Nasıl oluyor da hukuk fakültesinde karşımızda duran saf, temiz, zeki, hatta idealist “kasabalı” Anadolu çocuklarının birçoğu, sonrasında hakim-savcı olunca bir tür “canavar”a dönüşüyorlar? İşini hakkıyla yaptığı sürece kimseye eyvallahı olmaması gereken böylesine kutsal bir mesleğin hakkını veremiyorlar? “Bak şu yönde karar vermezsen hakkında şu’cu-bu’cu deriz” veya “şuraya buraya tayinle süründürürüz” tarzı tehditlere pabuç bırakabiliyorlar?
İki gerçek anıyla başlayayım:
İlkini tıp profesörü bir arkadaşım anlattı. Yıllar önce Hacettepe Tıp’ta okurken ilk derse Fakültenin çok itibarlı ve çekinilen bir hocası geliyor. Öğrencilere “aranızda kimler ilçelerden veya şehirlerin kenar mahallelerinden gelen dar gelirli memur ve esnaf çocukları?” diye soruyor. Sınıfın yarıdan çoğu el kaldırıyor. “Sizden gerçek hekim olmaz bence” diyor hoca. “Niçin hocam” diyorlar, bozularak. Hoca hemen yanıt veriyor: “Fakülteyi bitirip doktor olunca dar gelirli ailelerden gelen hepiniz yamyam gibi, para kazanmak için zavallı çaresiz insanları soyup soğana çevireceksiniz, gerçek hekimlik bu değil. Nereden biliyorum diye soracaksınız: Kendimden biliyorum!”
İkincisini Batı Anadolu’da bir şehirde yargıç bir arkadaşım anlattı. İki yıl önce şehirde vali 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu veriyor. Hakimler, savcılar dahil şehrin ileri gelen memur, siyasetçi ve sivil toplum temsilcileri bulunuyor. Avukatlıktan sınavla (!) yeni geçen bir savcı kendisini resepsiyondakilere şöyle tanıtıyor: “Ben eski A. Parti X İlçe Başkanı Savcı XX”.
Tanrım! Bir canavar mı yetiştirdim?
Nasıl oluyor da hukuk fakültesinde karşımızda duran saf, temiz, zeki, hatta idealist “kasabalı” Anadolu çocuklarının birçoğu belki de çoğunluğu, sonrasında hakim-savcı olunca bir tür “canavar”a dönüşüyorlar? İşini hakkıyla yaptığı sürece kimseye eyvallahı olmaması gereken böylesine kutsal bir mesleğin hakkını veremiyorlar? “Bak şu yönde karar vermezsen hakkında şu’cu-bu’cu deriz” veya “şuraya buraya tayinle süründürürüz” tarzı tehditlere pabuç bırakabiliyorlar? Salt bir mahkeme başkanlığı, başsavcılık, BİM/BAM/Danıştay/Yargıtay’da üyelik, daire başkanlığı, bilmem ne kurul üyeliği gibi “havuçlar”a tenezzül edip, yukarılara selam çakmak adına, somut delilsiz tutuklamalara, mahkumiyetlere, evrensel insan hakları ve hukuk devleti normlarıyla çelişen kararlara gözü kapalı imza atabiliyorlar? Bugün hedef gösterdiği şeyin iki gün sonra 180 derece tersini söylemekte veya yapmakta beis görmeyecek siyasetçinin gazına gelip alelacele soruşturmalara veya tutuklamalara yelteniyorlar? Normal avukatlara maraba muamelesi yapılan adliyelerde etkin bir siyasetçinin avukatı geldiğinde önlerinde el-pençe divan durup kapılarda karşılıyorlar? Aileden aldığı ahlaki terbiye gereği ve vicdanının sesini dinleyerek, işini düzgün yapan ama maalesef azınlıkta kalan kasabalı hakim-savcıları tenzih ediyorum bu arada.
Nitekim, uzun yıllardır ülkedeki hakim ve savcıların kabaca yüzde 80’i Anadolu’nun zeki, hırslı ve nispeten dar gelirli yani “kasabalı” çocuklarının çoğunlukta olduğu Ankara Hukuk’tan çıkar. Hakim-savcı seçme sınavında siyasi torpilin mutlak kural haline geldiği son birkaç yıldır durum değişti gerçi. Şimdi ise merkezi üniversiteye giriş sınavında bir milyondan fazla öğrenci arasında ilk 3 bine giren Ankara Hukuk öğrencilerinin yüzde 80’i hakim-savcı olmayı düşünmüyor maalesef. İstemediklerinden değil, adil sınav yapıldığına güvenmediklerinden. Ama bu ayrı bir konu.
