Türkiye’deki ilk korona vakasının tespit edilmesinin ardından fırsatçıların maske ve dezenfektanları fahiş fiyata satmaya başlamasına yurttaşların gösterdiği tepkiye ve devletin önlem alması gerektiği yönündeki çağrılara liberallerin verdiği ilk karşılıklardan biri, “devlet fiyatları baskılarsa karaborsa ortaya çıkmaz mı, her satıcının başına polis mi dikeceğiz” şeklinde olmuştu.

Böyle olmuştu, çünkü liberaller piyasa denilen mekanizmaya ve onun “görünmez eli”ne öyle iman etmişlerdi ki, şartlar ne olursa olsun piyasaya müdahale edilmemesi gerektiğine, arz-talep ilişkisinin bütün meseleleri kendiliğinden çözeceğine inanıyorlardı; “ufak tefek sapmalar” yaşansa da fiyatlar nasıl olsa kendiliğinden dengeye gelirdi.

Ama sadece bu değil, verdikleri tepkinin gerisinde bir de herhangi bir ürünü meta olmasının, yani alınıp satılabilmesinin ötesinde kavrayamamaları, herhangi bir hizmetin topluma piyasa mekanizmasının dışında ve kamusal bir hizmet şeklinde sunulmasını idrak edememeleri, bunu anlayamamaları vardı.

Tam da bu nedenle, salgından korunmak için atılması gereken ilk adımlardan biri olan maske ve dezenfektanların ücretsiz olarak dağıtılması ve bunu da kamunun üstlenmesi gerektiği gerçeğine gözlerini kapıyor, piyasa savunuculuğuna devam ediyorlardı.

Ne kadar para, o kadar sağlık

Peki sadece maske ve dezenfektan mıdır ücretsiz bir kamusal hizmet olarak sunulması gereken?

Neden sağlık devletler tarafından üstlenilmesi ve kamusal bir hizmet olarak tüm yurttaşlara ücretsiz olarak sunulması zorunlu olan bir hak olarak değil de, alınıp satılabilen, fiyatlandırılan bir meta, ticari bir ürün olarak görülmektedir “gelişmiş ve modern” dünyamızda?

Kapitalizmin günümüzdeki işleyiş biçimi olan neo-liberalizm, sosyal devleti tasfiye ederken sağlığı da tıpkı eğitim ya da sosyal güvenlik gibi kamusal bir hizmet olmaktan çıkarıp ticari bir ürün haline getirmiştir de ondan.

Nasıl ki paran yoksa iyi bir eğitim alamıyorsan, nasıl ki çocuğunu devlet okullarındaki sıkış tıkış sınıflarda okutmak zorunda kalıyorsan, nasıl ki parası olanlar dershane, özel ders, burslu üniversite gibi sayısız başlıkta parası olmayanlara nazaran sayısız avantaja sahipse, aynı durum sağlıkta da geçerlidir çünkü.

Özelleştirilmiş ve piyasalaştırılmış sağlık sektöründe ancak paran kadar tedaviye, paran kadar ilaca, paran kadar aşıya ulaşabilirsin, ancak paran kadar sağlıklı olabilirsin. Parası olanın önünde ise bütün kapılar açıktır, ne kadar çok para verirsen bir ticari ürüne dönüştürülmüş sağlığı o kadar çok satın alabilirsin. 

Üstelik mesele sadece hastalandıktan sonra sağlığa ulaşma meselesi değildir; mesele hastalıklardan korunacak bir hayat yaşayabilmenin kendisinin de parayla ilişkili olması, yani sınıfsal bir nitelik taşımasıdır. Sağlıksız işlerde ve güvencesiz, sigortasız bir şekilde çalışanlar, dezenfekte edilmemiş, tıka basa dolu toplu taşım araçlarında işlerine gidip gelenler, iyi ısıtılmamış derme çatma evlerde, hava kirliliğinin alıp başını gittiği mahallelerde, semtlerde yaşayanlar daha kolay, daha çabuk hasta olurlar. Hastalanma riski en yüksek olanların sağlığa ulaşması en zor olanlar olması, “modern, gelişmiş” dünyamızın çoktan sıradanlaşmış, kanıksanmış olgularından biridir velhasıl. 

Kapitalizm adlı virüs 

Kapitalizm, temel motivasyonu kâr etmek ve biriktirmek olan, biriktirdiğini ise tekrar kâra dönüştürmeyi hedefleyen, sonra o kârı da biriktiren, yani biriktirmek için biriktirmek üzerine kurulu akıldışı bir kısırdöngüden başka bir şey değildir. Bu kısırdöngünün devamı adına da, bir virüs misali hayatın her alanını kapitalist birikim mekanizmalarının talanına açar, ormanları yok eder, dereleri kurutur, havayı kirletir, hastalıklar üretir, kamusal hizmetleri özelleştirip piyasalaştırır, yoksulu daha da yoksullaştırırken zengini daha da zenginleştirir.

Tüm bunları yaparken ise serbest piyasanın ve serbest ticaretin tüm insanlığın yararına olduğunu iddia eder, özelleştirmeleri “mülkiyetin tabana yayılması” diye makyajlayıp satmak ister, “devletin küçültülmesi”nin beraberinde demokrasiyi getireceği yalanını söyler, özel mülkiyeti özgürlüğün garantisi olarak sunar, kamusal olan her şeyi hedef tahtasına oturturken özel olanı göklere çıkartır, insanlığı bir “büyük yalan”a inandırmaya çalışır.

