Kriz kuşkusuz önemli bir kavram. Ancak tüm sosyal bilim kavramları gibi açıklayıcı olabilmesi için analitik keskinliğini koruması gerekir. Dahası, Erdoğan’ın her krizi başka bir krizle ötelendiği, her krizi yeni bir krizle aştığı bir dönemde bu kriz tahlilinin yeterli olup olmadığı sorgulamalıyız...


Hükümetin salgınla mücadelede yetersiz kaldığına dair eleştiriler giderek yaygınlaşan bir kelimeyle dile getiriliyor: “Yönetemiyorlar”. Türkiye’de İslamcı hareketin evrimini takip eden deneyimli gazeteci Ruşen Çakır şöyle başlıyor son programına:

“Bu yayında da RTE krizinden bahsedeceğim. Adım çıktı… Yıllardır Erdoğan’ın krizinden, yönetememe krizinden bahsediyorum. Bunun derinleştiğinden bahsediyorum. Artık sosyal medyada bunun espri, şaka konusu, dalga konusu olduğunun da farkındayım. Ama her geçen gün bu krizin derinleştiğini gözlüyorum ve her geçen gün bu krizin nereye doğru evrildiği konusunda bir takım düşüncelerim gelişiyor…”

Çakır’ın kendine özgü üslubuyla dile getirdiği durum, aslında siyasi yorumcular ve akademisyenler arasında pek yaygın. İkbalini AKP’ye bağlamış, partinin devlet ve basındaki uzantılarına kapılanmış yorumcular dışında AKP’nin ve lideri Erdoğan’ın bir kriz içinde olduğu uzun süredir gözlemleniyor. Kriz tespiti rejimin genel gidişatına ilişkin olduğu gibi, özel alanlara ilişkin de dile getirilebiliyor: Ekonomik krizi, siyasal kriz, ideolojik kriz, yönetim krizi, kadro krizi vs. Sağdan soldan her türlü eleştirinin bu tespit üzerinde mutabık kalması acaba tespitin objektifliğine mi, yoksa muğlaklığına mı delalet ediyor? Siyasal eleştiride az bulunan bir politik oydaşmayla karşı karşıyayız. Hani neredeyse muhayyel Yeni Türkiye’nin epistemolojik temelini atıyor yönetememe eleştirisi: Herkesin üzerinde uzlaştığı, birleştiği yeni bir milli mutabakat.

Lakin bu kadar çok şeyi tarif eden her kavram gibi kriz kavramının da bu çok-işlevli kullanımı ciddi sorunlara yol açıyor. Kriz kuşkusuz önemli bir kavram. Ancak tüm sosyal bilim kavramları gibi açıklayıcı olabilmesi için analitik keskinliğini koruması gerekir. Dahası, Erdoğan’ın her krizi başka bir krizle ötelendiği, her krizi yeni bir krizle aştığı bir dönemde bu kriz tahlilinin yeterli olup olmadığı sorgulamalıyız..

Benim gibi Marksist düşünce geleneğinden gelenler için -çoğunlukla ekonomi alanında ama azımsanmayacak ölçüde yüksek siyaset alanında da- herhangi bir somut tespite ve teklife ulaşmayan kriz tahlillerinin nasıl bir düşünsel kısırdöngüye yol açtığı çok tanıdık bir hadisedir. Marksist ekonomi politiğe dayanarak kapitalizmin nihai bir çöküşe doğru ilerlemekte olduğu konjonktürel kriz tespitleri sosyalist siyaseti güçlendirmediği gibi, Marksizme de itibar kazandırmamıştır. Bu tip kriz tahlillerindeki en büyük sorun sebep-sonuç ilişkilerinden ziyade gereklilik ilişkilerine odaklanan bir tür işlevselciliğe dayanmalarıdır. Bu da ister istemez tahlilin krizin “kaçınılmazlığını” vurgulayan bir toplumsal teleoloji ve hatta bir siyasal eskatolojiye dönüşmesine yol açar. Beklenen nihai tufanın kopmaması her seferinde olan bitenden sonra (ex post facto) kriz tahliline teğellenen ek bir açıklamayla izah edilir: Böylece tahlilin tahmin kabiliyeti sorgulanmaz ve temel varsayımları gözden geçirilmeden yeni bir kriz tahlili için kullanılabilir.

