Laik imamlar zamanı

Laik bir cumhuriyette şehit veya gazi olamazsınız, imkansızdır. Çok zorlarsanız “kahraman” olmanız mümkündür. Ölü veya diri, fark etmiyor, kahraman kahramandır. Bu sadeleştirmeye “ideolojik donanım” diyoruz, savaşlarda çok önemlidir.

Daha önce “Gazi” başlığında not etmiştim, dileyen bakar. Gazi, gaza ve gazve eden, din uğruna cenk eyleyen Müslümanlar hakkında kullanılır bir tabir. Başlangıçta muharebeden dönenler için kullanılırmış. Dönemeyenler “şehit”tir haliyle. Fakat din devlete dönüşüp, “fetih”lerden elde edilen gelirlerle zenginlerle fakirler ayrışınca, gazaya fakirleri gönderip evde oturmayı tercih eden zenginlere de bir unvan bulma gereği hasıl olmuş. Yani “gazi”nin kapsamının genişlemesini muharebeye gitmeyip evde oturan Müslümanların baş gösterdiği rehavet asırlarına borçluyuz. Zengin müminler savaştan dönen yoksul müminlere “din kardeşi değil miyiz, hepimiz gazi sayılırız” demişler. Kabul görmüşler. Paranın efendisi ideolojinin de efendisidir!

Peki “Gazi” Mustafa Kemal ne oluyor bu durumda diyeceksiniz? Şöyle: Mustafa Kemal birçok çarpışma görmüş olmasına rağmen, bunları din için savaş sayamıyoruz. Mevcut iktidar Çanakkale Savunmasını bu kalemden sayma eğiliminde olmakla birlikte Mustafa Kemal’in bir rolü bulunmadığını iddia ediyor. Hem olsa bile laik cumhuriyetin kurucusunun “gazi” sayılması tuhaftır.

“Gazi”den bir hatırlatma daha yapayım; “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü” yazarı ve laik cumhuriyetin tanığı Mehmet Zeki Pakalın, “gazi” maddesinde “Gazi” Mustafa Kemal’e de değiniyor. “Memlekette tahatti eden ve varlığını tehlikeye koyan düşmanlara karşı ortaya atılan Mustafa Kemal Paşa’ya da başardığı bu işten dolayı Millet Meclisi kararıyla gazi unvanı verilmiş ve bu unvan Mustafa Kemal’i en iyi tavsif etmek itibariyle laikliğin kabulüne rağmen istimal olunmakta berdevam bulunmuştur. Soyadı Kanunu üzerine ‘Atatürk’ soyadını almasıyla gazi unvanı matrük kalmıştı.”

Özetle şudur. Mustafa Kemal’in katıldığı bir muharebe vardır ama o arada “gaza” devletin işleri arasından çıkarılmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal’in “gazi” sayılması mümkün değildir. Bununla birlikte Gazi’ye “gazi” unvanı verilmesi laiklik ilkesine aykırı olduğu halde verilmiştir. Pakalın’a göre bu aykırılığı ortadan kaldıran gelişme soyadı kanunudur. Gazi’ye “Atatürk” soyadı verildikten sonra “gazi”liği metruk olmuştur. Metruk olanı ise önemsemeye hiç gerek yoktur.

Demek ki hem laik hem gazi olunamamaktadır. Olduysan bile laikle birlikte unvanın metruk kalmaktadır. Laik cumhuriyet yıkılana kadar bütün gazi ve şehit unvanları metruktur.

***

Konu “savaş” vesilesiyle gündeme geldi ya, “şehitlik”e de bir göz atalım, eksik kalmasın.

