12 Eylül faşist diktatörlüğünün Hıdır Aslan'la birlikte idam ettiği son iki devrimciden biri olan İlyas Has'ın ölümünün 35. yılı...
İlyas Has, 12 Eylül öncesinde İzmir’in Karşıyaka ilçesindeki Gümüşpala semtinde bekçi Süleyman Tosun’un öldürülmesi eylemiyle ilgili olarak 28 Aralık 1980 tarihinde gözaltına alındı.
12 Eylül faşist cuntanın yargılaması sonucu 18 Ocak 1982 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun 146/1 maddesi uyarınca idam cezasına mahkûm edilen İlyas Has, Turgut Özal yönetimindeki ANAP hükümetinin ve TBMM’nin onaylaması sonucu 7 Ekim 1984 tarihinde Buca Kapalı Cezaevi’nde idam edildi.
İlyas Has’ın son günleri
“Unutulmasınlar Diye” başlıklı kitapta İlyas Has’ın son günleri böyle anlatıldı;
Bir incecik filiz bulmuştuk İlyas’la bahçede. Saatlerce seyrettikten sonra küçücük bir salça kutusuna koymuştuk onu. Küçücüktü ama başı dikti, hücreye meydan okur gibiydi. Hücre demirlerinin önünde bir tarla dolusu çiçek duruyormuş gibi görünüyordu gözümüze. Geceyi onunla geçirdik, hücrenin içine çiçek kokuları dolmuş gibiydi. Sabah uyanır uyanmaz ilk işimiz ona bakmak oldu. Gördüğümüz şey bir çiçek değildi. Hırsımızdan ağlayacak gibiydik. Bükülmüştü boynu. Yorgun ve soluksuz duruyordu. Ölmüştü.
Keşke yerinden hiç sökmeseydik, dedik. “Neden öldürdük onu, neden bencillik ettik.” Kızdık kendimize. Bütün günü bozuk bir moralle geçirdik.
Hıdır ve İlyas ile bir dönemi İzmir Buca Cezaevi hücrelerinde birlikte geçirdik. Sonra bu yaşam İlyas açısından Eski Bölüm 3. Tecrit Koğuşu’nda sonlandı. İlyas’la aynı hücreleri paylaştığımız günlerde, canımız sıkılınca teybe Kandıralı’nın kasetini koyar, kıvrak oyun havalarına uymaya çalışarak tepinmeye başlardık. Biraz da bilinçli olarak teybin sesini sonuna kadar açar, ayaklarımızı hızla vururduk hücrenin tabanına.
Ve beklediğimiz ses gelmekte gecikmezdi. Hıdır tüm nefesini kullanarak “Hey çatlaklar, altınızda insan var” diye bağırırdı. İlyas “İlo” diye çağrılıyordu. Çizdiği karikatürlere İlo imzası atıyordu o da.
(…) Hücrelere gittiğimin haftasında çıkarmaya başladığımız Durduk Yerde dergisini hep birlikte tam 26 sayı yayınladık. Bütün bir hafta çalışıyor, yazıyor, çiziyorduk. Hıdır şiirlerini yazıyordu, İlyas şiirlerinin yanı sıra karikatürler çiziyordu. (…) İlyas kibrit çöpünden yaptığım kemana tel bulamayınca perde takıp onu mandolin haline getirdi. Onunla saz öğrenmeye başladı. Bu garip müzik aletinin adını “gıdı gıdı” koymuştu. Önce “Tren gelir, hoş gelir”i çaldı. Ardından “Gelin Ayşem suya gitmiş”i seslendirdi.
Ve asılmadan bir süre önce de sazda birkaç türküyü seslendirecek kadar saz çalar oldu.
(…) İlyas asılacağı günü bir gün önceden biliyordu. O gün havalandırmada gezinmişler, türkü söylemişler. Gece de eğlenceleri devam etmiş. Gece yarısı İlyas, Raşit’le birlikte kaldığı hücrede “Ben biraz uzanayım” demiş. Sanki o gece asılacak olan kendisi değilmiş gibi rahat girmiş yatağına.
