sadece Erdoğan ve temsilcisi olduğu toplumsal doku yok, başkaları da var ve herkes görüyor ki Erdoğan artık “azınlık!” Bu gerçeklik, Erdoğan’a meşruiyet kaybı yaşatıyor.
Sermaye ise, yakaladığı mutlak iktidar olma olanağını asla kaybetmek istemiyor. Ancak, her şeye rağmen kasaları dolmaya devam ediyor ve şimdiden sonra da o kasaların dolabilmesi baskı politikalarını gerektiriyor. Peki, bunu da en iyi Erdoğan-Bahçeli ikilisi beceriyor değil mi?
İşte, bir yandan Erdoğan’ın hizmetlerini gözeten ama esas olarak da kendi mutlak egemenliği için koşulların ona “yürü” dediğini düşünen sermaye güçleri, hassas dengelere oturmuş bir süreç içinde, itiş-kakış ve uzlaşmanın iç içe geçtiği bir mücadeleyle, Erdoğan’ı mutlak iktidar dayatmasından vazgeçirmeye ve kendi iktidarının görevlisi olmaya zorluyor; bu süreci yürütemediği durumda da, kendi birikimine hasar vermeyecek ama halk güçlerinin özgürlük arayışlarının önünü açmayacak biçimde usulca iterek düşürmeye çalışıyor.
C- CHP’de neler oluyor?
Deniliyor ki, yanıp bittiği sanılan CHP küllerinden yeniden doğdu!
Acaba gerçekten öyle mi?
Gözümüzün önünde yanıp tükenen CHP yerel seçimler sürecinde yeniden mi diriliverdi?
Yüzeysel bakılırsa gerçekten de öyle görülecektir; ama derin ve ayrıntılı bir bakış, dirilenin eski CHP olmadığını, onun artık sadece parti içinde kendisini ifade etmesine izin verilen bir eğilim olmaya büzüştüğünü, yeni bir CHP’nin kendisini var etmeye çalıştığını görebilecektir.
Evet, zarf aynı da ya mazruf?
Elbette, şimdi içinde bir eğilim olarak var olan eski halinden kimi izler taşıyacak ama yeni CHP, artık bir “devlet partisi” değil, tarihsel olarak ilişkili olduğu kimi devlet fraksiyonlarıyla bağını korusa da esas olarak sermayenin rasyonelleriyle bütünleşmeye çalışan bir “merkez sol” partidir.
Deyim yerindeyse, Babacan “merkez sağ” ama “sol” dahil “herkesi” kucaklayan bir sermaye partisi kurmaya çalışırken, CHP de “merkez-sol” ama “sağ” dahil herkesi kucaklayan bir sermaye partisi olmaya evrildi-evriliyor. O evrilmenin ilk ve ürkek adımlarını “paraşütle” CHP’ye indirilen Kılıçdaroğlu atmıştı, şimdi İmamoğlu ürkekliği üzerinden atmış ve kendine güvenli bir tutumla sonuca ulaşmaya çalışıyor, aynı isim altında yeni bir yapı CHP’de hâkim hale getirildi-getiriliyor.
Günün koşullarının egemenleri “iki ANAP” ve “iki Özal” çıkarmaya zorladığı anlaşılıyor, ya da günün koşulları onları doğuruyor ve egemenler yeni duruma uyum sağlayıp kontrole almaya çalışıyor. Aslına bakarsanız iki süreç aynı anda hareket ediyor ve henüz hiçbir şey netlik kazanmış değil; evet, eskiler zayıflayıp sönümlenmeye yüz tuttular da henüz yenileri de yerleşiklik kazanmış değil.
O arada, çözülen AKP’den kopan ana eğilim Babacan olurken Davutoğlu’nun da kendisine alan açmaya çalışması gibi, parti içi bir eğilime doğru büzüşen eski CHP’den çıkan yeni CHP’de ana eğilim Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseni olurken, halkçı ve demokrat olmaya yatkın başka bir eğilim de Kaftancıoğlu’nun önderliğinde kendisini var etmeye çalışıyor.
Eski CHP’nin hepsi son tahlilde devlete ve onun malum despotik “kırmızı” çizgilerine sımsıkı bağlı “solumsu şeylerinden” farklı olarak, Kaftancıoğlu’nun şahsında, henüz sermayeden kopuşamasa da emekçinin hakkına da saygı duyan, Kürtlere ve kadınlara yapılan baskılara ve doğanın yıkımına karşı çıkan özel bir duruş oluşuyor.
Bu duruş, henüz Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseninden kopuşmuş değil; kim bilir, kopuşamazsa belki de sönümlenecek; ama kendisini ifade etmekten ürkmüyor oluşu, olayların akışı onu kopuşmaya zorlayınca “cesur” olabileceğini ima ediyor. Canan Kaftancıoğlu ve artık CHP’de siyaset yapmayan-yapamayan Rıza Türmen ortaklaşarak yeni bir sol odağın doğumuna ebelik yapabilirler.
O takdirde, halk güçlerinin acil ihtiyacı olarak kendisini dayatan demokratik bir cumhuriyet doğrultusundaki mücadele kendi içinde “farklılaşma” yaşayabilir.
Bir yandan, şimdi hareket halinde olan toplumsal güçlerle ortaklaşan Kürt Halk Hareketi’nin içindeki devrimci-demokrat kanat ve kimi sosyalist eğilimlerin öncülüğünde kapitalist sistemden kopuşmaya eğilimli bir demokratik cumhuriyet inşa edilmeye çalışılırken; henüz sistemin içinde konumlanan Kaftancıoğlu-Türmen ekseni ve Kürt Halk Hareketi içinde özellikle yasal alanda hayli güçlü olan burjuva-liberal güç alanı kimi “sosyalist” güçleri de peşlerine takarak ortaklaşıp burjuva yapıda bir demokratik cumhuriyeti hedefleyebilir.
