Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen ayki bir konuşmasında “Artık hayatımızı inancımıza göre tanzim etmeliyiz” demesi, Diyanet İşleri başkanının da katıldığı Aselsan ve Beyoğlu belediyesi gibi devlet kurumlarının sponsorluğunda yapılan şeriata hazırlık çalıştayı, kimi din adamı kılıklı soytarıların toplumsal hayata müdahale anlamına gelecek konuşmalarının giderek yaygınlık kazanması, hatta devlet okullarında konferanslara dönüşmesi, Diyanet İşleri başkanının ülke yönetimindeki rolünün giderek artması, kimi devlet kurumlarında giyim ve davranışların inançla uygunluk göstermesini talep eden tebliğler… Bütün bunlar toplumun bir kesiminde “Ne oluyor, şeriata mı gidiyoruz?” şeklinde bir endişe oluşmasına neden oldu.

Peki Türkiye’de şeriat tehlikesi var mı? Bu çağda böyle bir şey olur mu?

Bu konuda farklı görüşler var.

Kimileri “Ülkede dindarlık azalıyor, Cumhuriyet kazanımları sanılandan da köklü, o nedenle böyle bir tehlike yok” diyor.

Kimileri ise AIDS tartışmalarında olduğu gibi “Bize bir şey olmaz” havasında.

Bir diğer grup ise “Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor” görüşünde.

İktidarın, kişisel yoruma dayalı bir din anlayışını devlet yönetiminde giderek belirleyici bir faktör haline getirdiği ortada.

Yani bir kişinin, bir zümrenin inanç yorumunun hepimizin yaşamını etkileyecek şekilde ülke yönetiminde, toplumsal ilişkilerde, hukuk ve ahlak kurallarını belirleyici bir norm olarak kabul edilmesi ve buna göre bir yaşam kurma çabalarının giderek ağırlık kazandığı ortada.

Dolayısıyla laikliğin kağıt üzerinde kaldığı yadsınmaz bir gerçek.

Peki bunun adı şeriat mı?

Sanırım ayrışma tam da buradan kaynaklanıyor.

Yani “Hayır şeriat gelmez” diyenlerle, “Evet ciddi tehlike var” diyenler arasındaki görüş ayrılığının nedeni kanaatim odur ki şeriattan tam olarak ne anladığımızla alakalı.

Şeriat denilince kimilerinin aklına Sudi Arabistan veyahut İran geldiği için hiçbir gücün Türkiye’yi, demokrasinin, özgürlüğün tadını almış bu toplumu oralara döndüremeyeceğini/dönüştüremeyeceğini, o yüzden de endişe edecek bir durumun olmadığını düşünüyorlar.

Dahası toplumun şeriatla yönetilmeyi kabul etmeyeceğini, mevcut siyasetin toplumsal değişim karşısında yenileceğini ve bu çabaların karşılıksız kalacağını düşünenler de var.

Elbette ki hepsinin kendince bir mantığı ve gerçeklik payı var.

Fakat diğer taraftan sakat bir din anlayışını esas alan bir yönetim tesis etmeye matuf kurumları, toplumu dönüştürme çabaları da hız kazanıyor.

Yukarıda da dediğim gibi inanç istismarına dayalı siyasetin artık yadsınmaz bir hal aldığı, ‘dindar nesil’ yetiştirmek amacıyla eğitimin felç edildiği, medeni hukuk ile İslam hukukunun uyumlu hale getirilme çabaları, din adamı kılıklı kimi cahillerin kanaat önderi muamelesi görmesi, TV dizileriyle yaşam anlayışı empoze edilmesi, bürokraside, devletteki personel istihdamında Kartal İmam Hatip gibi okul mezunlarına belirgin bir üstünlük verilmesi, dolayısıyla insanların iş bulabilmek için dindarlığı bir parola gibi kullanma ihtiyacı duyması…  Bütün bunlarla iktidarın sürece yaydığı bir değişimi, dönüşümü amaçlandığını görebiliyoruz.

‘Bir sabah kalkacağız İran’dakine benzer bir şeriat ilan edilmiş’ korkusu gerçekçi değil, çünkü böyle bir şeyi yapmaları mümkün değil.

Ama ortada adım adım ilerleyen bir süreç var.

Peki toplumdaki dindarlık azalıyorken iktidar bu çabasında başarılı olabilir mi?

Kişisel kanaatim ve gözlemlerime göre bir zümrenin din yorumuna dayalı yönetim sistemi gerçek dindarlığın olduğu ülkelerde değil, cehaletin yaygınlaştığı, toplumun düşünceden uzaklaştığı, insanların neyin doğru neyin yanlış ayrımını yapma yetisinin zayıfladığı, kısacası vasatın egemen olduğu toplumlarda yapılabiliyor.