Gece yarısını biraz geçtikten sonra gelmiş dizilmişler hücre önüne. Kasklıymış bütün askerler. Yüzleri bembeyazmış. İlyas’ı uyandırmış gardiyanlar. Giyinmesine izin vermemişler, Kollarından tutup sürüklemişler. Bölümden dışarı çıkarken İlyas ayaklarını eşiğe dayamış ve “Bunların hesabı sorulacak” diye bağırmış. Sonra Kapıaltı’nda içmiş çayını. Mektubunu yazmış; kendine, devrimcilere yakışır biçimde gitmiş darağacına.
İlyas asıldığı zaman ben yeni bölüm hücrelerdeydim. Gece yarısıydı. Acıkmıştık. Gardiyanı çağırdık. Geldi. Yüzü kül gibiydi. “Hasta mısın” diye sordum. “Sabah paşa yemiştim. İshal olmuşum” dedi. Titriyordu. Koğuştan bir şeyler getirmesini, aç olduğumuzu, çorba pişireceğimizi söyledim. Gitti getirdi. “Az sonra gel çorbaları hücrelere dağıt” dedim. Hayret hiç itiraz etmedi. Başka zaman olsa bin dereden bin su getirirdi gelmemek işin. Sinir ederdi bizi.
Çorba pişince bağırdık geldi. Çorbaları dağıttı. Aceleciydi, bir an önce gitmek ister gibi bir hali vardı. Titriyordu hep. “İzin alıp gitsene” dedim. “Bırakmazlar” dedi. Gözlerime bakamıyordu. Suçlu suçlu duruyordu karşımda. İşi bitince aceleyle çıktı.
Daha çorbaları yeni içmiştik. Bitişiğimizdeki kadın koğuşundan siyasi kadın tutsaklar sinyal vermeye başladılar: İnfaz var!
Bu İlyas’tı kesin. Sloganlar başlamıştı. Bütün hıncımızla bağırıyorduk. Onun son sözlerini duyabildik.
Sonradan gardiyanlardan öğrendik onun nasıl gittiğini. Mektubunu yazdıktan sonra, “Eh artık gidelim” demiş. Gülümsüyormuş. Havalandırmaya çıkarıldığı zaman slogana başlamış. Bir binbaşı koşup yumruklamış onu. Ağzını kapamaya çalışmış. Ama yine de susturamamış. Darağacının altındaki sandalyeye çıkmış. Kendi tekmelemiş sandalyesini. Dikmiş başı. Yiğitmiş.
Tarih 7 Ekim 1984’tü. Artık İlyas hücrelerde o çok sevdiği “Gün ışımış, güller kızıl tomurcuk açmış” türküsünü söyleyemeyecekti.
Hayır hiçbir zaman onların istediği gibi “idamlık”lar olmadık. Yaşama sarılışımız, ölümü kabul etmemekten kaynaklanmıyordu, diri diri gömmelerine, ve zavallılaşmaya direniyorduk sadece. Ölümü alaya alıyorduk. Cezaevinin en neşeli, en canlı köşelerinden biriydi bizim ölüm hücrelerimiz. Yöneticileri hayrete düşüren şeyler yapıyorduk daima.
Örneğin çok gülüyorduk, çok şakalaşıyorduk, çiçek yetiştirmeye çalışıyorduk, kedi besliyorduk. İdamiye ve İfrik gibi durumumuzu tiye alan gülmece dergileri çıkarıyorduk. Radyo, teyp istiyor, bol bol türkü, marş söylüyor, eğlence geceleri, doğum günleri düzenliyor ve hatta diş doktorlarının “yahu ne yapacaksınız yeni dişleri” şaşkınlığına karşı kimimiz diş yaptırıyorduk.
Sayımız birer ikişer azalırken, üçer, beşer, onar çoğalıyorduk.
Sevgili İlyas, seni Buca’da uğurlayamadık. O sırada Burdur’daydık ve Hıdır’ı uğurlamaya hazırlanıyorduk. Ölüm haberin bir ateş gibi düştü yüreğimize. Sadece televizyonumuz vardı, o da senin katlini haber vermedi de, ertesi gün gazetelerden öğrendik. Bir el yüreğimizi burktu.