Ancak, böyle bir “ayrışmadan” ya da “farklılaşmadan” önce, tarafların bu ayrışmanın bilincine ve zorunluluğuna zamanla gelecekleri ya da daha üst bir ortaklaşmaya sıçramak zorunda kalacakları bir ara dönemde “bulanık-flu ortaklaşma” yaşamaları muhtemeldir. (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnot:
[1] Bu durumda, CHP hatta zımni de olsa HDP ile aynı zemini paylaştığı için, AKP-MHP alanından yeterince nemalanamayan İYİP de, Babacan ve Davutoğlu ile ayrı bir ittifak alanı kurarak, kendisini daha iyi ifade etmeyi ve daha fazla alan kazanmayı hesaplıyor olmalıdır. Nitekim, Babacan ve Davutoğlu’nun kendilerini nihayet açığa vurmalarından cesaret bulan Akşener, Leyla Güven’in söylemlerini işine geldiği gibi tam tersine yorumlayıp milletvekilinin düşürülmesini isteyerek sağ tabanla daha yoğun bir kucaklaşma denemesi yapıyor.
Böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi/Babacan ve Davutoğlu’nun partileşmesi halinde, doğal olarak kendisini dayatacak olan erken seçimde, Babacan-İYİP-Saadet yeni bir sağ güç alanı olarak kendisini ifade edebilir ve AKP-MHP eksenini zorlar. CHP ve HDP de muhtemelen kendi başlarına ya da ortaklaşarak seçimlere girecektir. Elbette, CHP-Babacan ekseniyle HDP’yi yalnızlaştırma denemesi de olasılıklar arasındadır; o durumda İYİP zayıflayarak bu eksene katılma, baraj altına itilme ya da AKP-MHP eksenine katılma seçenekleriyle yüzleşecektir.
Babacan, kendi partileşme sürecini, AKP’nin yenilenmesi alanına sıkıştırmadan, günün şartlarına uygun yeni bir merkez-sağ parti biçiminde yürütürken; Davutoğlu’nun, kendi iddiasına göre “yolundan çıkarılan” AKP’yi tekrar “kendisi” yapmaya çalışan bir partileşme süreci yürüttüğü görülüyor. Farklılıkları önemli, ortaklaşmaları zor. Her durumda, ne yaparsa yapsın, Erdoğan, söz konusu partileşme süreçlerinin yarattığı-yaratacağı hareketlenmeler üzerinden, oldukça zorlanacağı bir türbülans yaşamaya yazgılı!
SARAYDA TOPLANTI
Hepimiz sonrasında gördük, toplantı esnasında hepsi pek bir mutluymuş; göz süzmeler mi dersiniz gülüşmeler mi, pek bir nazik ricalar ve ‘’Aman efendim, sizi mi kıracağız” tarzındaki hemen kabuller mi, demet demet güzellik!
Olay, sanki türlü çeşitli gerilimler içinde çırpınan bildiğimiz kaotik Türkiye’de değil de Norveç ya da İsveç’te yaşanıyor!
O arada ne hikmetse, “Olay yerinin neresi olduğunu unutmamak-unutturmamak” için olsa gerek, iki kez üst üste “rastgelen” kırık sandalye üzerinden mafya usulü bir açık tehdit yaşansa da; eh, o kadar da olur canım, lafını edip de mutluluğu bozmamak lazım diye düşünmeden edemiyor insan!
Üstünü kapatıverirseniz olmamış olur, değil mi? Pekâlâ sonuç da alabilecek olan Kılıçdaroğlu’na linç girişimi yutkunup yutulunca ne oldu, unutulup gitmedi mi?
İyi de zirvedekiler arasında yaşanıldığı anlaşılan sefilce mutluluğa ne yazık ki limon sıkmış olacağız ama, şu malum hırsızlıklar, vurgunlar ya da nepotizmler/akraba kayırmacılıkları falan ne olacak; yapanın yanına mı kalacak?
Evet, toplantıdan anladığımız, tam da öyle olması isteniyor ya da planlanıyor!
Özel bir “uzlaşma” ve “detant” havası esiyor.
Egemen fraksiyonlar/oligarşinin zirvesindeki güç alanları “Aman, dikkat!” demişler birbirlerine sanki, “aramızdaki gerilimin fırsat kollayan kimilerine malzeme olmasına izin vermeyelim!”
Limonu sıkmaya devam ederek tablonun bütünündeki gizli-gizlenmiş alanları görmeye çalışalım, didikleyelim bakalım başka neler olabilir?
Saray’daki toplantı öncesinde biz sıradan insanlara gösterilmeyen başka toplantılar olduğundan, tıpkı bir zamanlar “Dolmabahçe’de” olduğu gibi biz sıradan insanların netçe bilemeyeceğimiz kararlar alındığından hiç şüphelendiniz mi?
Gerilim açılıp saçılarak sürekli yükselirken aniden ortaya çıkıveren toplantı, o toplantıya tarafların hemen ve koşarak gidiş tarzı ve sonra bize bay A. Selvi tarafından aktarılan toplantıdaki konuşmalar bizlere kimi ipuçları vermiyor mu?
Toplantı, kim bilir, belki de başkalarının arasında görülmesi uygun görülendir, gösterilendir.
Her durumda, tahmin ettiğimiz gibi öncesinde karşılıklı kararlaştırılmış olsun-olmasın ya da el yordamıyla-karşılıklı yoklamalarla yürütülen bir süreç olsun, özel bir momentum oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
İki ana bloğun, Erdoğan-MHP-Ağar-Ergenekon ve karşısındaki CHP-Batı-yerel sermaye olarak toplayabileceğimiz iki ana bloğun, bir türlü aşılamayan devlet krizinin zorlamasıyla aralarındaki gerilimi yürütme biçimi konusunda özel bir “uzlaşma” yoklaması yaptıkları anlaşılıyor.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, “gerilim” kaçınılmaz hem de artarak sürecek; ama “kontrolsüz” değil, “halkın kullanımına kapalı” bir tarzda, sisteme zarar vermeyecek uygun bir yapıya büründürülerek sürdürülmeye çalışılacak.
Tabii ki, sürekli sarsılıp zorlandıkları bir tarihsel momentte “kontrollü” olmayı becerebilirlerse ya da fırsat bulabilirlerse!