Pakalın'ın tarifi şudur: “Allah yolunda yapılan bir savaş esnasında veya asiler ve eşkıyalar (yol kesenler) ile çarpışma esnasında ölen Müslümanlar için kullanılır” tabirdir. Tariften anlaşılacağı gibi, Müslümanlığın ilk devrine ait bir tanımdır bu da. Malum, Arap yarımadasında eşkıya boldur, yol kesenlere sıkça rastlanır ve yeni dinin zaferi için hep savaşmak gerekmektedir. O zamanlar işler basitti: Bir tarafta Müslümanlar vardı, diğer tarafta Müslüman olmayanlar. Yani kimin gazi kimin şehit, kimin ölü sayılacağı noktasında bir karışıklık çıkmıyordu. Git zaman “gazi”nin başına gelenler “şehit”in de başına geldi. Rehavet çağında evinde veya sarayında otururken şehit olanlar baş gösterdi. Oluş biçimine göre iki türü olduğunu varsaydılar mecburen. “Şehid-i hakiki”, gerçekten şehit olanlara deniyordu. Bir de “şehid-i hükmi” vardı, şehid hükmünde sayılan ve şehitliğe benzeyen bir haldi. Kazaya uğradın, yüzmek isterken boğuldun, toprak kaydı altında kaldın, Mekke’de bir otel odasında kuvvetlendirici ilacın dozunu kaçırdın tahtalı köyü boyladın diyelim, bu durumda bile şehitlik garantiydi Müslümana. Böyle hallerde “ne gazi ne şehit” değil, “şehid-i hükmi” sayılıyordun. İslam’ın mümine sağladığı sınırsız olanaklardandır bu. İstesen bile sıradan ölü olman mümkün değildir…

Laiklik ise ölümün doğal bir hal olduğunu kabul etmektir. Olabildiğince sadedir. Sadeleştirmiş olduk.

***

Dönelim bugünün savaşına. “Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi. Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi…”

Yahya Kemal’in böyle bir “şiir”i varmış, TSK Suriye’yi bombaladığı gün bir Cumhuriyet Gazetesi yazarı paylaşınca öğrendim. Gazaya çıkmış gibiydi şiiri paylaşan yazar, evinde şehit olmak istiyor gibi -şehit-i hükmi- bir hali vardı. Sevmem, haliyle şiirlerini de bilmem hazretin. Kendisini cumhuriyetçi sanan Osmanlı kapıkulu edasıyla yazar. Kaldı ki bütün sofuluğuna, onu “Nev-Yunanilikten” İslamcılığa sürükleyen kafa karışıklığına rağmen İttihatçı ve cumhuriyetçidir. İslamcılığa da Anadoluculuktan yuvarlana yuvarlana ulaşabilmiştir. Devrimci cumhuriyet döneminin tanığıdır, Cumhuriyetin yıkılış döneminin ürünü olan bugünkü cumhuriyetçiler ile karşılaştıramayız.

Devamı şöyle Cumhuriyet yazarının paylaştığı şiirin: “Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın. Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!”

Biz “halk ordusu” biliyorduk, Cumhuriyet yazarından “İslam ordusu” olduğunu öğrendik. Gericilik döneminde “Cumhuriyet” bundan başka ne olabilir ki? Liberaller el koymuş tecavüz ediyordu. “cumhuriyetçiyiz” diye gelip ellerinden aldılar. Şimdi cumhuriyetçi görünenler tecavüz ediyor gazeteye. Paylaştığı şiir midir, dua mıdır ayrı bir konu, ama “cumhuriyetçi” bir yazarın, böylesine tartışmalı bir işte böyle imamın abdest duası kıvamında bir şeyi bulup paylaşması hafife alınacak bir halet-i ruhiye değildir. Cumhuriyetin eskisinden geriye kalan budur. Cumhuriyet, artık AKP cumhuriyetidir.

Yanlış anlamaya mahal olmasın, Yahya Kemal okumasına karşı değiliz. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” iyidir. “Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!” mükemmel rakı mezesidir. Yahya Kemal’in laik dönemlerinin verimidir, tavsiye ederiz.

***

Bir de şehit ve gazi olacağını sanan “laik ordu”nun esir ruhları var böyle. “Şanlı ordumuz”un “gaza”sını en önce onlar kutladı. Gerçi AKP’den bir çuval dayak yemişlerdi ama olsun, savaş çıkınca akan sular durmaktaydı.

Bunlardan biri genelkurmay başkanı bile olmuştu. Emekli artık. Laik cumhuriyetin kendisine teslim ettiği koca orduyu 10 adet sümüklü Fethullahçıya tek kurşun atmadan teslim etti. Bu kadar kolay teslim olduğunu gören sümüklüler emrindeki askerlerle birlikte tutup bunu da içeri tıktı. Sümüklüler, velinimetleri olan AKP’ye de darbe yapmaya kalkmasa bugün hâlâ içeride çile dolduruyor olacaktı zavallı. Şans eseri çıktı, kitap yazmaya başladı. Zaten AKP düzeninde kitap yazmak nedir ki? En çok eski mankenler ve eski generaller tarafından üretiliyor artık.