Vedalaşmamış, sloganlarımızı son anlarına ulaştıramamıştık. Ama yalnız değildin, diğer dostlar yapmaları gereken her şeyi yapmışlardı. Fark etmezdi bizim olmayışımız. Seni tanıyorduk. Fakat ne yalan söyleyelim, yine de o son belirleyici anda koyduğun tavrı merak ediyorduk. Çok geçmeden onurlu bir tavır gösterdiğini duyduk ve seni tanımış olmaktan bir kez daha gurur duyduk. Muzo bunu hemen türküleştirdi:
başın dik
yüzünde bir gülümseme
attın son adımını darağacına
gözleri büyüdü karanlığın
son görevi celladına bırakmadın
İlyas kardeşimiz canımız bizim
yaşam dolu sevgi dolu coşku dolu
canımız bizim
Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın Buca cezaevi hücrelerinde birlikte kaldığı TKP-ML davasında yargılanan Muzaffer Öztürk ve Sedat Yılmazsoy’un Ocak-Şubat 1991’de Yeni Demokrasi dergisinde yayımlanan “Gözleri Büyürken Karanlığın” adlı yazıdan bölümler halinde alındı.
Avukatı Kasım Sönmez: Her şeyiyle yaşayan bir insan biraz sonra ölecekti
“İlyas idam edilirken bakmadım. Bana göre idam bir ceza değildir. İlyas idam edildi, bunun acısını o an en ağır biçimde yaşadı. Bu acıyı halen yaşayanlar var; annesi, babası, kardeşleri ve bir anlamda avukatı olarak ben.
İdam kararının Resmi Gazete’de ilan edilmesinden İlyas’ın haberi olmadı ama, ailesi ve benim haberim vardı tabii. Cumartesi günüydü ve ben her an infaz için çağrılabileceğimi düşünüyordum. Bir avukat, bir insan olarak yaşadığım o dakikalar benim için unutulmaz acı izler bırakacak anlar oldu.
Cezaevine çağrılınca, arkadaşım Avukat Fehmi Çam ve bir başka arkadaşımı da alarak gittim. Onlar dışarıda kaldı, ben içeri girdim. Cezaevinde Sıkıyönetim Savcısı Hakim Albay Hikmet Hacı Mirzaoğlu, kararı veren duruşma kıdemli yargıcı Uçal Gökhan, İzmir Savcısı Melih Tarı ve diğer görevliler vardı.
Savcının odasında oturduk. O sırada hakim ve savcılar çok üzgün olduğumu görünce bir şeyler söylediler. Hatırımda kaldığına göre Hikmet Hacı Mirzâoğlu, “Dünyada ve Avrupa’da insanı kurtarmak için siyasi bir kırıntı ararlar, oysa bizde asarlar” dedi. Tabii bunu İlyas’a uygulanan cezanın, yani 146’nın siyasi bir suçu öngörmesi nedeniyle söylemiştir. Çünkü, İlyas dava konusu olayda 146’dan değil, 448’den mahkum olsaydı cezası 24 yıl olacaktı. Daha sonra hazır olunduğu haberi geldi. Kendimi mümkün olduğunca kontrol ederek Kapıaltı denen bölüme gittik. İlyas görevlilerin arasında bir yere oturmuş, mektup yazıyordu. Beni görünce ayağa kalktı, birbirimize sarıldık. Söyleyecek bir söz bulamıyordum.
Karşımda aslan gibi duran, herşeyiyle yaşayan bir insan biraz sonra ölecekti. İnsan için gerçekten tahammül edilmesi mümkün olmayan bir olay. Biraz sonra İlyas mektubunu bitirdi, tekrar vedalaştık. Ben kendisine bunun bir anlamda alınyazısı olduğunu söylemek istedim. Ama o bana metin bir şekilde görevimi yaptığımı söyledi.
