1. BÖLÜM
Bu yazıyı kaleme almaya bizi iten, adeta içine itildiğimiz “corona günleri”’nde bir dostumuzun “Bu adam da senin gibi düşünüyor, eğer yanlış algılamadıysam” şerhli sosyal medyada dönüp dolaşan bir tür “ideolojik propaganda” videosu oldu. Daha çok gece yarıları ve “özelden” yollanan bu videoları eğer espiri içermiyorlarsa es geçerdik. Ama “senin gibi düşünüyor” şerhi işleri bu sefer değiştirdi. Acaba ilk bakışta mutlu bir haber olarak kabullendiğimiz bu haber doğru muydu? Sayıları hızla artmakta olsa da hali hazırda yine de o kadar az ki bizim gibi düşünenler…
Video “dijital devrim” teorisi yaptığını iddia eden birisi (veya birileri) tarafından gerçekleştirilmiştir. Çekimde yeni bir dil, yeni bir üslup, yeni bir beceri ve eğitim alanı, yeni bir yönetim ve nihayetinde yeni bir tahakküm biçimi doğuran “dijital devrim”, ön plana çıkarılmıştır. Video, Dünya nüfusunu son iki kuşaktan itibaren, dijital teknoloji kullananlar veya kullanmayanlar olarak ikiye bölüyor ve bu iki toplumsal kategoriyi savaşa tutuşturuyordu. Tıpkı sınıf savaşına tutuşmuş olanlar gibi. Şimdilik insanlığın bir bölümünün yok edilmesi-olması ile sonuçlanacağı gözle görülür ve elle tutulur bir biçimde ortada olan yeni coronavirüs pandemisi, video teorisyenine göre bir yok ediş senaryosuna uygun olarak oynanmakta olan oyundur. Olay “taammüden” hazırlanmış “örgütlü” bir müdahale olup, failleri “dijital teknoloji kullananlar” adına meçhul küresel bir yapılanmanın üyeleridir. Bu planlı hazırlığın orta vadedeki amacı ise dijital teknoloji donanımı ve yatkınlığı olmayan “yaşlı ve hasta” nüfustan başlayarak çok daha geniş çaplı adı konulmayan bir “küresel soykırımın” provasıydı. İnsanlığın böylece “dijital teknolojiye uygun hale getirilmesi” tasarlanmaktaydı, vb.
Videoda bir diğer nokta özellikle dikkatimizi çekmektedir. Konuşmacı, “şovmen” rolünde “inanıp inanmakta özgürsünüz”, “istediğiniz gibi yorumlamakta serbestsiniz”, “kabul etmeyebilirsiniz”, vb gibi deyimleri çok sık tekrarlamaktadır. Video kurgucusu iddia edilen tezlerin resepsiyonunda alıcı konumunda olan bizlere gerçekte şüphe etmekten ve özellikle de dolaylı olarak “ söylediklerimin tümünü ya sev ya reddet, ama kesinlikle üzerinde düşünüp de analiz yapmaya yani olgulara dair doğrularla safsataya dair olanlar arasında bir ayırım yapmaya girişme” komutu vermek istemektedir.
Videoyu hazırlayanların bizi hapsetmeyi düşündüğü “şartlı refleks esiri” konumuna düşmeden, şimdi de bizim sevgili dostumuza bu videodan hareket ederek “senin gibi düşünüyorlar” dedirten neden veya nedenlerin neler olduğunu anlamaya çalışalım. Bu neden, hiç şüphesiz geldiğimiz aşamada kimsenin inkar edemeyeceği bir “viral pandemi” aracılığıyla toplu yok olma-yok etme olgusunun çıkış noktası olarak alınmış olmasıdır. Zira biz de mevcut pandemi durumunu, planlanmış-programlanmış veya değil (İşin bu yanı, olayı anlamada ve problemi çözmeye çalışmakta ikinci derecede ve aşamada önemlidir) bir yok ediş-yok oluş veya siyasi tabiriyle ifade etmek gerekirse jenosit olarak biçimlenen bir olay olarak nitelemekteyiz. Bunun yanında, “dijital devrim” teorisyenleriyle böylesi bir “insanlık suçu” seviyesine dahi edilebilecek olayın nedenleri ve failleri açısından mükemmel bir görüş ayrılığı içinde olduğumuz gibi, mevcut duruma son verme konusunda ise iki karşıt kampta yer aldığımızı belirtmemiz gerekmektedir.
FELAKETİN NEDENİ KAPİTALİZMDİR
Her şeyden önce hiçbir yanlış anlamaya meydan bırakmayacak şekilde şunu belirtmemiz gerekmektedir: “dijital devrim” teorisyenlerinin bizi inandırmaya çalıştığı gibi “coronavirüs” pandemisinin “dijital teknoloji” ve onun hayatımızda yarattığı değişikliklerin tümü olduğu kesinlikle çok büyük bir yalandır. Aksine bu tezin tam tersi doğrudur: “Dijital devrim” olarak adlandırılan ve bütün yaşam alanlarında etkisini kabul ettiren şey, insanlığın bütünü ve onun evrendeki konumu açısından, tarihte görülmemiş bir şekilde huzur ve bolluk içinde yaşama imkanını temsil etmektedir.
Dijital uygulamaların sağladığı teknolojik ilerleme ve onun da yarattığı üretim alanındaki bolluk gerçekten de bir devrim niteliğindedir. Ama bu devrimin gerçekleşmesi Tarihteki insan varlığının bütünü açısından hayatın yeniden üretilmesinde karşılaşılan güçlüklerin giderilmesinden kaynaklanmaktadır. (Teknolojik gelişmenin toplu imha silahlarının üretilmesinde ve faşist rejimlerin iktidarlarını sağlamlaştırma imkanını da sağlayabilmesinin yadsınamaz bir olgu olmasına rağmen.)