Sadece hakim-savcılar için değil, prestijli bir üniversitede hasbelkader rektör, dekan, bölüm başkanı veya salt profesör olmuş kasabalı, ilave yaptığı danışmanlık veya avukatlık kapsamında “ballı” bir iş geldiğinde niçin bir anda “babasını bile satar” pozisyona gelebiliyor? Para veya mevki için neredeyse hiçbir akademik ve etik değer tanımayan bu kasabalı akademisyen güruhu ne ara türedi? Asistanlığından beri 25 yıldır tanıdığı arkadaşını, rektöre yaranmak ve dekan olmak adına anında satıp, öyle olmadığını bal gibi bildiği halde şu’cu-bu’cu diye soruşturma açan “kasabalı” hukukçu dekan vekili mi ararsınız? Uzun akademik çalışmalarla değil ama uzun ve ısrarlı lobiler sonucu kaptığı makamın altında ezilip aynı yolla daha da yukarılara çıkabilmek ümidiyle, yüzde yüz haklı yüksek mahkeme kararını kınayarak yukarılardan puan toplamaya çalışan “kasabalı” hukukçu rektör mü? Akademisyen titrini tipik bir işadamlığına dönüştürerek, artık “yüksek makamlarda yüksek montanlı iş takipçiliği” şeklinde yeni bir kürsü kurması gereken kasabalı profesör mü? İşini hakkıyla yapan nadir kasabalı akademisyenleri yine ayrı tutayım.
SAF KÖYLÜLÜKLE MODERN KENTLİLİK ARASINDA SIKIŞMIŞ DEFORME KURNAZLIK
Bu yazı kapsamında kasabalılığı, “köylülükle kentlilik arasında sıkışmışlığın artık yaşam tarzı haline gelmiş deforme kurnazlık hali” olarak tanımlıyorum. Sosyolojinin bilimsel tanımlarına tam olarak uyuyor mu bilmiyorum. Kasabalılığın coğrafi olarak salt “ilçelerle” sınırlı olması da gerekmez. Çocukluk ve gençlikleri büyük kentlerin fakir kenar mahallelerinde, gecekondularında ve hatta alt-orta veya orta sınıfın oturduğu nispeten daha mütevazı mahallelerinde geçmiş olanlar da aslında ruhen kasabalıdır.
Bu arada kasabalılık genetik kodla ilgili değil aslında. Ya dar gelirli, ya da kültürel olarak modernize olmayı başaramamış köy kökenli ailenin psikolojik veya kültürel kodlarının maddiyat veya modernlik açısından üstün gördüğü kentliye karşı doğurduğu kompleksle ilgili. Örneğin, 80’lerde kendisine yalvar yakar zar zor bir Mekap veya (şanslıysa!) Esem spor ayakkabı alınabilirken, yurt dışından Nike veya Converse getirtebilen kentli zengin çocuğa burnunu çekerek bakmakla; köylülüğün kültürel etkisinden henüz çıkamamış muhafazakar ailesinin kültürel olarak yapmayacağı deniz kenarında çadır tatiline giden modern kentliye kıskanarak bakmakla ilgili bilinç altına yerleşen bir tür eziklikle ve hınçla karışık hırsla ilgili.
Peki kasabalılığın bu doymak bilmez açlığından bu ülke ve sistem nasıl kurtarılacak? Bu kasabalılığın kısa vadede makul bir tedavisi var mı? Yoksa kesin çözüm, kasabalılığın, manevi ve inançsal yönden kurumsallaşmış cenahtaki bir tür daha deforme tezahürü olan malum cemaat mensuplarına yapıldığı gibi geniş bir tasfiye ile radikal eliminasyon mu? Ya da artık bu aşamadan sonra tek yapılabilecek olan, sistemde ve statükoda etkin noktaları tutmuş mevcut kasabalıların iştahlarının azalarak peyderpey evcilleşmesini ve sonraki jenerasyon ile birlikte kentlileşmesini beklemek mi?
Bu topraklarda rasyonellik anadilinde bile karşılığı olmayan havalı bir terimden ibaret olduğundan ve “kafa kesme” yani toptan eliminasyon kültürü yerleşik kültür olduğundan, biz neyi önerirsek önerelim, ilk gerçek iktidar değişiminde sistemdeki bu mevcut kasabalıların toptan tasfiye edilmesi büyük olasılık. Ama en azından “ben uyarmıştım” diyebilmek adına, örneğin, yargı bağımsızlığı yönünde ciddi adımlar atılıp aktörlere hukuk devletinin gerektirdiği asgari güvenceler sağlanabilirse, sistemdeki hukukçu kasabalıların kendi kendilerini törpülemeleri ve “yontmaları”nın önü açılabilir. Böylece, en azından vicdanları belki biraz toz veya pas tutmakla birlikte henüz tam körelmemiş olanları vakit varken kendisini kurtarabilir ve bu bile ciddi bir kazanım olur. “Nereden biliyorsun” diye sormak isteyen var mı?!