A- Uzlaşmanın tarafları ve hedefleri
Taraflar kendi hedeflerinden vazgeçmiş değiller, ama kendilerini ortaklaşa var ettikleri devlet zemininde yaşanan krizin hepsini sakınımlı davranmaya zorladığı, böyle davranmak zorunda oldukları, başkasını yapmaya iki kanadın da güçlerinin yetmediği anlaşılıyor.
Erdoğan odaklı alan, halen yaptıklarından açıkça görülebileceği gibi, parlamenter maskeli despotizmi faşizme evriltme sürecini ilerletmeye çabalıyor.
Evet, AKP-MHP bloğunun faşizmin kurumsallaşması sürecini hedefine vardırmaya güçleri şimdilik yetmiyor; ama vazgeçmiş değiller, rakip egemen fraksiyonun da kendisiyle ortaklaştığı “Kürt düşmanlığı” üzerinden yol alarak faşizmin fiili inşasına meşruiyet, güç ve alan kazanmaya çalışıyorlar.
Ancak, ne yapsalar kan kaybını durduramadıkları için, Bahçeli’nin açıkça dillendirdiği “iç savaş” tehdidi ve Suriye-Irak coğrafyasındaki “dış savaş” yoklamalarından, başka ülkelerde faşizmin inşası süreçlerinde yaşanan türden özel türden provokasyonları da deneyebilecekleri anlaşılıyor.
Tabii ki, fırsat ve güç bulabilirlerse!
Faili IŞİD mensubunun bir zamanlar Ankara’nın lüks otellerinde MİT tarafından ağırlandığı iddia edilen Suruç ve Ankara katliamları sonuç almamış mıydı, benzerleri neden olmasın? Tek engel, güç ve fırsat bulmakta o zamanki kadar “rahat” olmamaları. Ama, şimdiki ortamın devamında “kaybedecekleri” açıkça ortaya çıktığına göre, neden “şanslarını” denemesinler?
Evet, mevcut güç dengelerinden bakılırsa, öyle bir hamle yenilgilerini daha acılı hale sokmaktan başka sonuç yaratamaz gibi gözüküyor, ama faşizmin zaferi öylesi çılgınca hamleler yapmadan başka nasıl gerçekleşebilir ki? Faşist iktidarlaşmanın kendisine özgü bir rasyonalitesi var, hesaplarını başka türlü değil o özgün rasyonalite içinde tahmin etmeye çalışmalıyız.
Öte yandan, kendi özgün konumlarından iktidarlaşmaya çalışan “Erdoğan karşıtı” egemen güçler/Batı ve yerel ortağı yerel sermaye-CHP ekseni de merkezinde günümüz koşullarında oldukça zorlanan sermaye birikiminin önünü açmaya odaklanan bir tutumun olduğu farklı bir rasyonaliteye dayanan başka “hesapların” peşindeler.
Erdoğan’ın hizmetleri sayesinde Türkiye’yi yağmalayan Batı ve kasalarını tarihlerinde hiç olmadığı hızla kat be kat dolduran yerel sermaye güçleri, arkasında durup belirlemeye çalıştıkları CHP üzerinden yol alarak, Erdoğan’a “ayar vermeye”, hizaya gelmezse de “itip düşürmeye” çalışmaktan vazgeçmiş değiller.
Erdoğan’ın yerel seçimlerdeki yenilgisi, karşısındaki bu güç alanına moral ve güç kazandırdı. Süreç bu zeminde akarsa bir biçimde iktidarlaşacaklarını hesaplayan söz konusu güçlerin, zamanın mevcut durumu-gidişi bozmayacak bir yapıda kontrollü bir zeminde akmasını sağlamaya çalıştıkları ve hamle yapacakları en uygun anın gelmesini bekledikleri anlaşılıyor.
Hizmetleri göz önüne alınarak Erdoğan’a “yargılanmama”, “Havuz’da” biriktirdiklerine el koymama ve hatta kendi siyasi hattını sürdürebilme sözü verilip, “Başkanlık” statüsü de seçime kadar ya da bir müddet için kabullenilmiş olabilir; Erdoğan’da, (HDP’liler hariç) seçilmiş belediyelere “saldırmamayı” kabul etmiş olabilir.
O arada, bu güçlerle aynı zeminde şekillenen Gül-Babacan inisiyatifinin partileşerek Erdoğan’ı daha da zayıflatması, Davutoğlu öncülüğündeki partileşmenin de aynı yönde hareket etmesi bekleniyor olmalıdır.[1]
Aralarındaki farklılık
Egemenler içinde şekillenen iki karşıt güç alanı arasındaki temel farklılık, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni rejimin kendisinde değil, ama hangi biçime bürünüp nasıl işleyeceğinde düğümleniyor.
Evet, özellikle vurgulanmalı ki, “Başkanlık” sistemi, Erdoğan karşıtı egemen fraksiyonların da isteği ve kabulüdür.
O sistem, yerel sermayenin acil ihtiyacı!
Kriz koşullarında oldukça sıkışan sermaye güçleri, ayakta kalabilmek için, mümkün olan en az toplumsal ve yasal denetime hatta mümkünse hiçbir sınırlamaya tabi olmadan istediğince ve hızlı biçimde davranmak, itirazların devlet gücüyle engellendiği en yoğun sömürüyle güç kazanmak ve aynı zamanda bölgesel bir güç olarak artık kendisine yetmeyen yerel-ulusal pazarını bölgeselleştirmek zorunda!
İşte, “Başkanlık” sistemi, sermayenin şimdiki acil ihtiyaçlarının çözümüne en uygun ortamı sağlayacaktır.
Despotik devletin şimdilerde dengesini kaybetmiş iç fraksiyonlarının da böylesi bir yapıya uyum gösterecekleri ve onun içinde şimdi bozulan iç dengelerini yenileyebilmenin en uygun ortamını yakalayacakları açıktır. Zaten onlar başka ne isterler ki! Baskı aygıtlarının daha yoğun ve denetlenmeden hızlıca işlemesi ve keyiflerince koşturup istediklerini yapabilmeleri sistem haline dönüşecekse, çalsın sazlar vursun davullar; Ver mehteri ey Medya! Vatan, millet, Sakarya! 1071’den 2071’e “kutsal” ve “yüce” devletimizin etrafında sımsıkı kenetlenerek yürüyelim vatandaşlar!