Tarihi olarak belirlenmiş bir olgu olarak “dijital devrimin” evrendeki insan varlığını tehdit eder bir hal almış gibi görünmesi, teknolojik ilerlemeyle ilgili bir sorun değildir. Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin “insanlık için tehdit” haline gelmesi, ilerlemenin gerçekleştiği toplum ve o toplumun nasıl yapılaştığı, ekonomik çıkar ve sınıf çelişlerinin neler olduğu, ve bu çelişkilerin çözümünde devreye giren güçler dengesinin nasıl olduğu ile ilgili bir konudur. Bu alanlardaki olgular, kendi aralarındaki orijinal ilişkiler bir bütün oluşturacak şekilde yerli yerine konunca ortaya çıkan şey, gerçekte insanların yaşadığı bütün felaketlerin olduğu gibi “covid-19” pandemisinin de başlıca nedenin içinde gizli olduğu “klinik tablo” olacaktır. Bu bütünsel olarak var olduğu için anlamlı olan şeyi oluşturan tek tek her olgu, başlıca neden olan bütünden koparıldığı taktirde asla tek başlarına bir felaketin (veya onun tam tersi bir durumun) nedeni olamazlar. Aksine sıklıkla bunun tam tersi doğrudur. Yani olguların tek vücut halinde oluşturduğu bütün, o bütün içindeki olguların varlık nedenidir.
Burada bahsi geçen bütün insan toplumudur ve bütünü mümkün kılan güç ise tek tek insan bireylerinin toplumsallığıdır. “Dijital devrim” olarak adlandırılan ve bu bütün içinde gerçekleştirilip toplumsallaşmayla bireylerin hizmetine sunulmak üzere sindirilirler.
Bu gerekli ön açıklamadan sonra pandemi felaketine dönersek şu tespiti yapmak durumundayız: Pandemi felaketine neden olan etken kapitalist sistemdir. Çok sık ve pek düşünülmeden alışkanlık nedeni ile kullanılan “kapitalist toplum” deyimini kullanmıyoruz. Çünkü ne insanlığın birlikte yaşayabilmesi için bir ön şart olan toplumun, ömrü tarihsel olarak belirlenmiş kapitalizme ihtiyacı vardır; ne de “dijital devrimin” sürekli olması için ille de “kapitalist sistem” içinde kullanılması gerekmektedir. Aksine, “dijital devrim” gibi insanlık tarihinde yer alan çok önemli bir ilerleme “kapitalist sistemin” sınırlarına sığmamaktadır. İçinde bulunduğumuz küresel jenosider karakterli felaketin gerçek nedeni de işte tam da budur.
Kapitalist sisteme niteliğini veren sadece sermayenin, yani “değişim değerinin”, yani “paranın” toplumsal zenginliğin göstergesi ve kaynağı olmuş olması değildir. Sistemi var eden ve onu tarihsel açıdan sürekli kılan unsur, sahip olunan sermayenin sürekli ve sınır tanımayan bir biçimde arttırılarak yoğunlaşması eylemidir. Bu şekilde, insan hayatının işleyişi açısından belli bir tarih kesitinde görev üstlenen sermaye kendi kaynağı olan “canlı emekten” ve giderek de toplum ve insan hayatından koparak bir “üst değer” oluşturarak tapınılacak “Tanrının” yerini alır. Bu sınırsız birikim “canlı emek” harekete geçirilerek gerçekleştirilemediği takdirde (ki bu onun için tarihsel bir alın yazısıdır) bir sistem olarak kapitalizmin “klinik ölümü” gerçekleşmeye başlar ve o artık içinde doğup geliştiği ve insan hayatının ön şartı olan toplumu yok etmeye başlar. Bir aşamadan sonra (yürürlüğe giren ve yasa değeri atfedilen neo-liberal politikalarla birlikte) tarihsel “ileri doğru” hareketini bütünüyle kaybeden kapitalist sistem var olan toplumsallığı ve antropolojik ölçekteki insan varlığını kemirmeye başlar. Kapitalizmin eriştiği bu nihai duruma biz “sistemin kara deliğe dönüşümü” adını vermekteyiz[1].
Kapitalist sistemin bir “kara deliğe” dönüşmesinin en somut göstergeleri, bütün insanlık tarihinde asla ulaşılamamış oranda bilim ve tekniğin imkanlarını sahiplenerek yetkinleşen üretici güçlerin gelişimine rağmen işsizlik, her türlü yoksulluk, açlık, eğitimin ve öğretimin çökertilmesiyle birlikte salgın haline gelen gizli ve açık cehalet, tarım faaliyetinin besleme kaynağı olmasından zehirleme aracına dönüşmesi- çevre ve iklim sorunlarının yerküredeki bütün canlı varlığını kısa veya orta vadede yok eder hale gelmesi, vb. felaketlerdir. Covid-19 pandemisi insan varlığını tehdit eden küresel felaketlerden sadece birisi ve Çin deneyinin gösterdiği verilerden hareket edersek en öldürücüsü (bu “tehlikeli” değil, demek anlamına gelmez!) bile değildir.