Peki bu yönde bir gidiş var mı?

Elbette. Eğitim sisteminin hali ortada. TV’lerdeki dizilerin, tartışma programlarının topluma etkisi, kanaat önderi muamelesi gören kimselerin hali… Bütün bunların toplumu bilgiden, düşünceden uzaklaştırdığı muhakkak.

Türkiye ne yazık ki 1923 öncesine doğru hızla yol alıyor. Bu anlamda ciddi bir mesafe kat edildiğini de söyleyebiliriz.

Bir süre sonra bu konuları tartışmanın, konuşmanın zemininin kaybolacağını, çünkü kat edilen mesafe nedeniyle kişisel yorumla oluşturulmuş inanca dayalı bir yönetim anlayışına karşı olmanın dine karşıtlık olarak gösterileceğini/görüleceğini hesaba katmamız gerekiyor.

En büyük sorun ülkenin bu yola girmiş olması.

Bunun bir felaket olduğunu, devlet eliyle her birimize bir din anlayışı dayatmak anlamına geleceğini, bu sürecin sonunda Türkiye’nin büyük bir bataklığa sürükleneceğini görmemiz, göstermemiz gerekiyor.

Peki bu süreç şeriata gider mi?

Bütün bu çabaların sonucunda ortaya ne çıkacağını şimdiden söyleyemeyiz ama bu amaçla yapılan dönüşümün, değişimin bile ciddi tahribatlar yaratacağı ortada.

Diğer taraftan muhalefet bütün bu gidişatı tartışma konusu yapamıyor çünkü yalancı çoban durumu var.

Yani geçmişte o kadar gereksiz, anlamsız ve çocukça bahaneler ileri sürülerek “Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor” denildi ki ve bunun üzerinden öyle bir toplumsal kutuplaşma yaratıldı ki şimdi gerçek bir tehlike anında toplumu inandıramayacaklarının, dahası iktidarın işine yarayacak bir kutuplaşmaya neden olacaklarının farkındalar.

Bu açmaz iktidarı girdiği bu akıl almaz yolda ne yazık ki daha da cesaretlendiriyor.

Toplumda da bir direnç oluşmuyor çünkü iktidar tüm bunları “Şeriat getiriyoruz” diyerek yapmıyor. “İnancımıza uygun bir yaşam ve yönetim anlayışı tesis etmeye çalışıyoruz” denilerek toplumun, esasında tam olarak nereye gidildiğini, ne yapılmaya çalışıldığını anlamasının da önüne geçiliyor.

Peki ne yapmalı?

Vahametin farkına varıp ona göre sahici bir çıkış yolu yaratacak bir siyasete ihtiyaç var.

‘Laiklik elden gidiyor’ kampanyaları yapmak değil elbette.

Kişisel yoruma dayalı inanç esaslı bir yönetim anlayışına karşı olmanın dine, İslam’a karşıtlık anlamına gelmeyeceğini, devletin topluma din dayatmasının en çok da inancın kendisine zarar vereceğini, o toplumu çürüteceğini, laikliğin inanç özgürlüğü olduğunu, inancını istediği gibi yaşamak isteyen gerçek Müslümanların sigortası olduğunu, getirilmek istenen bu yönetim anlayışıyla ülkenin nasıl bir felakete sürükleneceğini topluma anlatacak yol ve yöntemler oluşturmak gerekiyor.

Karşıtlıktan ziyade taşınan endişeye toplumu ortak etme, yapılmak istenenin hepimizin hayatını etkileyecek bir inanç, bir yaşam biçimi dayatması olduğunu anlatacak yeni bir dile ve farklı bir çabaya ihtiyaç var.

“Yapamazsınız”, “Buna gücünüz yetmez”, “Toplum buna müsaade etmez” gibi hamasi sloganlarla bu gidişatı durduramayacağımızı artık görmemiz gerekiyor.

Tekrar edeyim: İktidarın kat ettiği mesafe göz önüne alınırsa bu meseleleri tartışmanın, konuşmanın zemini her geçen gün biraz daha daralıyor.

Bir süre sonra tüm bu olup bitene karşı olmanın dine karşıtlık olarak gösterileceği, görüleceğini hesaba katmamız gerekiyor.

Bu nedenle başta dindar insanlar olmak üzere hepimize büyük sorumluluk düşüyor. (LEVENT GÜLTEKİN - DİKEN.COM)
Daha yeni Daha eski