Kurucu parti CHP’nin yöneticilerinin gözünün şehitlik veya gazilikte olduğunu ise hiç sanmıyorum. Onlar her işte “baston” olmayı yeterli buluyorlar. AKP “ne diyorsunuz” demeden bunlar “evet evet” diye koşturuyor. Bütün mesele AKP’nin düşmemesi, yeni rejimin sürmesidir. Eğer bir “Erdoğan rejimi”nden söz edeceksek, cumhuriyetin kurucu partisinin başkanı onun en önemli dayanaklarından biridir. AKP, CHP'nin içinde AKP'nin içinde olduğundan daha kuvvetlidir…

***

Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç… Laik cumhuriyet yıkıldı, Yeni Osmanlı kuruldu. Laik ordu tasfiye edildi, Yeniçerilik geldi. Meclis kapandı, danışmanlar ordusu üstlendi görevini. Hilafeti de temsil ettiği iddiasında devletin başı ki tam bir restorasyondur.

12 Eylül faşizminin temelini attığı dinci milliyetçilik (Türk İslam Sentezi) evrimini tamamlayıp milliyetçi dinciliğe dönüştü. Artık rejimin ideolojisinde İslamcılık esas, Türkçülük talidir. Fakat az zamanda tıkandılar, gazaya çıktılar mecburen. Din uğruna “Dar-ül İslam”da ilerliyorlar, tuhaf bir savaşta ikballerini arıyorlar…

Bir de kendiliğinden kuyruklarına takılanlar var. Cumhuriyet yazarlarının, esir generaller ve eserine ihanet etmiş siyasilerle çıktığı “gaza” da budur; Cumhuriyet renginde imamın abdest suyu kıvamındadır. 

“Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın. Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!”

Nice laik imamlar türedi, duyuyorsunuz dualarını. Kıyamet alametidir. Yaklaşıyor gelmekte olan! (ORHAN GÖKDEMİR - SOL.ORG)


Gazi

Mehmet Zeki Pakalın 1886’da Ohri’de doğdu. Tıbbiye eğitimini sağlığı nedeniyle yarıda bıraktı. Orada burada kısa süreli memurluk, öğretmen vekilliği gibi işler yaptı. Balkan Savaşları başlayınca İstanbul’a göçtü. Osmanlı küçülüyor, ülkesi küçük Asya’ya sıkıştırılıyordu. Gazanın bittiği, cihat çağrılarının hiçbir şeye yaramadığı bir çağın tanığıdır. Hayatının kalanını Rumeli’den sökülüp atılmış, daralmış Türkiye’de sürdürdü. 1950’de emekliye ayrıldı. Fransızca yanında Bulgarca, Sırpça ve Rumca’ya âşinaydı. Ölene kadar tarih çalışmaları ile uğraştı. 1972’de öldü ve Karacaahmet Kabristanı’na gömüldü. Arkasında çok değerli bir kütüphane pek çok değerli eser bıraktı. “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü” en önemlilerinden biri. Üç cilt halinde Milli Eğitim Bakanlığı baskısıdır.

AKP’li Metin Külünk “reisi gazi ilan edelim” deyince çıkarıp baktım. “Gazi” maddesinden aktarıyorum.

Gazi, gaza ve gazve eden, din uğruna cenk eyleyen Müslümanlar hakkında kullanılır bir tabir. Muharebeden dönenlere denilirmiş eskiden. Demek ki gazi sayılmak için herhangi bir muharebeye katılma gerekliliği varmış henüz. Bir muharebeye katılıp da dönemeyenlere “şehit” denirmiş. Pakalın, “Dönersem gazi, ölürsem şehit” darbımeselini buna örnek gösteriyor.