Sorun, yeni rejimin “Başkanlık” statüsünün Erdoğan tarafından kendisinin “imtiyazlı konumu” olarak yapılandırılmasında düğümleniyor. Erdoğan böylesi bir “Padişah” konumlanmasında ısrar ederken; sermaye güçleri ve CHP, o konumda, özel imtiyazlı bir kişi değil, Kılıçdaroğlu ya da İmamoğlu cinsinden sınırını bilen “uslu” görevlilerin olması istiyor.
Eh, sürece sermayenin rasyonalitesi açısından bakarsak, böylesi bir istek meşru değil mi?
İç pazarını en ücra köylere kadar yaymış ve küresel sermaye güçleriyle en derin entegrasyonu sağlamış olan TÜSİAD odaklı sermaye güçleri; önce eteğine tutunarak kendisini palazlandırdığı sonra da iktidarı paylaştığı orduyu, iktidarın oligarşik zirvesindeki “imtiyazlı” konumundan devirdikten sonra, iktidarı başka kimseyle paylaşmak istemiyor.
O, artık, arada hiçbir engel olmadan devleti ele geçirerek sermayenin mutlak iktidarını kurmak istiyor. Devlet, bütün “pürüzlerinden” arındırılmalı ve sermayenin somut-tarihsel hareketi, “pürüzsüz” bir alanda mümkün olan en hızlı biçimde gerçekleşmelidir. O, kendisinden nemalanmayı isteyen başka herkesten/“parazitlerden” arındırılmalı, yerel sermayenin kriz koşullarında ayakta kalabilmesi ve rakipleriyle rekabet edebilmesi için çok özel ağırlık kazanan ve hızla yerine getirilmesi gereken ihtiyaçlarını hiçbir pazarlık yapmadan yerine getirebilen bir “aygıt” olmalıdır!
Erdoğan kabul eder mi?
Evet, Saray’daki toplantı, birbirlerine diş bileyen egemen fraksiyonların, en uygun zamanda karşısındakinin bileğini bükmenin ama bükerken de hepsini ayakta tutan devlette yaşanan krizi daha fazla derinleştirmemenin arayışında olduklarını, bir yandan vuruşurken öte yandan üstünde var oldukları zemini fazla zorlamamaya çalıştıklarını gösterdi.
Egemenler arasındaki itiş kakış devam ediyor ve edecek, ama “kontrollü” ve “sakınımlı” olmak zorundalar. Zeminleri sarsılıyor, kimi çatlaklar oluşmuş durumda, o çatlaklar büyüyüp “kara deliğe” dönüşerek onları içine çekebilir ve zaten şimdilik küçük ölçekte de olsa böylesi durumlar da yaşanıyor.
Herkesin, o arada egemenlerin de her an tetikte olması gereken zamanlardan geçiyoruz!
Öyle anlaşılıyor ki, belediyeler üzerinden Erdoğan’a bir “teklif” yapılıyor.
Sadece malum toplantı değil, kazanılmış belediyelerde sergilenen pratikte de sanki olası bir Erdoğan-sonrası dönemin eskizleri yapılıyor. O eskizler hem iktidara hazırlıktır hem de ama iktidarın yolunu “zahmetsiz” hale getirmek için Erdoğan’ın “yargılanma” ve kazandıklarını kaybetme korkusunu gidermek amaçlıdır.
Zaten, İmamoğlu, tıpkı Koç ailesiyle olan yakın “dostluğunu” olduğu gibi, seçilirse ne yapacağını da hiç gizlememişti ve şimdi de dediğini yapıyor.
Sadece 3 HDP’li belediyeye değil, İstanbul belediyesine de “kayyum” atanmış gibi değil mi; atayan ama Koç ailesi üzerinden sermaye güçleri! İmamoğlu’nun kendisine ek olarak, Genel Sekreterliğe Koç Holding’in Erdoğan’ın yardımıyla adeta bedavadan el koyduğu Tüpraş’ın CEO’su getirildi, o da elbette ekibiyle birlikte “mitili” İBB’ye attı!
AKP ile, herkesin gözüne batacak derecede arsızca yürütülen soygun vanalarını sessizce kapatma dışında sorun yaşamamaya hatta işbirliği yapmaya özel dikkat ediliyor. Zaten, bize söylendiğine göre, “soygun” falan da yapılmamış, şimdilerde ona masum bir ad takıldı, meğersem yapılan “israf”mış! Kimi gerginlikler yaşansa da onlar daha çok hala saldırgan tutumlar geliştiren AKP’lilerin başlatmasıyla oluyor. Erdoğan ise, meşru devlet başkanı olarak görülüyor, randevu talep ediliyor, davet edilince de adeta koşarak gidiliyor, görüşme gülücüklerle süsleniveriyor.
“Korkma, deniyor AKP’ye, genel seçimlerde kaybettiğin zaman da böyle yapacağız!”
Elbette, denenip-yoklandığı görülen sınırlı “uzlaşma”, deyim yerindeyse “çakallar” arasında yaşanıyor ve “dostlar” arasındakine hiç benzemiyor. Uzlaşmayı yoklayan egemen fraksiyonların aynı zamanda birbirlerinin açığını kolladığı ve uygun koşulların oluştuğunu gören tarafın diğerinin ayağının altına muz kabuğunu atıvermekte tereddüt etmeyeceği açıktır.
İmamoğlu’nun, Erdoğan’la tartışarak güç ve zaman harcamak yerine, “iyi” belediyecilik yaparak, rüşvet ve soygunu en aza indirgeyerek ve halka kimi hizmetleri ulaştırarak kendi alanını güçlendirmeye çalışacağı anlaşılıyor. Bazı davranışlarıyla her ne kadar kendisine umut bağlayan kimi “solcularımızı” hayal kırıklığına uğratsa da hiçbir zaman saklamadığı kendi duruşunun özel bir rasyonalitesi var ve oradan bakılınca bütün davranışları kendi gerçek anlamına kavuşuyor. O despotizmden kopuşamamış bir sermaye politikacısı ve ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor.
İBB’nin, elbette kendi özel konumunu gözeterek, Koç Holding gibi işlediğini-işleyeceğini düşünün lütfen!