Kapitalist sistemin oluşturduğu “kara delik”, belki de şimdiye kadar içinde yaşadığımız “corona günleri” müddetince oluşagelen irili ufaklı olgularla sergilendiği kadar ortaya serilmemiştir. Bizzat şahit olduğumuz en iyi örneklerden birisi Fransa’da yerleşik iktidarının aracılığı ve devlet çarkının belli bir yönde işletilmesiyle oluşturulan pandemi merkezli “kara delikti”. Netice itibariyle Fransa şartlarında pandemi “çok tehlikeli ve öldürücü” kaydıyla iktidar katında “sağlık bakanı” aracılığıyla dillendirilmiştir. Bu arada totaliter bir şekilde sistemin (yani kara deliğin) hizmetinde olan yerleşik siyasi iradenin aldığı tek önlem, daha önce Çin’de kullanılmaya başlayan ve “kinin” köklü olup yarım asırdan fazla bir süreden beri eczanelerde 5 euroya reçetesiz satılan bir ilacın yasaklanması olmuştur. Yakın geçmişte boşaltılmış olan maske rezerveleri ve teşhis kitlerinin tedariki gerçekleşmediği gibi daha birkaç güne kadar seçim faaliyeti dahi yürütülerek pandeminin bütün hızıyla halkın içinde kök salması adeta “garanti altına” alınmıştır. Sonra da pandemiyi zamana yaymaktan başka fazla bir işe yaramayan çok uzun süreceği muhtemel olan “ev hapsi”nden başka tedaviye dönük somut bir faaliyet yürütülmemiştir.
Türkiye’deki durum Fransa’dan farklı seyretmediği gibi belki oradan kat kat vahim durumdadır. Her iki ülke yönetimi de insanlara yalan söylemektedir. Örneğin Türkiye’de ölü ve vaka sayısı baştan beri çok aşağılarda gösterilmeye çalışılmıştır. Bunun yanında ise buldozerlerin açtığı toplu mezarların sayısı ise astronomik bir düzeye işaret etmektedir.
İleri sürdüğümüz bu olgulardan çok özet olarak şu sonuç çıkmaktadır: Öldüren “covid-19” olarak kodlanan bir coronavirüs değil ama yarattığı “kara delik” aracılığı ile kapitalizmdir. Virüsün “küresel soykırım” biçiminde şekillenen bu felakette oynadığı rol sadece bir celladın oynadığı rol gibidir. Yaşanan felakete “dijital devrimin” neden olduğunu iddia etmek olguları bir nevi suiistimal ederek kavram kargaşası yaratıp felaketi anlamsızlaştırmak veya gerçek anlamını gözlerden gizlemek anlamına gelmektedir. Bu ise kara deliğin çarklarından birisi haline gelerek bir insanlık suçuna iştirak etmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
[1] (Bkz. Denge ve Devrim, Bireyselliğin infilakı, El yayınları, 2018)
2. BÖLÜM
FELAKETİN FAİLİ LİBERAL FAŞİST DİKTATÖRLÜKLERDİR
Tarihi ve toplumsal bir sistem olan kapitalizm bir felaketin veya felaketlerin nedenidir demek, bir toplumsal varoluş biçimi ile o biçimle ilişkilendirilebilir olan arazlar arasında sebep-sonuç türünden bir ilişkinin mevcudiyetini ileri sürmektir. Bizleri bu tür bir ilişkinin mevcudiyetini varsaydıran, bir sistem olan kapitalizmin içinde bulunduğumuz felaket günlerinde olayın içinde geliştiği toplumun işleyişini, o toplumun bireylerinin davranışlarıyla birlikte yönlendiriyor olmasıdır.
Kapitalizm ile doğurduğu felaketler arasında var olduğunu ileri sürdüğümüz sebep-sonuç ilişkisinin geçerli olabilmesi için salt rasyonel bir ilişkilendirmenin mümkün olduğunu göstermek yetmez. Olası rasyonel ilişkinin aynı zamanda olgulara dayanması, olguların kendi aralarında ilişki olduğunu göstermek illaki gereklidir. İki yaklaşım arasındaki farklılık bir “komplo teorisi” ile (tıpkı “dijital devrim” teorisyenlerinin yaptığı gibi) hayatın bir parçası olan bir “komplo” olayının teorisini yapmak kadar birbirleri ile çelişen bir durumdur. İki yaklaşımdan birincisi olayları bir düşünceye yamamaya çalışırken, ikincisi ise var olan olaylardan bir sonuç çıkarmaya çabalamaktır.
Bunun yanında, her şeyden önce algılarımıza hitabeden olgulara dayanan ikinci yaklaşım kendisine varsayımlar, yani olgularla ispatlanmaya mecbur doğruları ileri sürmeyi yasaklamaz. Aksine, yüzeysel bir gerçeklik sunabilen algılarla verilen gerçekliği sorgulamak dolasıyla insan düşüncesinin yüzeysel gerçekliğin derinliklerine nüfuz edebilmesi için yeni varsayımlar ileri sürmek bu yaklaşım tarzının ön plana çıkardığı bir şey olmaktadır. Bilimsel düşünce olarak adlandırdığımız düşünüşün ilerlemesi için zaten başka bir yol da bulunmamaktadır.
Olgulardan hareketle kapitalizm ile covid-19 pandemisi arasındaki ilişkiye yaklaştığımızda, toplumu ve onun bireylerinin davranışlarını yönlendiren kapitalist sistemin “medikal bir felaketi” toplumsal ve siyasi bir felaket olan toplu yok oluş-yok ediş olan jenoside dönüştürmesine şahit olmaktayız. Belli somut bir faili ve failleri olan bir insanlık suçunun duyurusudur bu. Bilimsel nitelikli bir varsayım olduğu kadar aynı zamanda bir suç duyurusudur da aynı zamanda… Suç ve önlem almaya çağrı duyurusu tam olarak!
Kapitalist sistemin toplumsal yapı ve bireysel davranışlarını yönlendirirken bir sebep-sonuç ilişkisi düzeneğinde ve “sınıf savaşlarının” içinde oluşan bu insanlık suçunu gerçekleştiren ordu sermayedarlar sınıfıdır. Ordunun karargahı yerleşik siyasi iktidar ve suçun yerine getirici failleri ise siyasi iktidarın çarkını döndüren herkestir. Biz, tarihsel sonuna erişmiş günümüz kapitalizminin toplumu ve davranışları yönlendirme biçimine liberal faşizm, ve bu biçimi hayata geçirenlere de liberal faşist demekteyiz. Bu durumda, geldiği aşamadaki medikal felaketi evrende insan varlığını hedef alan bir jenosidin hamlelerinden birisine dönüştüren toplumsal felaketin faili liberal faşistlerdir.