Prosedürü var yani; önce bir muharebeye gideceksin, çatışma çıkarsa ölmeyeceksin, eksik de olsa diri bir şekilde geriye döneceksin. Ama Külünk’e iyi haber, gazi olmak için muharebede yaralanma şartı yok. Yara, modern savaşlarda sağlam bir muharebe işareti sayıldığı için önemsenmeye başlamış. Malum, muharebeye katılıp çatışma boyunca sütre gerisinde yan gelip yatmak da mümkün. Zaman kötü, kime nasıl güveneceksin!

Pakalın, sözlüğünde çarpıcı bir bilgi daha veriyor. Aslında “gazi” unvanın verilmesi âdeti muharebeye gitmeyip evde oturan Müslümanların baş gösterdiği rehavet asırlarında ortaya çıkmış. İlk Müslümanlar meşru mazeretler müstesna olmak üzere genellikle harbe gittiklerinden dönenlere bu unvanın verilmesi lüzum görülmüyormuş. Mantıklı. Bu durumda herkes gazi olmuş oluyor çünkü. Müslümanlık ilerleyip zengin fakir farkı yeterince belirginleşince, müminlerin bir kısmı gazaya giderken bir kısmı sarayında yan gelip yatmaya başlamış. Bu durumda savaşa gidip dönenlere gazi unvanı verilmesi gerekliliği doğmuş.

Durun, korkmayın. İslam’da her şeyin bir çaresi var. Nitekim sarayında yan gelip yatanların gazi olmanın yollarını aramaya başlaması çok zaman almamış. Zengin müminler savaştan dönen yoksul müminlere “din kardeşi değil miyiz, hepimiz gazi sayılırız” demişler. Ne desin gariban Müslüman, “değiliz din kardeşi” diyecek halleri yok ya!

Laf soktuğum sanılmasın, başlangıçta Osmanlı hükümdarları da sıradan fertler gibi savaşa katılır ve gazi unvanı alırlarmış. Fakat orada da düzen oturup sınıflar hâsıl olunca, padişahlar ve seçkin kapıkulları sarayda oturup zamanlarında kazanılan savaşlar üzerinden gazi olmaya başlamışlar. Koca padişah, gazi olmasın da şehit mi olsun!

Fakat Pakalın’a göre bu halde bile bir şekil şartı var. Ucunda sultan bile olsa öyle otomatik gerçekleşmiyor işlem yani. Fetva gerekiyor. “Gaza” fetvasından sonuncusu Şeyhülislam Hayrullah Efendi tarafından ikinci Abdülhamit için verilmiş. Fetvada özetle “padişah gazaya gitmese de gazi sayılır” deniliyor.

Sonuç? Abdülhamit’in Şeyhülislam mühürlü kapı gibi gaza belgesi vardı ama gelin görün ki anayasayı askıya almış, hukuk devleti yolundaki ilk kıpırtıları acımasızca şehit etmişti. Sonra İttihatçılar geldi, gazi mazi demedi kıçına tekmeyi yapıştırdı. Abdülhamit o darbenin şiddetiyle Selanik’in meşhur tütün tüccarlarından Mösyö Alatini’nin köşkünde aldığı soluğu.

Devrim kapıyı çaldığında gazi olsan ne olmasan ne. Gazi olacağım diye beklerken şehit ederler adamı!

***

Laik Cumhuriyetin tanığı Pakalın, “Gazi” maddesinde “Gazi” Mustafa Kemal’e de değiniyor. “Memlekette tahatti eden ve varlığını tehlikeye koyan düşmanlara karşı ortaya atılan Mustafa Kemal Paşa’ya da başardığı bu işten dolayı Millet Meclisi kararıyle gazi unvanı verilmiş ve bu unvan Mustafa Kemal’i en iyi tavsif etmek itibariyle laikliğin kabulüne rağmen istimal olunmakta berdevam bulunmuştur. Soyadı Kanunu üzerine ‘Atatürk’ soyadını almasıyla gazi unvanı matrük kalmıştı.”

Özetle şudur. Mustafa Kemal’in katıldığı bir muharebe vardır ama o arada “gaza” devletin işleri arasından çıkarılmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal’in “gazi” sayılması mümkün değildir. Bununla birlikte Gazi’ye “gazi” unvanı verilmesi laiklik ilkesine aykırı olduğu halde verilmiştir. Pakalın’a göre bu aykırılığı ortadan kaldıran gelişme soyadı kanunudur. Gazi’ye “Atatürk” soyadı verildikten sonra “gazi”liği metruk olmuştur. Metruk olanı ise önemsemeye hiç gerek yoktur.