İmamoğlu, Kürt siyasal hareketi ve kimi sosyalistler tarafından, başka umutlarla değil, Erdoğan’ın faşist kurumsallaşmasını durdurmak ve mümkünse çözmek amacıyla desteklenmişti; eh, birden harekete geçen yeni politik süreçler üzerinden olup biteni herkes görüyor, doğrusu hiç de yanlış yapmadık!
İstanbul ve Ankara belediyelerinin AKP tarafından, Adana ve Mersin’in de MHP tarafından kazanıldığı bir Türkiye ile şimdiki Türkiye arasındaki fark önemsiz mi sizce?
Şimdi İmamoğlu’nun yaptıklarını gösterip de “Ben dememiş miydim” diyen kimi “boykotçulara” gelince; söylenecek çok fazla bir şey yok, yağmurlu havalarda aman sokaklarda neyin gezmeyin, paçalarınız kirlenebilir! O arada ama, 23 Haziran sonuçları üzerinden ortaya çıkan yeni fırsatlardan faydalanmayı yine de ihmal etmeyin!
B- Uzlaşmanın zemini: Devlet krizi
Uzlaşmayı zorlayan yaşanan devlet krizidir.
Her an kontrolden çıkabilecek “kriz”, egemenleri korkutuyor ve birbirlerinin elini tutmaya itiyor.
Ülke bir “devlet krizi” içinde hatta yeni bir “fetret devri” eşiğinde sürekli sarsılıp zorlanıyor.
Öncesindeki kaotik ortamı vurduğu darbeyle büsbütün kışkırtarak kaosun sınırlarına dek getirip bırakan 15 Temmuz ABD-Cemaat darbesi, kendisi doğrudan başarılı olamasa da, sonuçları üzerinden TC egemenlik sistemini ne kadar uğraşsa da içinden bir türlü çıkamadığı özel bir “dengesizlik-iç kargaşa”-“devlet krizi” içine sokarak, dolaylı yönden “başarılı” oldu
Fetret devri
Coğrafyamız “fetret devri” gerçekliğine hiç yabancı değil.
Bizlere tarih kitaplarında 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsedilse de o süre anlatıldığı gibi yekpare bir parlaklıkla değil epey inişli-çıkışlı bir yapısallıkla belirlenerek hatta kimi çöküş ve yeniden dirilişlerle yaşanmıştı.
Kılıcıyla içine dalıp fethederek ilerlediği İslam ve Bizans medeniyetleri tarafından içinden fethedilerek ehlileşme sürecine sokulan eskinin “yukarı” barbar Türkleri Osmanlılar, kuruluşlarından 100 yıl kadar sonra, kendi geçmişlerindeki barbar tutumuyla onlara yüklenen Tatarlar tarafından bozguna uğratılınca, aslında kurmayı becerdikleri devlet de dağılmış ve bir “fetret devri” içine girmişlerdi. Hızla girdiği Anadolu topraklarında İzmir’e dek ulaşarak bezirgân yollarını açıp tarihsel misyonunu yerine getiren Aksak Timur aynı hızla geldiği Orta Asya bozkırlarına dönerken arkasında Osmanlı’nın adeta enkazını bırakmıştı.
Aksak Timur, sadece yenmekle kalmamış, barbarlara özgü bir yıkıcılıkla davranmış, savaşta yenip kıskıvrak yakaladığı Yıldırım Beyazıd’ın “yıldırımlığını” iki paralık etmiş, içine hapsettiği kafeste gezdirip halka teşhir ederek kahrından ölmesinin yolunu yapmıştı.
Osmanlı’nın o “fetret devrinden” nasıl çıktığı başka bir acıklı hikayedir, sonunda Fatih’in kardeş katline izin veren hatta aslında zorunlu kılan yasasının zemini olmuştur.
Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle yeniden dirilen ve Bizans’la iyice kaynaşarak daha üst seviyede bir “medenileşme” yaşayan 2. Osmanlı dönemi Kanuni’ye dek sürmüş, o “medenileşme” sürecinde şimdi hala gerilimleriyle boğuştuğumuz tefeci-bezirgân sermayenin irileşmesi ve Osmanlı toprak ekonomisine fiilen egemen olması yaşanmıştı.
Kanuni ise, her ne kadar malum diziden “öğrendiğimize” göre sanki bütün vaktini Hürrem Sultan’ın entrikalarıyla ve diğer cariyeleriyle uğraşmayla geçirmiş gibi gözükse de biraz “boş vakti” kalmış olacak ki, Şeyhülislam Ebu Suud Efendiyle el ele vererek, o döneme dek Osmanlı’yı ayakta tutan toprak ekonomisindeki “Dirlik” düzeni yerine üretimden kopuk ve vurguncu tefeci-bezirgân sermayenin fiili egemenliğini kanunlaştırarak lakabını kazanmış, toprak ekonomisine “Kesim” düzenini yerleştirmişti.
O arada yaşanan sancılar, dizide herkesin sevdiği İbrahim Paşa ve şehzade Mustafa’nın babası tarafından katliyle kısmen engellenmiş, bir kez daha yeni bir Osmanlı düzenine girilmişti. Gelin görün ki, olacak olan gene olmuş, hemen başlayan ve aslında “kanunileşen” Kesim düzenine tepkilerin dillendirildiği Celali isyanları on yıllarca sürerek yeni bir “Fetret devri” yaşatmıştı. O devir, İmparatorluğu yıkamasa da “duraklama” ve “gerileme” dönemlerinin ilk ivmesini vermişti.
Osmanlı farklı “fetret” dönemleriyle boğuşurken Batı’da kapitalizm gelişiyor, güçleniyordu.
Lale Devri’nden itibaren başlayan ve Batı’ya öykünen modernleşme çabaları 3. Selim ve sonrasında 2. Mahmut’la hızlanmış, Abdülhamit’in yeni bir “Fetret” korkusuyla iyice koyulaştırarak halka dayattığı despotizm, büyük toprak kayıplarıyla gerçekleşen çözülmeyi yine de engelleyememişti. Nihayet, iyi yetişmiş ve II. Mahmut’un sıkı takipçisi bir Osmanlı subayı olan M. Kemal’in Osmanlı devletini “kurtarmak” amacıyla yaptığı askeri-politik hamle, olayların akışının belirlemesiyle, Osmanlı’yı tarih sahnesinden çıkarıp Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmasıyla neticelenmişti.