(Prof. Dr. Ali D. Ulusoy - Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi - GAZETE DUVAR)
İki gerçek anıyla başlayayım:
İlkini tıp profesörü bir arkadaşım anlattı. Yıllar önce Hacettepe Tıp’ta okurken ilk derse Fakültenin çok itibarlı ve çekinilen bir hocası geliyor. Öğrencilere “aranızda kimler ilçelerden veya şehirlerin kenar mahallelerinden gelen dar gelirli memur ve esnaf çocukları?” diye soruyor. Sınıfın yarıdan çoğu el kaldırıyor. “Sizden gerçek hekim olmaz bence” diyor hoca. “Niçin hocam” diyorlar, bozularak. Hoca hemen yanıt veriyor: “Fakülteyi bitirip doktor olunca dar gelirli ailelerden gelen hepiniz yamyam gibi, para kazanmak için zavallı çaresiz insanları soyup soğana çevireceksiniz, gerçek hekimlik bu değil. Nereden biliyorum diye soracaksınız: Kendimden biliyorum!”
İkincisini Batı Anadolu’da bir şehirde yargıç bir arkadaşım anlattı. İki yıl önce şehirde vali 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu veriyor. Hakimler, savcılar dahil şehrin ileri gelen memur, siyasetçi ve sivil toplum temsilcileri bulunuyor. Avukatlıktan sınavla (!) yeni geçen bir savcı kendisini resepsiyondakilere şöyle tanıtıyor: “Ben eski A. Parti X İlçe Başkanı Savcı XX”.
Tanrım! Bir canavar mı yetiştirdim?
Nasıl oluyor da hukuk fakültesinde karşımızda duran saf, temiz, zeki, hatta idealist “kasabalı” Anadolu çocuklarının birçoğu belki de çoğunluğu, sonrasında hakim-savcı olunca bir tür “canavar”a dönüşüyorlar? İşini hakkıyla yaptığı sürece kimseye eyvallahı olmaması gereken böylesine kutsal bir mesleğin hakkını veremiyorlar? “Bak şu yönde karar vermezsen hakkında şu’cu-bu’cu deriz” veya “şuraya buraya tayinle süründürürüz” tarzı tehditlere pabuç bırakabiliyorlar? Salt bir mahkeme başkanlığı, başsavcılık, BİM/BAM/Danıştay/Yargıtay’da üyelik, daire başkanlığı, bilmem ne kurul üyeliği gibi “havuçlar”a tenezzül edip, yukarılara selam çakmak adına, somut delilsiz tutuklamalara, mahkumiyetlere, evrensel insan hakları ve hukuk devleti normlarıyla çelişen kararlara gözü kapalı imza atabiliyorlar? Bugün hedef gösterdiği şeyin iki gün sonra 180 derece tersini söylemekte veya yapmakta beis görmeyecek siyasetçinin gazına gelip alelacele soruşturmalara veya tutuklamalara yelteniyorlar? Normal avukatlara maraba muamelesi yapılan adliyelerde etkin bir siyasetçinin avukatı geldiğinde önlerinde el-pençe divan durup kapılarda karşılıyorlar? Aileden aldığı ahlaki terbiye gereği ve vicdanının sesini dinleyerek, işini düzgün yapan ama maalesef azınlıkta kalan kasabalı hakim-savcıları tenzih ediyorum bu arada.
Nitekim, uzun yıllardır ülkedeki hakim ve savcıların kabaca yüzde 80’i Anadolu’nun zeki, hırslı ve nispeten dar gelirli yani “kasabalı” çocuklarının çoğunlukta olduğu Ankara Hukuk’tan çıkar. Hakim-savcı seçme sınavında siyasi torpilin mutlak kural haline geldiği son birkaç yıldır durum değişti gerçi. Şimdi ise merkezi üniversiteye giriş sınavında bir milyondan fazla öğrenci arasında ilk 3 bine giren Ankara Hukuk öğrencilerinin yüzde 80’i hakim-savcı olmayı düşünmüyor maalesef. İstemediklerinden değil, adil sınav yapıldığına güvenmediklerinden. Ama bu ayrı bir konu.