Demek ki hem laik hem gazi olunamamaktadır. Olduysan bile laikle birlikte unvanın metruk kalmaktadır.

***

Kaldı ki “gaza” da sözlükte durduğu gibi durmaz gerçek hayatta. Din için savaş gibi görünen şeyin arkasında pek dünyevi sorunlar-hırslar vardır. Baksanıza Ortadoğu’ya; herkes gazada, herkes şehit, herkes gazi. Vuran da vurulan da alnı secdeye varmış insanlar. Kimi Amerikalıların, kimi Rusların kucağında savaşıyor. Sorsan hepsi Allah adına. İmkânı var mı? Bunca hayhuyun, bunca toz dumanın arkasında bile petrolün gücünün dinin gücüne galebe çaldığı fark ediliyor kolayca.

Tarihe bakınca da işlerin bulanık olduğu görülüyor zaten. Osmanlı'nın kuruluşundaki gazilerin çoğu Hıristiyan adı taşıyordu ve güya İslam’a dönmüşlerdi. Her şeyin belirsiz olduğu ve her inancın, her kültürün birbirine benzediği uçlarda kim nereye dönebilir ki? Döndüm dersin, döndüğün yerde kendini görürsün. Ama evet azizler veli olur, veliler birer gaziye dönüşür. Hacı Bektaş ile Aya Haralambus, Sarı Saltık ile Saint Nicolas, Baba İlyas ile Aya Yorgi, Battal Gazi ile Herakles birbirine karışır, kaynaşır, aynılaşır. Eksiği de, fazlası da “gaza”dır…

***

AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde çok heyecanlı. Hem Afrin’in fethi vesilesiyle “başkomutanlığın” tadını çıkarıyor, hem de partisi tarafından gazi ilan edilmenin keyfini sürüyor. Sarayındaki 44. Muhtarlar Buluşması'nda da o heyecanla konuştu. Afrin'in adım adım kontrol altına alındığını müjdeledi muhtarlarına. Bir de üzücü bir haber verdi; yine kandırılmıştı! Geçmişte Münbiç için benzer bir operasyon hazırlığı yapılmış ama Obama engel olmuştu. Olsun, her işin başı niyet. Kandırılsa bile gazi sayılır!

Gelin görün ki eskisi gibi değil hiçbir şey, gazanın da suyunu çıkardılar. Gazeteler kol-bacak protezine haciz gelen gazi haberleri ile dolu. Akil insanlar toplantısında liberal akile protez bacağını fırlatan gazi çoktan unutuldu. Kimse hatırlamak istemiyor o mutlu mesut günleri. SGK’nın geri istediği protez bacak bedelini ödeyemediği için dama çıkan da, kendini yakmaya çalışan da gazi. “Baba ayağını geri mi alacaklar” diye ağlayan bir gazi kızı gördüm son sayfada, kapattım. 

Bu ülkenin pratiğidir, önce verirler, sonra alırlar. Heyecan geçince eksik kolunla bacağına öyle kalakalırsın. Piyasanın hüküm sürdüğü bir dünyada gaza koca bir gazdan ibarettir çünkü.

***

Aradılar taradılar ipten kazıktan kurtulmuş adamları öne sürüp “Azap Askeri” yapmakta buldular çareyi. Arkada palalarıyla Yeniçeriler bekliyor eskiden olduğu gibi. Bütün numara Azapların kaçmaması ve saf değiştirmemesi üzerine kurulu. Zeytin ağaçları arasında süren o tuhaf gazanın perde gerisindeki manzara böyle. Ölen kim öldüren kim belli değil. Ama arkada yan gelip yatanların hepsi gazi olduğunu iddia ediyor. Tepelenmiş laikliğin lanetidir bu. Böyledir; aklı, bilimi kapı dışarı edip yerine hurafeleri koydun mu ya gazi olursun ya şehit!


Laikliğin ışığı bu topraklara düşeli beri bütün dini unvanlar metruktür. Verseler ne vermeseler ne? (ORHAN GÖKDEMİR - SOL.ORG - 27.01.2018)
Daha yeni Daha eski