İşte, günümüze gelirsek, hemen belirtmeliyiz ki, M. Kemal’in kurduğu, merkezinde ordunun olduğu ve Anadolu burjuvazisini güçlendirmeyi hedefleyen TC’nin, tarihsel misyonunu yerine getirerek büyüttüğü sermaye tarafından sonlandırıldığı, ama yerine yenisinin de kurulamadığı bir “devlet krizinin” içinde hatta adeta yeni ve özgün bir “fetret” devrinin eşiğindeyiz!
İsterseniz, Gramsci’nin diliyle konuşarak “İnterregnum” da diyebilirsiniz! Evet, “eski” Cumhuriyet “gitti” ama yenisi de bir türlü “gelmiyor!”, daha doğrusu “gelemiyor!”
Aslında olayların bu noktaya dek gelişmesi, riskten hiç hoşlanmayan yerel yürütücüsü sermaye güçleri tarafından muhtemelen istenmemiştir; ama hepimiz hayat deneyimlerimizden iyi biliriz, özellikle çok sayıda bileşenin hareket halinde olduğu süreçlerde çoğunlukla “evdeki hesap çarşıya” uymaz; olayların yürütücüsü aktörlerin bire bir istediği değil de hepsini bünyesinde toplayarak kendisini var eden özel bir “bileşkenin” hükmü gerçekleşir. Önemli olan, o “bileşke”de kimin damgasının daha koyu bir iz bıraktığıdır.
Eh, bu açıdan baktığımızda, yerel sermaye güçlerinin, henüz tam istediklerini gerçekleştirememiş olsalar da “başarısız” da olmadıkları açık değil mi?
Ordunun zirveden düşürülmesi
12 Eylül koşullarında kendi gelişiminin zirvesine ulaşan yerel sermaye güçleri, iktidarın oligarşik zirvesini paylaştıkları ordu gerçekliğinin yarattığı “pürüzlerden” rahatsız olmaya başladı ve tarihin omuzlarına yüklediği bu “yükten” hasar almadan kurtulmanın arayışına girdiler.
İşte, tarihin derinliklerinden günümüze dek bir biçimde kendisini sürdürebilen antika-gerici tefeci-bezirgân sermaye ilişkilerinin 12 Eylül sonrasının özel koşullarından yararlanarak kendisini modern sermaye ilişkilerine sıçratabilmiş ama henüz bu sürecini yeterince tamamlayamamış-henüz “aç” kesimlerinin temsilcisi Erdoğan, mangaldaki kestaneyi elini yakmadan almak isteyen TÜSİAD odaklı sermaye güçlerinin aradığı “maşa” olmayı becerebildi.
Hesap basitti, başta tarikat ağları olmak üzere, yüzyıllardır sömürdüğü Anadolu’da yaşayan halkı bin bir çeşit hinliklerle “kontrolüne” almış tefeci-bezirgân antika gericiliğinin gücünden ve “dünya nimetlerine” olan açgözlü hırsından faydalanılarak, ordunun devletin zirvesindeki “belirleyici” rolü tasfiye edilecek ve iktidarın merkezi/devlet tümüyle sermayenin kontrolüne alınarak, kapitalist sistemin rasyonellerine geçilecekti. Erdoğan sürecin ana aktörü olsa da gücünün yeterli olmayabileceği düşünülerek ya da onu da “kontrol” edebilmek için yanı sıra başka gerici öznelere de o arada Fetullah Hoca ekibine/Cemaat’e de daha geride duracağı bir rol verilmişti. O arada, olup bitenleri “işte, nihayet demokrasi geliyor” diyerek neşeyle alkışlayan alık liberallere de sürecin ajitatör ve propagandisti olma rolü biçilmişti.
Elbette, sürecin başında, her şeyin sonradan yaşayıp-gördüğümüz gelişmiş haliyle hesaplanamayacağı açıktır, ama Erdoğan öncülüğünde atılan her adımın, önüne engel çıktıkça alınan yeni inisiyatiflerle açılıp saçılarak böylesi bir zemine yerleştiği açıktır. Üstelik, bu yazıda “dışarıda” kalan ABD odaklı inisiyatifin, Cemaat üzerinden açık bir ajan ağı kurarak, zaten kontrolünde olan TC devletini büsbütün teslim alıp yeniden sömürgeleştireceği başka bir “hesabın” içinde olduğu, o “hesap” üzerinden Erdoğan’ı öne çıkardığı sonradan netçe görüldü.
Dünya tarihinde böylesi büyüklükte bir ülkede çok ender rastlanabilecek sinsice ve alçakça ama tam da ABD’ye “yakışan” bir “oyun” oynanıyordu! Erdoğan’ı destekleyen “tefeci-bezirgân” kökenli tarihsel ağ, Cemaat operasyonunun da gücünü aldığı alandı.
Açıktır ki, bu özel ağ, Anadolu coğrafyasını sürekli çürüten ve dibe çeken bir rol oynuyordu, bünyeye yerleşmiş bir “kanser hücresi” gibi ölüme sürükleyecek ölçüde yıkıcıydı ve asla küçümsenmemesi gerekiyordu.
Erdoğan’ın sürprizi
Olayları herkes biliyor, Erdoğan’ın iktidar yılları, ordu merkezli devlet örgütlenmesini esas alan TC’nin içini oyarak zayıflatan ve sonunda da fiilen egemenlik kaybına uğratan bir süreç olarak yaşandı. Tıpkı Yıldırım Beyazıd’ın kafeste gezdirilmesi gibi, ordu merkezli kurumsallaşma, adeta burnuna zincir vurularak sürüklenen ayılar gibi orta yerde gezdirilip “büyü” ve “güç” kaybına uğratıldı ve sonunda da şimdiki “iktidarın zirvesinden düşürülmüş” ama iktidara sorgusuz-sualsiz hizmete amade bir aygıta çevrildi.