KRİZ VE ELEŞTİRİ

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına vurgulamak istiyorum: “Erdoğan’ın krizi” tespitlerinin tarif ettiği sorunlar vardır ve bunlara dair eleştiriler haklı ve geçerlidir. Bu anlamda kriz kavramı siyasal eleştirinin önemli bir aracıdır. Nitekim Batı dillerinde Latince “crisis” ve (eleştirmen anlamında) “criticus” ve 14. yüzyıl Fransızcasında “critique” ayırmak, ayırt etmek, karar vermek, seçmek anlamına gelen Antik Yunanca “krinein” kelimesinden türer. Yani, kriz ve eleştiri etimolojik ikizlerdir. Etimolojik akrabalığın farkında olmasak bile bu kardeşlik bağı pratikte ortaya çıkar aslında: Her eleştiri bir kriz tespitidir; bir anın, bir sürecin belirli bir yargı kriteri açısından seçilmesi, ortaya çıkarılmasıdır.

Günümüz sosyal bilimlerinde kullanılan kriz kavramında ise etimolojik kökende bulunan bu öznel, sübjektif unsur neredeyse tamamen kaybolmuştur. Jürgen Habermas modern kriz kavramının tıp biliminden alındığını söyler:

“Burada organizmanın kendi kendini iyileştirme güçleriyle sağlığına kavuşup kavuşamadığının belirlendiği bir hastalık anını gözümüzün önüne getiririz”.(1)

Hastalık hastanın bilincinden, iradesinden bağımsız objektif ve “kritik” bir süreçtir. Bu bağlamda teleolojik kriz tahlillerinin belki de en sorunlu yönü budur: Siyasal bilinç ve eyleme yönelik bir teklif içermemeleri. Tıpkı bilincinden bağımsız olarak iyileşen hasta gibi toplumda mevcut siyasi krizi şu ya da bu şekilde tanımlanan bir “bağışıklık sistemi” ve uzman kontrolünde verilen “ilaçlarla” aşacaktır. Bu sırada hastaya, topluma önerilen sakin olması, hastalığın veya kriz içindeki iktidarın gücünden korkmamasıdır. Kriz kavramını elden bırakmamakla beraber toplumun bu kadar pasif bir özne olarak tasavvur edildiği bir toplumsal tahayyülün derdimize derman olamayacağını düşünüyorum.

ÜÇ TARZ-I İDARE: CÜZZAM, VEBA, ÇİÇEK HASTALIĞI

Habermas sosyal bilimlerde hakim olan “sistem krizi” kavramına toplumdaki bireylerin öznel bilinçlerini de hesaba katan bir “kimlik krizi” kavramını da ekleyerek nesnel, objektif sistem analiziyle öznel, sübjektif toplumsal kuramı sentezlemeye çalışır ve bu işlemden “meşruiyet krizi” kavramını türetir. Bu yazıda bu kavramın ne kadar başarıya ulaştığını tartışmayacağım. Niyetim Habermas’ın kriz kuramının bir uygulamasından ziyade içinden geçmekte olduğumuz salgın günlerinde kriz kavramından yola çıkarak salgın ve yönetim arasındaki ilişkiyi irdelemek.

Bildiğim kadarıyla, veba yönetimi ve modern devlet arasındaki ilişkiyi irdeleyen ilk düşünür Michel Foucault’dur. “Deliliğin Tarihi”nde (1961) cüzzam ve cüzzamlıların izole edildiği hastanelerle (leprosarium) başlar hikayeye. Daha sonra başka kitaplarında da ele alacağı gibi Ortaçağ’da cüzzamlılar –örneğin doğu ve kuzey Fransa’nın kimi yerlerinde bir kilise ayiniyle(2) – toplumdan tamamen dışlanır, medeni açıdan ölmüş kabul edilirdi. Foucault’ya göre cüzzam Ortaçağ’ın sonunda Avrupa’da ortadan kalkmasına rağmen cüzzamlıları dışlayan mekanizmalar varlığını sürdürdü ve fakir gezginler, suçlular ve aklını yitirmişler için uygulanmaya devam edildi.(3) Bu kitabında Foucault hayatının sonuna kadar meşgul olacağı bir konuyu işlemeye başlamıştı: Ortaçağ cüzzam yönetimi ve modern iktidar.