Üzerine kefeni giydirdiler. Hakim hükmü okudu, hükmün yazılı olduğu levha İlyas’ın boynuna asıldı. Elleri arkadan kelepçelenerek, idam edileceği hemen yandaki bahçede bulunan sehpaya çıkarıldı. Sehpaya doğru götürülürken, ‘Benim gelmemi ister misin?’ diye sordum. O, içinde bulunduğum durumu çok iyi kavramıştı: ‘Hayır’ diyerek o büyük acıyı benim tatmamı istemedi.
Biraz sonra, hemen yanımda olayı seyredenler İlyas’ın sandalyeyi tekmelediğini söylediler. Tekrar Savcının odasına gittiğimizde, biraz önce sözünü etmeyi unuttuğum doktor, ki idama hazır olup olmadığı konusunda İlyas’ı muayene etmişti, sağlam olduğuna, hasta olmadığına kanaat getirdikten sonra, ‘idam edilebilir’ cevabını vermişsti, bu kez de ölüp ölmediğini kontrolle görevliydi.
Aşağı yukarı 20 dakika sonra İlyas’ın tamamen öldüğü haberi geldi. Tabiatıyla bir insanın ölümünü kendisi olarak yaşamak mümkün değilse de, hala o anları en acı yoğunluğuyla yaşıyorum. Ve diyorum ki; insanlar bir çılgınlık yapıp, birisini öldürebilir ama, devlet toplum aylarca, yıllarca yargılama sonucu bir insanın hayatını ortadan kaldırmamalıdır.”
İlyas Has’ın son mektubu (*)
Sevgili anacığım ve babacığım,
"Şu an sizlere en son mesajımı iletiyorum. Ben sizlerin yüzüne kara çalacak hiçbir şey yapmadım. Bu günlerde size ağır gelen bu itham gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görülecektir. Bundan emin olun. Belki de çok şey vardır sizlere iletebileceğim ama şu an aklıma bir şey gelmiyor ki… Bu da doğal olsa gerek. Kendinizi üzmemenizi istiyorum.
Canım ablacığım,
Gördüğün yazıyı yaşamımın en son anında bir mesaj olarak iletebiliyorum. Sen örnek ve fedakar davranışlar göstererek kardeşlik bağlarının ne kadar kuvvetli ve de sıcak olduğunu vurguladın. Bunu görmemek mümkün değil.
Sizlere veda ediyorum hepinizi şok sevdim. Anama babama candan selam iletir, her iki ellerinden öperim. Can kardeşlerim İmran, İrfan ve İlhan’ın, Ramazan’ın gözlerinden öperim.
Ayrıca seni hasret ve özlemle kucaklarım. Şahsi eşyalarımın tümünü size gönderiyorum, arkada listesi var.
Oğlunuz İlyas Has
1 Kol saati Citizen Marka (İrfan’a)
Battaniyeler 3 adet
Pantalon 4 adet
Gömlek 3 adet
Diğer çamaşırları isterseniz şu an adedini bilemiyorum arkadaşlar gönderirler. Sizleri bir kez daha kucaklıyorum.
Sevgili anacığım ve babacığım, Şu an sizlere en son mesajımı iletiyorum. Ben sizlerin yüzüne kara çalacak hiçbir şey yapmadım. Bu günlerde size ağır gelen bu itham gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görülecektir."
İdam edilmeden önce anne ve babasına yazdığı mektupta bunları söylemişti İlyas Has.
Mektubunu yazdıktan sonraki süreci ise Abdülkadır Konuk şöyle aktarıyordu: “Eh artık gidelim” demiş (İlyas). Gülümsüyormuş. Havalandırmaya çıkarıldığı zaman slogana başlamış. Bir binbaşı koşup yumruklamış onu. Ağzını kapamaya çalışmış. Ama yine de susturamamış. Darağacının altındaki sandalyeye çıkmış. Kendi tekmelemiş sandalyesini. Dikmiş başı. Yiğitmiş.
Tarih 7 Ekim 1984’tü. Artık İlyas hücrelerde o çok sevdiği “Gün ışımış güller kızıl tomurcuk açmış” türküsünü söyleyemeyecekti.