Yaptığımız bu tespit sözlerimizin başından beri gündemde tuttuğumuz iki şeyin göstergesidir:
Kapitalizmin ve onun sisteminin günümüzdeki iktidar olma biçimi faşizmdir. Diğer bir deyişle totaliter-baskıcı ve “jenosit” gibi yöntemlerle karşıtlarını yok edici bir devlet mekanizmasına sahip olmadan kendi varlığını devam ettirmesi her şeyden önce madden bir “kara deliğe” dönüşmüş sistem için imkansız hale gelmiştir.
Kapitalist sistem içinde “demokrasi” dediğimiz toplumsal işleyiş ve yönlendirme biçimi, diğer bir ifade ile “zıtların mücadeleci birliği” imkanı birinci tespite de uygun olarak kalmamıştır. Dolayısıyla, 2. Dünya Savaşı sonrasının politikalarını belirleyen “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız dönemin sınıf mücadelelerini yönlendiren “demokratik kazanımlar” için mücadele anlam ve önemini bütünüyle yitirmiştir. Liberal faşizmi doğuran şartlar kapitalizmi yeniden demokratikleştirmenin zeminini de ortadan kaldırmıştır. Doğaldır ki bu anlam kaybı “demokrasi mücadelesinin” anlamsızlaştığı demek kesinlikle değildir. Olup biten sadece bireysel hak ve özgürlükleri niteleyen “demokratik hakların” kazanılmasının sınıf savaşının ulaştığı olağanüstü düzeye bağlı olarak komünist devrime bağlanmış olması demektir.
Sıralamaya çalıştığımız bütün bu tespitler bizi “anti kapitalist” mücadelenin artık demokrasi için yürütülen siyasi mücadelenin bitiş noktası (yani hedefi) değil ama başlangıç noktası olduğuna işaret etmektedir. Artık hedef doğrudan komünist devrimdir. Artık “komünist devrim” yerleşik siyasi iktidarlar eliyle gerçekleştirilen sıhhi, toplumsal ve kültürel felaketlerin ve işlenen insanlık suçlarının kurgulayıcısı ve faili olan liberal faşist iktidarlara karşı mücadelede “geleceğe dönük bir ideal” olmaktan çok, ağırlaşmış sorunların çözümünde insan hayatının pratik örgütlenmesinde ve bireysel davranışların yönlendirilmesinde anahtar konuma gelmiş bulunmaktadır.
ÇİN’İN DURUMU NE ANLAMA GELİYOR?
Öncelikle şu noktanın altını öncelikle çizmemiz gerekmektedir: Çin’i savunmak veya onu yerden yere vurarak olduğundan berbat bir ülke olarak göstermek gibi hiçbir art niyetimiz bulunmamaktadır. Yapmak istediğimiz sadece içinde yaşadığımız ve bütün insanlığı küresel çapta ağır bir şekilde etkileyen “medikal” bir felakette, ortaya sergilediği ve “başarılı” olarak nitelenen toplumsal ve siyasi pratiğinin neden ve sonuçlarını anlamak ve diğer pratiklerle ilişkisinin ne olabileceği konusunda fikir sahibi olmaktır.
“Devlet kapitalizminin” hüküm sürdüğü bir “Ulus-Devlet” olan Çin Halk Cumhuriyetinin (ÇHC), içinde yaşadığımız “küresel kapitalizm” şartlarında bir bütün olarak kapitalist sistemin temel taşlarından birisi ve buna bağlı oluşan felaketlerin de diğerleri gibi sorumlusu konumunda olduğunu düşünmekteyiz. Bunun yanında şu olguyu da bir gerçek olarak teslim etmek durumundayız: ÇHC felaketin çıkış noktalarından birisi olarak onunla kıyasıya mücadele etmiş ve diğer yerlerle kıyaslanınca çok daha kısa bir süre içinde ve iki milyara yaklaşan nüfusa sahip bir ülkede felaketi kontrol altına almayı başarmış bulunmaktadır.
ÇHC’nin ortaya koyduğu tavrı niteleyen tek başına bir pandemi karşısında elde ettiği “medikal” bir başarı da değildir. Onun tavrı İnsan bireyine yaklaşım anlamında özellikle de İngiltere’nin ve Fransa’nın tavrıyla da çelişmektedir. İngiltere medikal felaketin bütün ülkeye yayılmasını ön gören ve “anglo-sakson” geleneğine uygun öjenist-ırkçı bir refleks sergilemiş, sadece “en güçlülere yaşam hakkı tanıyan” (ki bu liberal faşizmin meşrebi ve ideolojisiyle bütünüyle örtüşmektedir) “sürü bağışıklığı” yolu ile, bireyleri “hayvani” yanına indirgeyen bir tavır ortaya koymuştur. Fransa’nın sergilediği, pandeminin ülkeye yayılması ve olabildiğince fazla insan öldürmesini kolaylaştıran tavır da sonucu göz önüne alındığında derinden ayrılmamaktadır. İki ayrı sosyolojik geleneği olan toplum, liberal faşizmin temel prensibi olan “insan türüne düşmanlıkta” gönül ve tavır birliğine girmiş bulunmaktadır.