Yani kapitalizm sadece bir sömürü sistemi değil, aynı zamanda bir yalan mekanizmasının da adıdır. Yalan ve sömürü arasında varoluşsal bir ilişki vardır. Sistem çoğunluğun azınlığın yararına çalışması, azınlığın çoğunluğu sömürmesi üzerine kuruludur ve bizler bu sistem içerisinde birer küçük dişli, birer küçük çarktan başka bir şey değilizdir. Ve sırf bu nedenle, sırf böyle olduğumuzu fark etmeyelim diye, önümüze reklamlar, filmler, klipler, AVM’ler, markalar, zengin olma hayalleri konulur.

Varoluşumuzun çıplak hakikatine ulaşmamamız, “gerçeğin çölü”nde yaşadığımızı fark etmememiz için sonsuz bir illüzyon evreni her gün ve her gün yeniden üretilir yani.

Tıpkı şimdi olduğu gibi

Kapitalizmin gerçekte ne olduğunun farkına ise en çok “istisnai” durumlarda, savaşlarda, doğal felaketlerde, salgın hastalıklarda varılır; böylesi durumlarda hakikat daha kolay görülebilir, daha kolay fark edilebilir hale gelir, sömürü ve yalanın üzerindeki “mistik tül” bu durumlarda adeta kendiliğinden kalkar ve gerçek bize yüzünü gösteriverir.

Tıpkı şimdi olduğu gibi!

Evet, tıpkı şimdi olduğu gibi bir virüs insanlığı tehdit etmeye başlar ve biz insanlık olarak ABD sağlık sistemi üzerine, tamamen özelleştirilmiş bu sistemin sonuçları üzerine, ABD’de milyonlarca kişinin sağlık sigortasından yoksun olması üzerine konuşmaya, buna kafa yormaya başlarız.

Bir virüs ortaya çıkar ve kapitalizmin kalesi Batı devletlerinde ansızın kamulaştırmanın nimetleri keşfedilir, hastaneler kamu denetimi altına alınır, virüs testlerinin ve tedavisinin ücretsiz olması gündeme gelir, sağlığın bir insan hakkı olarak görülmesi ve kamusal bir hizmet olması gerektiği konuşulmaya başlanır.

Bir virüs tehlike çanlarını çaldırır ve biz Küba’nın, küçücük bir ada ülkesinin tıp alanında nasıl olup da bu kadar gelişmiş olabildiğini anlamaya çalışırız, sosyalizmin kırıntısının bile Çin’de salgınla mücadelede oynadığı büyük rolü fark ederiz.

Bir virüs can almaya başlar ve biz o zaman sözde endüstriyel tıp eleştirisi adı altında yapılan “aşı karşıtlığı”nın ya da “alternatif tıp” savunuculuğunun nasıl bir üçkâğıtçılık olduğunu, akla ve bilime sadakatten asla vazgeçmememiz gerektiğini görürüz.

Bir virüs zaten krize girmeye eğilimli kapitalizmin borsalarını çökertir, ekonominin durgunluğa sürükleneceği anlaşılır ve birden serbest piyasaya müdahale edilmemesi gerektiği, piyasanın görünmez eli, arz-talep dengesi vs. unutulur; devletler ve merkez bankaları piyasaya para pompalamaya başlar, şirketlerin nasıl kurtarılacağına dair planlar yapılır, kurtarma programları açıklanır ve kendi haline bırakılması halinde sağlıklı bir şekilde işleyeceği iddia edilen kapitalizme bir kez daha devletler tarafından hayat öpücüğü verilir. Masal biter, artık karşımızdaki hakikattir!

Distopyaya karşı ütopya denilenin hakikati 

Hem dünyada hem ülkemizde son derece istisnai, sadece bilim-kurgu filmlerinde görebileceğimiz, sadece bilim-kurgu romanlarında okuyabileceğimiz, distopik, tuhaf zamanlardan geçiyoruz.

Sonsuzluğun içerisindeki küçücük bir gezegendeki milyonlarca canlı türünden biri olan ve ortalama ömrü 70 yılı birazcık geçen insan denilen canlı türü, bu tuhaf zamanlardan ancak varoluşunun çıplak hakikatini fark edip insanca yaşayabileceği bir sistemi kurma iradesiyle çıkabilir.

Ancak kâr ve birikim üzerine kurulmamış olan, ancak insanın insanı sömürmediği, insanın doğayı yok etmediği, insanın insanca yaşadığı, hayatın bize dayattığı “kurtuluş yok tek başına” sözünü içselleştirmiş bir kolektif aklın ve dayanışmanın biçimlendirdiği, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan”, “her şeyin emeğin olduğu” bir dünya kurma fikri ve iradesi bizi buradan çıkarabilir. 

İçinde yaşadığımız distopyayı yaratanların “ütopya” dediği şey, insanlığın geleceği için sahici ve gerçekçi biricik çözümdür. Kurtuluş, tüm dünyada kapitalist distopyanın yerine uygulanabilir bir sistem olarak sosyalizm gerçeğini koyabilmek için mücadele etmekten geçmektedir ve bunu söylemek propaganda yapmak ya da slogan atmak değil, en basit, en yalın hakikati dile getirmek demektir. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)
Daha yeni Daha eski