(*) A. Kadir Konuk, Ateşinde Gözlerim, Belge Yayınları, Yaşam ve Anılar Dizisi
(GAZETE YOLCULUK)
İlyas Has, 12 Eylül öncesinde İzmir’in Karşıyaka ilçesindeki Gümüşpala semtinde bekçi Süleyman Tosun’un öldürülmesi eylemiyle ilgili olarak 28 Aralık 1980 tarihinde gözaltına alındı.
12 Eylül faşist cuntanın yargılaması sonucu 18 Ocak 1982 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun 146/1 maddesi uyarınca idam cezasına mahkûm edilen İlyas Has, Turgut Özal yönetimindeki ANAP hükümetinin ve TBMM’nin onaylaması sonucu 7 Ekim 1984 tarihinde Buca Kapalı Cezaevi’nde idam edildi.
İlyas Has’ın son günleri
“Unutulmasınlar Diye” başlıklı kitapta İlyas Has’ın son günleri böyle anlatıldı;
Bir incecik filiz bulmuştuk İlyas’la bahçede. Saatlerce seyrettikten sonra küçücük bir salça kutusuna koymuştuk onu. Küçücüktü ama başı dikti, hücreye meydan okur gibiydi. Hücre demirlerinin önünde bir tarla dolusu çiçek duruyormuş gibi görünüyordu gözümüze. Geceyi onunla geçirdik, hücrenin içine çiçek kokuları dolmuş gibiydi. Sabah uyanır uyanmaz ilk işimiz ona bakmak oldu. Gördüğümüz şey bir çiçek değildi. Hırsımızdan ağlayacak gibiydik. Bükülmüştü boynu. Yorgun ve soluksuz duruyordu. Ölmüştü.
Keşke yerinden hiç sökmeseydik, dedik. “Neden öldürdük onu, neden bencillik ettik.” Kızdık kendimize. Bütün günü bozuk bir moralle geçirdik.
Hıdır ve İlyas ile bir dönemi İzmir Buca Cezaevi hücrelerinde birlikte geçirdik. Sonra bu yaşam İlyas açısından Eski Bölüm 3. Tecrit Koğuşu’nda sonlandı. İlyas’la aynı hücreleri paylaştığımız günlerde, canımız sıkılınca teybe Kandıralı’nın kasetini koyar, kıvrak oyun havalarına uymaya çalışarak tepinmeye başlardık. Biraz da bilinçli olarak teybin sesini sonuna kadar açar, ayaklarımızı hızla vururduk hücrenin tabanına.
Ve beklediğimiz ses gelmekte gecikmezdi. Hıdır tüm nefesini kullanarak “Hey çatlaklar, altınızda insan var” diye bağırırdı. İlyas “İlo” diye çağrılıyordu. Çizdiği karikatürlere İlo imzası atıyordu o da.
(…) Hücrelere gittiğimin haftasında çıkarmaya başladığımız Durduk Yerde dergisini hep birlikte tam 26 sayı yayınladık. Bütün bir hafta çalışıyor, yazıyor, çiziyorduk. Hıdır şiirlerini yazıyordu, İlyas şiirlerinin yanı sıra karikatürler çiziyordu. (…) İlyas kibrit çöpünden yaptığım kemana tel bulamayınca perde takıp onu mandolin haline getirdi. Onunla saz öğrenmeye başladı. Bu garip müzik aletinin adını “gıdı gıdı” koymuştu. Önce “Tren gelir, hoş gelir”i çaldı. Ardından “Gelin Ayşem suya gitmiş”i seslendirdi.
Ve asılmadan bir süre önce de sazda birkaç türküyü seslendirecek kadar saz çalar oldu.
(…) İlyas asılacağı günü bir gün önceden biliyordu. O gün havalandırmada gezinmişler, türkü söylemişler. Gece de eğlenceleri devam etmiş. Gece yarısı İlyas, Raşit’le birlikte kaldığı hücrede “Ben biraz uzanayım” demiş. Sanki o gece asılacak olan kendisi değilmiş gibi rahat girmiş yatağına.