Sorumuz kısaca şu olacaktır: Çin’i diğer “ileri kapitalist” ülkelerden covid-19 pandemisine karşı yürütülen mücadeleler açısından “özgün” olan yanı nasıl izah edilebilir? Açıklamaya çalışalım:
Her şeyden önce şunu belirtmemiz gereklidir: Günümüzde, ÇHC bütün dünya insanlarının tüketimine açık meta üretimi yapan devasa bir kapitalist ekonomiye sahip bir ülkedir. Bu durumunu Batının kapitalist ülkelerindeki ile kıyaslanmayacak derecede düşük ücretli işgücü seferberliğine, buna bağlı olarak dış sermaye ithaline ve şimdiye kadar görüldüğü üzere ağırlık olarak “dış pazara” üretim yapmış olmasına borçludur. Çin’in son derece büyük bir gelişim hızıyla 1980’lerden itibaren “Dünyanın sanayi devi” haline gelmesi, kapitalist sömürünün gerçekleştirilmesini mümkün kılan “değişen sermaye” ağırlıklı üretim yapabilme kapasitesine sahip olmasıdır.
30-40 yıl gibi kısa bir dönemi kapsayan bu ekonomik gelişim dönemi aynı zamanda “küresel kapitalizm ikamesi” denilen tarihi sürecin de yürürlükte olduğu süreçtir. Bu esnada ÇHC, “devlet kapitalizmi” ağırlıklı ekonomik bir güç olarak küresel kapitalizmin en önemli ana halkalarından birisi olması böyle gerçekleşmiştir. Aynı sürecin Batının kapitalist ülkelerinin işçi sınıfına dönük sonuçları ise tam bir yıkım olmuştur. Böylece, Çin’in ucuz işgücü ile rekabete sürülen Batılı emekçiler “toplumsal ilerlemeci” dediğimiz dönemdeki örgütsel, ekonomik ve siyasi planda “emek-sermaye” işbirliğine dayalı ve siyasi iktidarı değil ama “mevcut durumun iyileştirilmesini” amaçlayan sınıf mücadelelerinde kazandıkları bütün haklarını önemli ölçüde kaybetmişler, hatta 19. Yüzyıl karanlığına doğru itilmeye başlanmışlardır. Kapitalist sosyal devlet tarihe karışmış, yerine liberal faşist devlet kurumsallaştırılmıştır.
Sonuç itibariyle, Çin (ve Çin gibi ekonomik alt yapısı yeni gelişmiş olan ülkelerde) işçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişirken toplumsal entegrasyon dediğimiz şeyin temelini oluşturan “üretime katılım” ve Durkheimci tabirle ifade etmek gerekirse “toplumsal işbölümü” ve buna bağlı olarak “toplumsal dayanışma” en üst seviyesine ulaşırken; geleneksel kapitalist ülkelerde bu alanda baş döndürücü bir gerileme gerçekleşmiştir. Doğunun ve Batının “Ulus-Devletlerinde” bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskı aracı olan Devlet aygıtı Doğuda aynı zamanda sürekli toplumsallaşan sermayeye bağlı olarak toplumsal yapı ve kurumları da güçlendirirken, Batıda liberal faşist diktatörlükler altında gözü dönmüş bir “özelleştirme” ve “bireycileştirme” ile bütün toplumsal kurumlar ve resmi-sivil örgütlenmeler buharlaştırılmıştır.
Covid-19 pandemisi sökün ettiğinde ÇHC seferber edeceği “medikal” potansiyelinin yanında “dayanışma kültürü” ile yetiştirilmiş bir “gönüllüler ordusuna” ve en azından “üretimin düzenlenmesi” üzerinden de kurumsallaşmış bir “organizasyona” sahipti. Elde edilen başarının sırlarından birisi ÇHC Ulus-Devletinin toplumsallaşma sürecinde, en azından şimdilik ve tedrici olarak, devam etmesi ve Batının liberal faşist diktatörlüklerinin ise her türlü toplumsallaşma biçimine savaş açmış olması, dolayısıyla da “koruyucu devlet” yerine “faşist devleti” geçirmiş olmasıdır. Çin’in kendi ekonomisinin devamını sağlamak üzere bir tehdit oluşturan pandemi felaketine savaş açması ama uzun zamandan beri kendi halklarına savaş açmış olan Batının liberal faşist diktatörlüklerinin aksine pandeminin yayılmasını sağlayacak bütün ön şartları yerine getirmesinin maddi temelini işte bu oluşturmaktadır. “Metropol” niteliği kazanmış kapitalist ülkeler, kapitalist “koruyucu” (sosyal) devleti tasfiye ederek, salgının yayılmasının maddi zeminini daha önceden hazır hale getirmişlerdir.
Diğer yandan covid-19 pandemisine karşı başarılı sayılan mücadelede Çin’in yerleşik siyasi iktidarının gerçek hedefinin ne olduğu sorunu önemlidir. Sermayenin en azından büyük oranda toplumsallaşarak yoğunlaştığı Çin’de yerleşik iktidarın devamı da şimdilik üretimin sürekli bir şekilde “toplumsal entegrasyon” sağlamaya vesile olmasına da bağlıdır. “Sihirli formül” şudur: Ne kadar sosyalleşme, o kadar iktidar! Aksi taktirde toplumsal yıkım ve buna bağlı olarak sınıf savaşlarının yeni bir artış göstermesi gündeme gelecektir.
Yerleşik iktidarın pandemiye savaş açması, ekonominin devamını amaçladığından aynı zamanda “insan faktörü” dediğimiz ve doğrudan doğruya kapitalizmi ayakta tutan ve gelişmesini sağlayan işgücü sağlayıcısı emekçilerin varlığını ilgilendiren birçok konuda felaketlere de savaş açması demek değildir. Çin Dünyanın çevre kirliliği alanında ve yoğunlaştırılmış tarıma bağlı olarak zehirlenme olayının yaygın bir hal almış olması anlamında Batının ABD gibi “katil” ülkeleri ile yarışır durumdadır. Üstelik bu durum ağırlaşarak devam etmekte, sermayenin neden olduğu “küresel soykırımın” parçası olma özelliğini korumaktadır.