Henüz, tasfiye sürecinin bitmediği, olası “sürprizlerin”- geri dönüş hamlelerinin, kim bilir hangi generallerin hayallerinde canlandığı açıktır. Ancak, böylesi hayaller velev ki hayata geçseler bile, hiçbir zaman eskiye-eski halinde dönülemeyecektir.
O arada yaşanan “başarısız” 15 Temmuz ABD-Cemaat darbesi, ABD’nin hayal ettiği sonucu üretemese de ordunun hala kalan “büyüsünü” de yok etti, sadece orada da kalmayarak, temizlenen ajan ağıyla birlikte aynı zamanda birikmiş bilgi ve gücünün de tasfiye edilmiş olduğu gerçeği üzerinden, onun maddi gücünü de delik deşik etti. AKP’li ve MHP’li militan gençlerin 5-10 aylık sözüm ona “eğitim” görerek gelişmiş silahların başına koyulduğu ordu, tarihinin en zayıf haline düştü, düşürüldü.
Cumhuriyetin kuruluşunda devletin merkezine yerleşip kendisine bağlı bir işleyişi devletin omurgası yapan ordu “merkezden-zirveden” düşürülünce, elbette sadece kendisi düşmüş olmadı; orduyla birlikte ona bağlı bütün egemenlik sistemi de dağıldı ve devlet fraksiyonlarının iç-dengesi bozuldu. “Devlet krizi” ya da “Fetret devri eşiği” diye adlandırdığımız gerçeklik tam da bu durumdur. Adlandırmayı beğenmeyen başka ad takabilir, ama gerçek durum bu değil midir?
AKP ve MHP’nin “taşralı tüccar” darkafalılığı taşıyan önderleri, oluşan boşluğa hevesle koşturup devleti bütünüyle zapt etmeye çalışıyor da o işler o kadar “basit” değil. Onlar yollarında “başarı” kazandıkça “çeteleşme” gerçekliğinin bataklığına daha da batıyorlar, kendileriyle beraber devleti ve ülkeyi de o batağa-çeteleşmeye çekiyorlar.
İşte tam da bu koşullar içinde, Erdoğan, oluşan kaotik ortamı fırsat bilerek, her ne kadar maddi olarak güçlense de kişiliksiz ve vurguncu yerel sermayenin en ufak riskten ürken korkularından faydalanarak ve iktidarı döneminde edindiği tecrübe ve güce dayanarak, egemenlik sisteminde ordudan boşalan yere bir “padişah” gibi yerleşme yönelimine girdi. Bu yönelim, sermaye güçleri açısından beklenmeyen bir “sürpriz” olsa gerektir!
Hesap, Erdoğan üzerinden ordu merkezli egemenlik sisteminden orduyu tasfiye etmek ve alanın tümünde mutlak hakimiyet kurmaktı; ama, başka bir “tarihin” içinden çıkıp gelen Erdoğan, bir yandan sermaye güçlerine tarihlerinde olmadık hızla ve yoğunlaşmış birikim imkânı sağlarken, öte yandan “sahiplik” iddiasında ve dayatmasında bulunuyordu! Sözcüsü olduğu Albayrak Holding’in sermaye birikim kanallarının sürekliliği için canla başla çırpınan Yeni Şafak gazetesinin Erdoğan şakşakçısı editörü İ.Karagül gibileri de, söz konusu “sahiplik” iddiasının toplumsal meşruiyet alanını genişletmeye çalışıyor.
Sermaye mutlak iktidar istiyor
Erdoğan hangi iddiada bulunursa bulunsun, her ne kadar sermaye birikimine kendi iktidarı boyunca olağanüstü hizmet vermiş bulunsa da şimdi gelinen noktada, bölgedeki kaos ortamında ve kapitalizmin şimdiki gelişmişlik seviyesindeki Türkiye’yi yönetmeye yetkin olmadığını, sürecin kontrolünden çıktığını, kapasite ve güç zaafının belirlemesiyle zayıflama süreci içinde olduğunu göremiyor.
Üstelik, ülkede sadece Erdoğan ve temsilcisi olduğu toplumsal doku yok, başkaları da var ve herkes görüyor ki Erdoğan artık “azınlık!” Bu gerçeklik, Erdoğan’a meşruiyet kaybı yaşatıyor.
Sermaye ise, yakaladığı mutlak iktidar olma olanağını asla kaybetmek istemiyor. Ancak, her şeye rağmen kasaları dolmaya devam ediyor ve şimdiden sonra da o kasaların dolabilmesi baskı politikalarını gerektiriyor. Peki, bunu da en iyi Erdoğan-Bahçeli ikilisi beceriyor değil mi?
İşte, bir yandan Erdoğan’ın hizmetlerini gözeten ama esas olarak da kendi mutlak egemenliği için koşulların ona “yürü” dediğini düşünen sermaye güçleri, hassas dengelere oturmuş bir süreç içinde, itiş-kakış ve uzlaşmanın iç içe geçtiği bir mücadeleyle, Erdoğan’ı mutlak iktidar dayatmasından vazgeçirmeye ve kendi iktidarının görevlisi olmaya zorluyor; bu süreci yürütemediği durumda da, kendi birikimine hasar vermeyecek ama halk güçlerinin özgürlük arayışlarının önünü açmayacak biçimde usulca iterek düşürmeye çalışıyor.
C- CHP’de neler oluyor?
Deniliyor ki, yanıp bittiği sanılan CHP küllerinden yeniden doğdu!
Acaba gerçekten öyle mi?
Gözümüzün önünde yanıp tükenen CHP yerel seçimler sürecinde yeniden mi diriliverdi?
Yüzeysel bakılırsa gerçekten de öyle görülecektir; ama derin ve ayrıntılı bir bakış, dirilenin eski CHP olmadığını, onun artık sadece parti içinde kendisini ifade etmesine izin verilen bir eğilim olmaya büzüştüğünü, yeni bir CHP’nin kendisini var etmeye çalıştığını görebilecektir.
Evet, zarf aynı da ya mazruf?