Sadece hakim-savcılar için değil, prestijli bir üniversitede hasbelkader rektör, dekan, bölüm başkanı veya salt profesör olmuş kasabalı, ilave yaptığı danışmanlık veya avukatlık kapsamında “ballı” bir iş geldiğinde niçin bir anda “babasını bile satar” pozisyona gelebiliyor? Para veya mevki için neredeyse hiçbir akademik ve etik değer tanımayan bu kasabalı akademisyen güruhu ne ara türedi? Asistanlığından beri 25 yıldır tanıdığı arkadaşını, rektöre yaranmak ve dekan olmak adına anında satıp, öyle olmadığını bal gibi bildiği halde şu’cu-bu’cu diye soruşturma açan “kasabalı” hukukçu dekan vekili mi ararsınız? Uzun akademik çalışmalarla değil ama uzun ve ısrarlı lobiler sonucu kaptığı makamın altında ezilip aynı yolla daha da yukarılara çıkabilmek ümidiyle, yüzde yüz haklı yüksek mahkeme kararını kınayarak yukarılardan puan toplamaya çalışan “kasabalı” hukukçu rektör mü? Akademisyen titrini tipik bir işadamlığına dönüştürerek, artık “yüksek makamlarda yüksek montanlı iş takipçiliği” şeklinde yeni bir kürsü kurması gereken kasabalı profesör mü? İşini hakkıyla yapan nadir kasabalı akademisyenleri yine ayrı tutayım.
SAF KÖYLÜLÜKLE MODERN KENTLİLİK ARASINDA SIKIŞMIŞ DEFORME KURNAZLIK
Bu yazı kapsamında kasabalılığı, “köylülükle kentlilik arasında sıkışmışlığın artık yaşam tarzı haline gelmiş deforme kurnazlık hali” olarak tanımlıyorum. Sosyolojinin bilimsel tanımlarına tam olarak uyuyor mu bilmiyorum. Kasabalılığın coğrafi olarak salt “ilçelerle” sınırlı olması da gerekmez. Çocukluk ve gençlikleri büyük kentlerin fakir kenar mahallelerinde, gecekondularında ve hatta alt-orta veya orta sınıfın oturduğu nispeten daha mütevazı mahallelerinde geçmiş olanlar da aslında ruhen kasabalıdır.
Bu arada kasabalılık genetik kodla ilgili değil aslında. Ya dar gelirli, ya da kültürel olarak modernize olmayı başaramamış köy kökenli ailenin psikolojik veya kültürel kodlarının maddiyat veya modernlik açısından üstün gördüğü kentliye karşı doğurduğu kompleksle ilgili. Örneğin, 80’lerde kendisine yalvar yakar zar zor bir Mekap veya (şanslıysa!) Esem spor ayakkabı alınabilirken, yurt dışından Nike veya Converse getirtebilen kentli zengin çocuğa burnunu çekerek bakmakla; köylülüğün kültürel etkisinden henüz çıkamamış muhafazakar ailesinin kültürel olarak yapmayacağı deniz kenarında çadır tatiline giden modern kentliye kıskanarak bakmakla ilgili bilinç altına yerleşen bir tür eziklikle ve hınçla karışık hırsla ilgili.
Peki kasabalılığın bu doymak bilmez açlığından bu ülke ve sistem nasıl kurtarılacak? Bu kasabalılığın kısa vadede makul bir tedavisi var mı? Yoksa kesin çözüm, kasabalılığın, manevi ve inançsal yönden kurumsallaşmış cenahtaki bir tür daha deforme tezahürü olan malum cemaat mensuplarına yapıldığı gibi geniş bir tasfiye ile radikal eliminasyon mu? Ya da artık bu aşamadan sonra tek yapılabilecek olan, sistemde ve statükoda etkin noktaları tutmuş mevcut kasabalıların iştahlarının azalarak peyderpey evcilleşmesini ve sonraki jenerasyon ile birlikte kentlileşmesini beklemek mi?
Bu topraklarda rasyonellik anadilinde bile karşılığı olmayan havalı bir terimden ibaret olduğundan ve “kafa kesme” yani toptan eliminasyon kültürü yerleşik kültür olduğundan, biz neyi önerirsek önerelim, ilk gerçek iktidar değişiminde sistemdeki bu mevcut kasabalıların toptan tasfiye edilmesi büyük olasılık. Ama en azından “ben uyarmıştım” diyebilmek adına, örneğin, yargı bağımsızlığı yönünde ciddi adımlar atılıp aktörlere hukuk devletinin gerektirdiği asgari güvenceler sağlanabilirse, sistemdeki hukukçu kasabalıların kendi kendilerini törpülemeleri ve “yontmaları”nın önü açılabilir. Böylece, en azından vicdanları belki biraz toz veya pas tutmakla birlikte henüz tam körelmemiş olanları vakit varken kendisini kurtarabilir ve bu bile ciddi bir kazanım olur. “Nereden biliyorsun” diye sormak isteyen var mı?!
(Prof. Dr. Ali D. Ulusoy - Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi - GAZETE DUVAR)