Ayrıca, ÇHC’nin durumu, sermayenin küreselleşmesi ile havaya uçurulan diğer bir “Devlet kapitalizminin” hüküm sürdüğü SSCB deneyi ile ilişkisi açısından önemlidir. Bilindiği gibi SSCB’i özel mülkiyet ağırlıklı bir yola angaje edilerek çökertilmiş ve daha öncelerden terk edilen komünizmin yolu “karşı devrimin yolu” haline getirilmiştir. Çin ekonomisinin son birkaç yıldır gerilemeye geçtiği (büyüme oranının %15’lerden %3’lerin de altına düştüğü söylenmekte) ve bunun orta vadede dış pazara endeksli ekonomiyi ve ona bağlı olarak “toplumsallaşmayı” çıkmaza sokacağı ortada bir gerçek gibi görünmektedir. Durum şimdilik “iç pazar” üzerinden idare edilmiş olsa da, kapitalizmin “sürekli sermaye artışı” ilkesinin yerine getirilmesinin uygulanamaz hale geleceği bir “alın yazgısı” gibi ortadadır. Bu durumda Çin de, geçmişin SSCB’si gibi varoluşsal bir ikilemle karşı karşıya kalmak durumunda olacaktır: Ya komünizm, ya ölüm!
Çin deneyinden covid-19 pandemisi üzerinden çıkaracağımız başlıca iki sonuç bulunmaktadır. Bunlardan birincisi içinde yaşadığımız liberal faşist diktatörlükler döneminde bireylerin sosyalleşmesini “aşırı bireycilik” ideoloji ve siyaseti üzerinden engelleyerek evrendeki insan varlığını tehdit eder bir duruma gelmiştir. İkinci olarak kapitalizmin insan varlığını soktuğu bu çıkmaz sokaktan kurtuluş, sosyalleşmeyi bireysel hak ve özgürlüklerin düzeyinde sürekli ve birbirlerini yeniden yaratacak şekilde geliştirmeyi amaçlayan komünist devrimle gerçekleşecektir.
3. BÖLÜM
MUHALEFETİN DURUMU: “ORTA SINIF” ÇIKMAZI
Bizim “orta sınıf” olarak adlandırdığımız toplumsal kategori, gerçekte “mülkiyet” esasına dayanan ekonomik yapılanmada “sermaye sınıfı” ve “işçi sınıfı” gibi bir sınıf teşkil etmemektedir. Bu kategorinin bireylerinin toplamına “orta” sıfatı yakıştırılmış olması iki gerçek sınıf arasında hiç durmaksızın yürütülen sınıf mücadelesindeki güçler dengesi tarafından çizilen sınır boylarında çıkar peşinde koşmalarından gelmektedir. “Sınıfımsı” bir bütün oluşturan bu kategorinin üyelerinin sayıca en fazla sınırın hangi tarafında kümelenecekleri kendilerine bahşedilen “ulufe” misali kırıntılara bağlıdır.
Sermayenin sosyalleşmesinin hızla artmasına bağlı olarak işçi sınıfının nicel ve nitel seviyelerde olağanüstü güçlendiği ve sınıf mücadelesinde ağır geldiği 2. Dünya Savaşı sonrasının “trade-union”cu (işbirlikçi) özelliğe de sahip “toplumsal ilerlemeci” diye adlandırdığımız genel refah döneminde “orta sınıf” tabiatı icabı güçlünün yanında olmuş ve büyük oranda işçi sınıfına yamanmıştır. Dahası bu kategori, işbirlikçi dönemin tabiatına uygun olarak, işçi sınıfının içinden gelen çok sayıdaki “işçi aristokratını” (Ustabaşılar, teknisyenler, temsilcileri sendika ağaları, vb.) da kendi saflarına katmıştır. Bu şekilde yeni gelen “taze kanla” da kendisini besleyerek, artıkları ile var olmaya çalıştığı işçi sınıfının da ahlakını bozmaya başlamış, onu da hiçbir siyasi iktidar tasası olmayan, kendisi gibi “kırıntılarla” beslenip biat edecek muktedir arayıcısı haline getirmeyi başarmıştır.
1980’lere gelindiğinde ve sınıf mücadelesi sermayedarlardan yana ağır basmaya başladığında, rakip tarafta artık kendisini başlı başına bir “sınıf” sanan “orta sınıf” dediğimiz güruh ile birlikte, bütün mücadele azmi ile birlikte işyerindeki mevziisini de işsizlik furyasıyla kaybeden nicel ve nitel olarak zayıflamış “işçi sınıfı” bulunmaktaydı. Bir önceki dönemde emek cephesinin saldırılarını püskürtmek için çırpınırken aynı zamanda tecrübe ve güç de toplayan sermayedarlar sınıfı, kapitalist devlet aygıtını yeniden organize edip hazırlıklarını tamamlayarak karşı saldırıya geçmiştir.