1975’te yayımlanan iki kitabıyla Foucault bu konudaki düşüncelerini geliştirmeye devam eder: “Hapishanenin Doğuşu” ve 1974-75 Collège de France seminerlerinin derlendiği “Anormal”. Hapishanenin Doğuşu’nda modern gözetleme ideali olarak Bentham’ın her yeri gören “panopticon” kavramının kökenini veba dönemlerinde hayata geçirilen karantina uygulamasına dayandırır.(4) Cüzzam yönetimi dışlayarak arınmış bir toplum yaratmayı hedeflerken veba yönetimi içerleyerek disipline edilmiş bir toplumu amaçlar. Bu iki yönetim projesi 19. Yüzyılda Bentham’ın panopticon’unda iç içe geçer...


Foucault meseleyi 15 Ocak 1975 tarihli seminerinde etraflıca ele alır.(5) Batı’da bireylerin kontrolü için iki model olduğunu öne sürer: Cüzzam ve veba. Burada düşünür aslında bu tarihten önce de var olmasına rağmen veba modelinin 17. yüzyılın sonu, 18. yüzyılın başı gibi cüzzam modelinin yerini aldığını savlar. Dışlama yerine kapsamaya dayanan veba modeli nüfusu kaydeder, bölümlendirir ve en önemlisi disiplin vasıtasıyla bireyleştirir. Toplumsal disiplin klasik çağda ortaya çıkan yönetme sanatının temelini oluşturur.

Foucault 11 ve 25 Ocak 1978 tarihli Collège de France seminerlerinde aynı konuya tekrar geri döner, üstelik mühim düzeltmelerle.(6) Bu derslerinde düşünür hastalık yönetimi modelleriyle iktidar modelleri arasında tarihsel bağlantılar kurar. Buna göre, cüzzam yönetimi Ortaçağ’da hakim olan hukuki-kanuni mekanizmaya, veba yönetimi erken moderniteyle zuhur eden disiplin mekanizmasına, çiçek hastalığının yönetimi ise 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başındaki güvenlik mekanizmasına denk düşer. Çiçek hastalığıyla mücadele cüzzamdaki sürgün ve vebadaki karantinadan farklı olarak insanların kontrollü bir şekilde enfeksiyona maruz bırakıldığı yeni bir yönetim modeli arz eder.

Foucault’nun argümanını özetlemek için New York’taki The New School’dan Eugene Thacker’ın tablosuna başvuracağım:(7).


Egemenlik bir kara parçasının sınırları dahilinde, disiplin bireysel bedenler üzerinde, güvenlik ise bütün bir nüfus üzerinde tatbik edilir. Foucault bu yönetim/iktidar modellerini belirli bir kronolojik çizgi üzerinden tarif etse de aslında hiçbirinin diğerini ortadan kaldırmadığını yeni unsurun diğer unsurlarla beraber etkileşim içinde olduğunu söyler.

Foucault aşılama ve öncülü olan variolasyonun ortaya çıktığı dönemde mevcut tıp bilgisine ters bir pratik olduğunu ancak istatistik sayesinde kamuoyunda güven kazandığını belirtiyor. Bu konuda özellikle Sakız Adası doğumlu ve ünlü İstanbullu Levantenlerden Dr. Emmanuel Timoni’nin çalışmalarının önemini vurgulamak gerek.(8) Dr. Timoni 1716’da İstanbul’da uygulanan aşılama pratiğini İngiltere’de yayımlanan “Philosophical Transactions” dergisinde yayımlayarak Batı’daki tıp tartışmasına çok önemli bir katkıda bulunmuştur.(9) Timoni’nin çiçek hastalığına karşı aşı konusundaki öncü rolü Foucault’nun şematik anlatımındaki hastalık yönetimi ve iktidar mekanizmaları arasındaki bağlantının salt Batı tarihini odağa alarak anlatılamayacağını gösteriyor. Ancak bunun ötesinde bence daha önemli bir şeye işaret ediyor: Kuşkusuz her salgın hastalık iktidar mekanizmaları üzerinde çok derin etkiler bırakıyor ancak bu meselede genel bir teoriye yönelmektense somut tarihsel durumları tarif ve analiz etmek gerekiyor. Zaten Foucault da böyle bir yöntemi izlemeye çalışıyor.