Gece yarısını biraz geçtikten sonra gelmiş dizilmişler hücre önüne. Kasklıymış bütün askerler. Yüzleri bembeyazmış. İlyas’ı uyandırmış gardiyanlar. Giyinmesine izin vermemişler, Kollarından tutup sürüklemişler. Bölümden dışarı çıkarken İlyas ayaklarını eşiğe dayamış ve “Bunların hesabı sorulacak” diye bağırmış. Sonra Kapıaltı’nda içmiş çayını. Mektubunu yazmış; kendine, devrimcilere yakışır biçimde gitmiş darağacına.
İlyas asıldığı zaman ben yeni bölüm hücrelerdeydim. Gece yarısıydı. Acıkmıştık. Gardiyanı çağırdık. Geldi. Yüzü kül gibiydi. “Hasta mısın” diye sordum. “Sabah paşa yemiştim. İshal olmuşum” dedi. Titriyordu. Koğuştan bir şeyler getirmesini, aç olduğumuzu, çorba pişireceğimizi söyledim. Gitti getirdi. “Az sonra gel çorbaları hücrelere dağıt” dedim. Hayret hiç itiraz etmedi. Başka zaman olsa bin dereden bin su getirirdi gelmemek işin. Sinir ederdi bizi.
Çorba pişince bağırdık geldi. Çorbaları dağıttı. Aceleciydi, bir an önce gitmek ister gibi bir hali vardı. Titriyordu hep. “İzin alıp gitsene” dedim. “Bırakmazlar” dedi. Gözlerime bakamıyordu. Suçlu suçlu duruyordu karşımda. İşi bitince aceleyle çıktı.
Daha çorbaları yeni içmiştik. Bitişiğimizdeki kadın koğuşundan siyasi kadın tutsaklar sinyal vermeye başladılar: İnfaz var!
Bu İlyas’tı kesin. Sloganlar başlamıştı. Bütün hıncımızla bağırıyorduk. Onun son sözlerini duyabildik.
Sonradan gardiyanlardan öğrendik onun nasıl gittiğini. Mektubunu yazdıktan sonra, “Eh artık gidelim” demiş. Gülümsüyormuş. Havalandırmaya çıkarıldığı zaman slogana başlamış. Bir binbaşı koşup yumruklamış onu. Ağzını kapamaya çalışmış. Ama yine de susturamamış. Darağacının altındaki sandalyeye çıkmış. Kendi tekmelemiş sandalyesini. Dikmiş başı. Yiğitmiş.
Tarih 7 Ekim 1984’tü. Artık İlyas hücrelerde o çok sevdiği “Gün ışımış, güller kızıl tomurcuk açmış” türküsünü söyleyemeyecekti.
Hayır hiçbir zaman onların istediği gibi “idamlık”lar olmadık. Yaşama sarılışımız, ölümü kabul etmemekten kaynaklanmıyordu, diri diri gömmelerine, ve zavallılaşmaya direniyorduk sadece. Ölümü alaya alıyorduk. Cezaevinin en neşeli, en canlı köşelerinden biriydi bizim ölüm hücrelerimiz. Yöneticileri hayrete düşüren şeyler yapıyorduk daima.
Örneğin çok gülüyorduk, çok şakalaşıyorduk, çiçek yetiştirmeye çalışıyorduk, kedi besliyorduk. İdamiye ve İfrik gibi durumumuzu tiye alan gülmece dergileri çıkarıyorduk. Radyo, teyp istiyor, bol bol türkü, marş söylüyor, eğlence geceleri, doğum günleri düzenliyor ve hatta diş doktorlarının “yahu ne yapacaksınız yeni dişleri” şaşkınlığına karşı kimimiz diş yaptırıyorduk.
Sayımız birer ikişer azalırken, üçer, beşer, onar çoğalıyorduk.
Sevgili İlyas, seni Buca’da uğurlayamadık. O sırada Burdur’daydık ve Hıdır’ı uğurlamaya hazırlanıyorduk. Ölüm haberin bir ateş gibi düştü yüreğimize. Sadece televizyonumuz vardı, o da senin katlini haber vermedi de, ertesi gün gazetelerden öğrendik. Bir el yüreğimizi burktu.