Sermayedarlar, sınıf savaşları tarihinde belki de son büyük kapitalist saldırısı olacak olan bu karşı atakta iki büyük ideolojik silah kullanmıştır. Bunlardan birincisi “neo-liberal” ideoloji üzerinden yayılan “aşırı bireycilik” diye adlandırdığımız ideoloji olmuştur. Bu ideolojik silah, ister kurumsal olsun isterse enformel “insani” ilişkiler üzerinden yürütülsün yerleşik bütün dayanışma biçimlerinin ve toplumsal ilişkilerin havaya uçurulması, her şeye rağmen ayakta kalanların ise “ilkel” olarak damgalanıp yasadışı ilan edilmesinde kullanılmıştır. “Aşırı bireycilik” daha çok siyasi solu ve devrimciliği “ilericilik” ve “demokratlık” teraneleriyle esir alarak çözmüş ve çökertmiştir. Bizim genel olarak “neo-goşist” veya onun siyasi-pratik ifadesine dayanarak “yetmez ama evetçi” olarak adlandırdığımız güruh, bu süreçte küresel sermayenin safına geçen karşı devrimcilerden oluşmaktadır. Liberal faşist düzenden insanların toplumsallık biçimlerini yok etmek için emek eksenli sola fütursuzca saldırmak biricik varlık nedenidir. Sol içinde bu dönemde ayakta kalan bir avuç direnişçi ise “dinozor” olarak damgalanmıştır.
İkinci etkili ideolojik silah, Fransa’da hakim akım haline gelmiş biçimiyle ırkçı milliyetçilik, Türkiye’deki varoluş biçimiyle dinci-Müslümanlıktır. Bu silaha biat eden karşı devrimcilerin varoluş nedenleri ise bireyciliğin parçalayıp örgütsüz ve dayanışmasız bıraktığı geniş emekçi kitleleri liberal faşist iktidarların “zekat” ve “fitre” ile beslenen “oyuncağı” haline getirmektir. Fransa’da Le Pen ailesinin partisi, Türkiye’de AKP bu ideolojik silahın mahsulleridir. Bu ideolojiler 20 yıl kadar için de olsa aydınların sayıca önemli bir kesimini Marksizm ve komünizmden koparırken, işçi sınıfını da kendi sınıfsal yapılarından ve kendi siyasi muhalefetinden uzaklaştırmayı başarmışladır.
Aynı zamanda bu dönem, komünist ağırlıklı gerçek bir muhalefetin içten içe hazırlık dönemidir de… Bir sosyolog olarak sahadan devşirdiğimiz verilere göre işçi sınıfı için bir “fütuhat dönemi” olan ara periyot, özellikle de Fransa’da 2000’lerin başına kadar sürdü. Bu andan itibaren işçi sınıfının bir bölümü ve sistemin “diplomalı parazitler” olarak görmeye başladığı solcu aydınlar bölükler halinde öncelikle orta sınıfın karargahı durumunda olan “sahte muhaliflerin” saflarını (sosyal demokrat tipteki partiler) terk etmeye başladılar. Fransa’daki 2002 seçimleri bunun en bariz örneğidir. Bu seçimlerde Mitterrand’ın “Sosyalist Partisi” başkanlık seçimlerinde 2. Tura dahi seçilememiş ama “aşırı sol” olarak bilinen örgütler ise son zamanların en büyük skorunu yakalayarak toplamda % 15’lerin üstüne çıkmıştır.
Bunun yanında, “orta sınıfın” manevra alanı olan ve güç dengelerin değişmeye başladığını müjdeleyen yeni sınırları belli eden mücadele bayrağı ilkönce Türkiye’de 2013 “Haziran ayaklanması” ile çizilmiştir. Fransa’da sınır boylarının bayrağı 2016 “Nuit Debout” denemesinden sonra tam bir kasırga gibi tarih sahnesine dalan “Sarı Yelek İsyanı” ile 2018’in sonbaharına kayıtlıdır.
Yeni bir “sınıf savaşları” döneminin lanse edilmesinin ilanıyla çizilen sınırların bir önceki dönemle kıyaslandığında iki önemli özelliği bulunmaktadır: 1) “Orta sınıf” üyelerinin arpalığı olan kurumsal, kurgusal ve temsili sisteme dayalı muhalefet ve örgütlenmelerden radikal bir biçimde ayrılmaktadır; 2) Daha başlangıçtan itibaren sınıf üyelerinin ve diğer mücadele neferlerinin doğrudan katılımıyla oluşturulan yeni ve komünist tabiatlı örgütlenme biçimlerini ön plana çıkarmaktadır. Birbirlerini tamamlayan bu iki nokta arasındaki sınır çizgisiyle oluşan muhalefet biçimlerini biz “sahte muhalefet” ve “gerçek muhalefet” olarak sınıflandırmaktayız.
“Gerçek muhalefet”-“sahte muhalefet” arasındaki varoluşsal ayrılığı tam olarak kavrayabilmek için şu noktayı iyice akılda tutmak gerekmektedir. Netice itibariyle bu ayırım, kendilerini “akıl küpü”, emekçi halkı ise “diplomasız cahil” ilan eden ve kırıntı ile beslenen “orta sınıf” aydınlarının “zeka jimnastiğinin” ürünü olarak doğup gelişmiş, “saf aklın” mahsulü bir durum değildir. Köklerini kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerinden almakta ve bu çelişkilerin kapitalizm yararına “çözümüyle” birlikte bütün insan türünün de yok edileceği gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Bu gerçek, içinde varlığımızı sürdürmeye çalıştığımız hayatın maddi içeriğini yansıtmakta ve olguların bin bir çeşitliliğini bireylerin algılarına sunmaktadır. Emekçiler sınıf savaşlarının uzun gerileme döneminde tek tek olgularla algılarına sunulan bu maddi gerçekliği giderek bilince, sonra da siyasi mücadeleye dönüştürmüş bulunmaktadırlar (Sarı Yelek hareketinin “doğrudan demokrasi” talebinin bu sürecin tabiatına uygun olmasının nedeni, “tabandan gelen” bir bilinç ve talebin ürünü olmasındandır). Böylece, yeni bir “gerçeklik” tanımı doğmuş, emeğe dayalı ve hayatı temsil eden “maddi gerçek”, sermayeye dayalı ve ölümü temsil eden “kurgusal gerçekten” radikal bir biçimde kopması gerçekleşmiştir[1]
Daha önce de altını birçok kez çizdiğimiz üzere, covid-19 pandemisi HAYAT ve ÖLÜM arasındaki çelişkileri ön plana çıkarmış bulunmaktadır. Bu, günümüzde evrendeki insan varlığını sorun haline getiren bu varoluşsal çelişkiler üzerine endekslenmiş bulunan sınıf mücadelelerinin çok daha radikal bir biçimde lanse edilmek üzere hazırlandığının göstergesidir. Sonuç itibariyle radikalleşen sınıf mücadelesi ise daha önce ruhunu şeytana satmış olan bütünsel bir güç olarak “orta sınıfın” işçi sınıfı üzerindeki tahakkümüne bir son vermiş olacaktır. Böylece işçi sınıfının “bağımsız sınıf tavrını” sergilemesinin önündeki en önemli engellerden birisi de aşılmış olacaktır.