Elbette, şimdi içinde bir eğilim olarak var olan eski halinden kimi izler taşıyacak ama yeni CHP, artık bir “devlet partisi” değil, tarihsel olarak ilişkili olduğu kimi devlet fraksiyonlarıyla bağını korusa da esas olarak sermayenin rasyonelleriyle bütünleşmeye çalışan bir “merkez sol” partidir.
Deyim yerindeyse, Babacan “merkez sağ” ama “sol” dahil “herkesi” kucaklayan bir sermaye partisi kurmaya çalışırken, CHP de “merkez-sol” ama “sağ” dahil herkesi kucaklayan bir sermaye partisi olmaya evrildi-evriliyor. O evrilmenin ilk ve ürkek adımlarını “paraşütle” CHP’ye indirilen Kılıçdaroğlu atmıştı, şimdi İmamoğlu ürkekliği üzerinden atmış ve kendine güvenli bir tutumla sonuca ulaşmaya çalışıyor, aynı isim altında yeni bir yapı CHP’de hâkim hale getirildi-getiriliyor.
Günün koşullarının egemenleri “iki ANAP” ve “iki Özal” çıkarmaya zorladığı anlaşılıyor, ya da günün koşulları onları doğuruyor ve egemenler yeni duruma uyum sağlayıp kontrole almaya çalışıyor. Aslına bakarsanız iki süreç aynı anda hareket ediyor ve henüz hiçbir şey netlik kazanmış değil; evet, eskiler zayıflayıp sönümlenmeye yüz tuttular da henüz yenileri de yerleşiklik kazanmış değil.
O arada, çözülen AKP’den kopan ana eğilim Babacan olurken Davutoğlu’nun da kendisine alan açmaya çalışması gibi, parti içi bir eğilime doğru büzüşen eski CHP’den çıkan yeni CHP’de ana eğilim Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseni olurken, halkçı ve demokrat olmaya yatkın başka bir eğilim de Kaftancıoğlu’nun önderliğinde kendisini var etmeye çalışıyor.
Eski CHP’nin hepsi son tahlilde devlete ve onun malum despotik “kırmızı” çizgilerine sımsıkı bağlı “solumsu şeylerinden” farklı olarak, Kaftancıoğlu’nun şahsında, henüz sermayeden kopuşamasa da emekçinin hakkına da saygı duyan, Kürtlere ve kadınlara yapılan baskılara ve doğanın yıkımına karşı çıkan özel bir duruş oluşuyor.
Bu duruş, henüz Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseninden kopuşmuş değil; kim bilir, kopuşamazsa belki de sönümlenecek; ama kendisini ifade etmekten ürkmüyor oluşu, olayların akışı onu kopuşmaya zorlayınca “cesur” olabileceğini ima ediyor. Canan Kaftancıoğlu ve artık CHP’de siyaset yapmayan-yapamayan Rıza Türmen ortaklaşarak yeni bir sol odağın doğumuna ebelik yapabilirler.
O takdirde, halk güçlerinin acil ihtiyacı olarak kendisini dayatan demokratik bir cumhuriyet doğrultusundaki mücadele kendi içinde “farklılaşma” yaşayabilir.
Bir yandan, şimdi hareket halinde olan toplumsal güçlerle ortaklaşan Kürt Halk Hareketi’nin içindeki devrimci-demokrat kanat ve kimi sosyalist eğilimlerin öncülüğünde kapitalist sistemden kopuşmaya eğilimli bir demokratik cumhuriyet inşa edilmeye çalışılırken; henüz sistemin içinde konumlanan Kaftancıoğlu-Türmen ekseni ve Kürt Halk Hareketi içinde özellikle yasal alanda hayli güçlü olan burjuva-liberal güç alanı kimi “sosyalist” güçleri de peşlerine takarak ortaklaşıp burjuva yapıda bir demokratik cumhuriyeti hedefleyebilir.
Ancak, böyle bir “ayrışmadan” ya da “farklılaşmadan” önce, tarafların bu ayrışmanın bilincine ve zorunluluğuna zamanla gelecekleri ya da daha üst bir ortaklaşmaya sıçramak zorunda kalacakları bir ara dönemde “bulanık-flu ortaklaşma” yaşamaları muhtemeldir. (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnot:
[1] Bu durumda, CHP hatta zımni de olsa HDP ile aynı zemini paylaştığı için, AKP-MHP alanından yeterince nemalanamayan İYİP de, Babacan ve Davutoğlu ile ayrı bir ittifak alanı kurarak, kendisini daha iyi ifade etmeyi ve daha fazla alan kazanmayı hesaplıyor olmalıdır. Nitekim, Babacan ve Davutoğlu’nun kendilerini nihayet açığa vurmalarından cesaret bulan Akşener, Leyla Güven’in söylemlerini işine geldiği gibi tam tersine yorumlayıp milletvekilinin düşürülmesini isteyerek sağ tabanla daha yoğun bir kucaklaşma denemesi yapıyor.
Böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi/Babacan ve Davutoğlu’nun partileşmesi halinde, doğal olarak kendisini dayatacak olan erken seçimde, Babacan-İYİP-Saadet yeni bir sağ güç alanı olarak kendisini ifade edebilir ve AKP-MHP eksenini zorlar. CHP ve HDP de muhtemelen kendi başlarına ya da ortaklaşarak seçimlere girecektir. Elbette, CHP-Babacan ekseniyle HDP’yi yalnızlaştırma denemesi de olasılıklar arasındadır; o durumda İYİP zayıflayarak bu eksene katılma, baraj altına itilme ya da AKP-MHP eksenine katılma seçenekleriyle yüzleşecektir.
Babacan, kendi partileşme sürecini, AKP’nin yenilenmesi alanına sıkıştırmadan, günün şartlarına uygun yeni bir merkez-sağ parti biçiminde yürütürken; Davutoğlu’nun, kendi iddiasına göre “yolundan çıkarılan” AKP’yi tekrar “kendisi” yapmaya çalışan bir partileşme süreci yürüttüğü görülüyor. Farklılıkları önemli, ortaklaşmaları zor. Her durumda, ne yaparsa yapsın, Erdoğan, söz konusu partileşme süreçlerinin yarattığı-yaratacağı hareketlenmeler üzerinden, oldukça zorlanacağı bir türbülans yaşamaya yazgılı!