Vedalaşmamış, sloganlarımızı son anlarına ulaştıramamıştık. Ama yalnız değildin, diğer dostlar yapmaları gereken her şeyi yapmışlardı. Fark etmezdi bizim olmayışımız. Seni tanıyorduk. Fakat ne yalan söyleyelim, yine de o son belirleyici anda koyduğun tavrı merak ediyorduk. Çok geçmeden onurlu bir tavır gösterdiğini duyduk ve seni tanımış olmaktan bir kez daha gurur duyduk. Muzo bunu hemen türküleştirdi:
başın dik
yüzünde bir gülümseme
attın son adımını darağacına
gözleri büyüdü karanlığın
son görevi celladına bırakmadın
İlyas kardeşimiz canımız bizim
yaşam dolu sevgi dolu coşku dolu
canımız bizim
Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın Buca cezaevi hücrelerinde birlikte kaldığı TKP-ML davasında yargılanan Muzaffer Öztürk ve Sedat Yılmazsoy’un Ocak-Şubat 1991’de Yeni Demokrasi dergisinde yayımlanan “Gözleri Büyürken Karanlığın” adlı yazıdan bölümler halinde alındı.
Avukatı Kasım Sönmez: Her şeyiyle yaşayan bir insan biraz sonra ölecekti
“İlyas idam edilirken bakmadım. Bana göre idam bir ceza değildir. İlyas idam edildi, bunun acısını o an en ağır biçimde yaşadı. Bu acıyı halen yaşayanlar var; annesi, babası, kardeşleri ve bir anlamda avukatı olarak ben.
İdam kararının Resmi Gazete’de ilan edilmesinden İlyas’ın haberi olmadı ama, ailesi ve benim haberim vardı tabii. Cumartesi günüydü ve ben her an infaz için çağrılabileceğimi düşünüyordum. Bir avukat, bir insan olarak yaşadığım o dakikalar benim için unutulmaz acı izler bırakacak anlar oldu.
Cezaevine çağrılınca, arkadaşım Avukat Fehmi Çam ve bir başka arkadaşımı da alarak gittim. Onlar dışarıda kaldı, ben içeri girdim. Cezaevinde Sıkıyönetim Savcısı Hakim Albay Hikmet Hacı Mirzaoğlu, kararı veren duruşma kıdemli yargıcı Uçal Gökhan, İzmir Savcısı Melih Tarı ve diğer görevliler vardı.
Savcının odasında oturduk. O sırada hakim ve savcılar çok üzgün olduğumu görünce bir şeyler söylediler. Hatırımda kaldığına göre Hikmet Hacı Mirzâoğlu, “Dünyada ve Avrupa’da insanı kurtarmak için siyasi bir kırıntı ararlar, oysa bizde asarlar” dedi. Tabii bunu İlyas’a uygulanan cezanın, yani 146’nın siyasi bir suçu öngörmesi nedeniyle söylemiştir. Çünkü, İlyas dava konusu olayda 146’dan değil, 448’den mahkum olsaydı cezası 24 yıl olacaktı. Daha sonra hazır olunduğu haberi geldi. Kendimi mümkün olduğunca kontrol ederek Kapıaltı denen bölüme gittik. İlyas görevlilerin arasında bir yere oturmuş, mektup yazıyordu. Beni görünce ayağa kalktı, birbirimize sarıldık. Söyleyecek bir söz bulamıyordum.
Karşımda aslan gibi duran, herşeyiyle yaşayan bir insan biraz sonra ölecekti. İnsan için gerçekten tahammül edilmesi mümkün olmayan bir olay. Biraz sonra İlyas mektubunu bitirdi, tekrar vedalaştık. Ben kendisine bunun bir anlamda alınyazısı olduğunu söylemek istedim. Ama o bana metin bir şekilde görevimi yaptığımı söyledi.