SONUÇ: BİR İFŞA ARACI OLARAK “COVİD-19” VİRÜSÜ
Gözlediğimiz olgular yerli yerine konulduğunda covid-19 pandemisinin birçok toplumsal süreci harekete geçirdiği de gözlemlenecektir. Tespit ettiğimiz öne çıkan olgular çok özet olarak şöyle dizilmektedir:
– Pandemi, gün itibariyle, küresel boyutta çok sayıda insan hayatına mal olacak “ağır grip” olayına benzemektedir. En tehlikeli yanı bulaşıcı olma ve çok hızlı yayılabilme kabiliyetidir.
– Bu “ağır gribi” tetikleyen “covid-19” virüsü genel olarak “öldürücüdür”. Bu virüs toplumun yaş itibariyle aktif olmayan, yoksul olup da yeterli beslenemediğinden bağışıklık sistemi zayıflamış olan, kronik bir hastalığı veya engeli olan kesimde soykırım biçimini alabilecek bir felakete yol açmaktadır.
– Yerleşik siyasi iradelerin birçoğu, kasıt teşkil edebilecek şekilde, sirayet gücü çok yüksek olduğu anlaşılan virüsün yayılmasını kolaylaştırmak, ve yayılma sonrasında acil tedavi yöntemlerini harekete geçirmemek üzere ellerinden gelebilenin azamisini sinik bir biçimde yapmışlardır. Bu alanda yakinen izlediğimiz Fransa pratiği Avrupa’daki en tipik örneklerden birisidir. Türkiye’de ise felaket büyük bir “ölüm sessizliği” ve yoğun sansür altında hızla yol almaktadır. Her iki ülkede de “resmi kanalların” aslında bizi gerçekten diğer kanallara göre çok daha fazla uzaklaştırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.
– Pandemi felaketinin tarihsel olarak son demlerini yaşayan kapitalizmin “ölümcül” krizlerinden birisi ile örtüşmesi, felaketi bütün boyutları içinde anlamak ve ona uygun mücadele biçimleri geliştirmek üzere asla görmemezlikten gelinmeyecek bir olaydır.
– Bu eş zamanlılığın sadece bir tesadüf eseri olabileceğinin ve “covid-19” un laboratuvarda bir “biyolojik silah” olarak üretilip insanlığın başına yerleşik iktidarların örgüt veya örgütlerince salınıp salınmamasının olayı tanımlamakta mutlak anlamda belirleyici bir önemi yoktur. Olayı bu bağlama indirgeyerek “komplo teorisi” üretenler (tıpkı “dijital devrim” teorisyenleri gibi) gerçekte kapitalist sistemi aklamak için onun sonucu ortaya çıkan felaketleri tedrici bir şekilde “çete” veya hükümetlerin bireysel sorumluluğu ile sınırlamaktadırlar. Bireysel suçluluğu ön plana çıkarmak, kapitalist sistemin toplumsal suçunu gizlemeye hizmet eder.
– Yaşadığımız olayın başından beri mümkün kıldığı tespitlerde hareketle ve kapitalist sistemin geldiği aşamadaki durumu da göz önünde tutularak, yerleşik liberal faşist iktidarların “medikal” bir felaket olan pandemiyi siyasi bir komploya dönüştürmesinden bahsedebiliriz. Bunu, salgının yayılmasında kasıtlı olacak biçimde gevşek davranrak ve hastalığı tedavi etmek için gerekli çabayı göstermeyerek gerçekleştirmişlerdir.
– Yerleşik liberal faşist iktidarların kapitalist sistemin “asalak” olarak gördüğü insan nüfusuna karşı gerçekleştirdiği jenosider amaçlı komplocu tavrı, Çin’in deneyi ve Küba’nın insana verdiği değer ile ölçüldüğünde, mercek altına alınıp ortaya çıkarılmalıdır.
Netice itibariyle, yerleşik iktidarların elinde covid-19 pandemisinin, kapitalizmin kendi ömrünü uzatmak üzere, evrendeki insan varlığını onun ölçülerine göre düzenlemek için düzenlenen bir soykırım şeklinde ele alıp yönettiğini belirtmek sadece mümkün değil ama bir insanlık suçuna pasif bir şekilde de olsa iştirak etmemek için gereklidir de. Bu soykırım hareketinin baştan beri hazırlanmış bir programa göre örgütlü bir şekilde yapılıp yapılmadığı bizler için şimdiki durumda ispatlanamayacak bir şeydir. Ancak, daha çok bir “prova” şeklinde cereyan eden felaketin ilerde tekrar edeceğinin de habercisi olmaktadır. “Gerçek muhalefetin” kendi varlığını koruması ve mücadelesini sonlandırabilmesi için de böylesi bir öngörünün hesaba katılması gereklidir.
[1] Bkz. Mahir Konuk, “ÇIKIŞ HATTI, Nasıl yapmalı?”, El yayınları, 2020