Üzerine kefeni giydirdiler. Hakim hükmü okudu, hükmün yazılı olduğu levha İlyas’ın boynuna asıldı. Elleri arkadan kelepçelenerek, idam edileceği hemen yandaki bahçede bulunan sehpaya çıkarıldı. Sehpaya doğru götürülürken, ‘Benim gelmemi ister misin?’ diye sordum. O, içinde bulunduğum durumu çok iyi kavramıştı: ‘Hayır’ diyerek o büyük acıyı benim tatmamı istemedi.
Biraz sonra, hemen yanımda olayı seyredenler İlyas’ın sandalyeyi tekmelediğini söylediler. Tekrar Savcının odasına gittiğimizde, biraz önce sözünü etmeyi unuttuğum doktor, ki idama hazır olup olmadığı konusunda İlyas’ı muayene etmişti, sağlam olduğuna, hasta olmadığına kanaat getirdikten sonra, ‘idam edilebilir’ cevabını vermişsti, bu kez de ölüp ölmediğini kontrolle görevliydi.
Aşağı yukarı 20 dakika sonra İlyas’ın tamamen öldüğü haberi geldi. Tabiatıyla bir insanın ölümünü kendisi olarak yaşamak mümkün değilse de, hala o anları en acı yoğunluğuyla yaşıyorum. Ve diyorum ki; insanlar bir çılgınlık yapıp, birisini öldürebilir ama, devlet toplum aylarca, yıllarca yargılama sonucu bir insanın hayatını ortadan kaldırmamalıdır.”
İlyas Has’ın son mektubu (*)
Sevgili anacığım ve babacığım,
"Şu an sizlere en son mesajımı iletiyorum. Ben sizlerin yüzüne kara çalacak hiçbir şey yapmadım. Bu günlerde size ağır gelen bu itham gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görülecektir. Bundan emin olun. Belki de çok şey vardır sizlere iletebileceğim ama şu an aklıma bir şey gelmiyor ki… Bu da doğal olsa gerek. Kendinizi üzmemenizi istiyorum.
Canım ablacığım,
Gördüğün yazıyı yaşamımın en son anında bir mesaj olarak iletebiliyorum. Sen örnek ve fedakar davranışlar göstererek kardeşlik bağlarının ne kadar kuvvetli ve de sıcak olduğunu vurguladın. Bunu görmemek mümkün değil.
Sizlere veda ediyorum hepinizi şok sevdim. Anama babama candan selam iletir, her iki ellerinden öperim. Can kardeşlerim İmran, İrfan ve İlhan’ın, Ramazan’ın gözlerinden öperim.
Ayrıca seni hasret ve özlemle kucaklarım. Şahsi eşyalarımın tümünü size gönderiyorum, arkada listesi var.
Oğlunuz İlyas Has
1 Kol saati Citizen Marka (İrfan’a)
Battaniyeler 3 adet
Pantalon 4 adet
Gömlek 3 adet
Diğer çamaşırları isterseniz şu an adedini bilemiyorum arkadaşlar gönderirler. Sizleri bir kez daha kucaklıyorum.
Sevgili anacığım ve babacığım, Şu an sizlere en son mesajımı iletiyorum. Ben sizlerin yüzüne kara çalacak hiçbir şey yapmadım. Bu günlerde size ağır gelen bu itham gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görülecektir."
İdam edilmeden önce anne ve babasına yazdığı mektupta bunları söylemişti İlyas Has.
Mektubunu yazdıktan sonraki süreci ise Abdülkadır Konuk şöyle aktarıyordu: “Eh artık gidelim” demiş (İlyas). Gülümsüyormuş. Havalandırmaya çıkarıldığı zaman slogana başlamış. Bir binbaşı koşup yumruklamış onu. Ağzını kapamaya çalışmış. Ama yine de susturamamış. Darağacının altındaki sandalyeye çıkmış. Kendi tekmelemiş sandalyesini. Dikmiş başı. Yiğitmiş.
Tarih 7 Ekim 1984’tü. Artık İlyas hücrelerde o çok sevdiği “Gün ışımış güller kızıl tomurcuk açmış” türküsünü söyleyemeyecekti.
(*) A. Kadir Konuk, Ateşinde Gözlerim, Belge Yayınları, Yaşam ve Anılar Dizisi
(GAZETE YOLCULUK)