HAKİM HASTALIK VE MÜŞAHHAS İKTİDAR

Bu uzun ve detaylı Foucault yorumu bize bugünkü yönetememe tartışması hakkında ne söylüyor? Öncelikle düşünürün bahsettiği her üç iktidar mekanizmasının da varlığını tespit etmek mümkün. Erdoğan’ın temel söylemi ekonomi politik öncesi siyaset teorisini andırır şekilde şahıslaşmış bir egemenlik anlayışına dayanıyor ve bu anlamda da gayet dışlayıcı. Cüzzamlılar gibi sürgün edemese de medeni ölümden, hapse, düşmanlaştırmaya varan bir süremde dışlayıcı bir iktidar pratiği bu. Bu cüzzamlıların dışında kalanlar ise çeşitli gözetleme ve örgütleme mekanizmalarıyla disipline ediliyor. Burada da sosyal medyadan tutun ekonomik yaptırımlara kadar uzanan bir dizi mekanizma uygulamaya geçiriliyor. Son olarak Covid-19 örneğinde gördüğümüz güvenlik mekanizması nüfusun belirli risk gruplarına ayrıldığı ve onlar adına belli risklerin alındığı istatistik ve matematiksel modellemenin işletildiği bir model teşkil ediyor. Aslında “yönetememe” diye adlandırılan durum tam da bu farklı modellerin arasındaki kaçınılmaz çelişkilerden kaynaklanıyor. Egemen şahıs modeli hükümdarın iktidarının sınırları içinde yaşayan her şeye hükmedebileceği vehmine dayanıyor. Oysa güvenlik modeli nüfusun milyonlara ulaştığı büyük kentlerdeki hayatın yukarıdan ilan edilen fermanlar, kanunlarla yönetilemeyeceği fikrini merkeze alıyor. Kentteki akışların; insanlar, emtia ve doğa arasındaki etkileşimin iradi bir şekilde kontrol edilemeyeceğini ancak bu akış ve etkileşimlerin gerçekleştiği ortamların düzenlenerek bunlara bir yön verilebileceğini iddia ediyor.

Acaba Foucault’nun deyişiyle günümüzün hakim hastalığı (maladie régnante) olan Covid-19 nasıl bir iktidar mekanizmasını öne çıkaracak, hangi yeni kompozisyonlara yol açacak? Kanımca odaklanmamız gereken mesele budur. Yoksa sürekli yönetemeyenler tarafından yönetildiğimiz, amiyane tabirle “idare edildiğimiz” bir dönemi konuşup duracağız. (SİNAN BİRDAL - GAZETE DUVAR)

1) Jürgen Habermas, Legitimationsprobleme im Spätkapitalismus, Frankfur a.M., Suhrkamp, 1973, s.9.
2) Michel Foucault, Abnormal: Lectures at the Collège de France 1974-1975, New York, Picador, 2003, İkinci Seminer: 15 Ocak 1975, Dipnot 11.
3) Foucault, Madness and Civilization: A History in the Age of Reason, New York, Random Books, 1988, 1. Bölüm.
4) Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, ss.195-200.
5) Foucault, Abnormal, İkinci Seminer: 15 Ocak 1975.
6) Foucault, Security, Territory, Population: Lectures at the Collège de France 1977-1978, New York, Picador, 2009, Birinci ve Üçüncü Seminerler.
7) Eugene Thacker, “The Shadows of Atheology: Epidemics, Power and Life after Foucault”, Theory, Culture and Society, C.26, No.6, s.142.
8) Timoni ailesi için bkz.: Marie De Testa ve Antoine Gautier, “Une grande famille latine de l’Empire ottoman: Les Timoni, médecins, drogmans et hommes d’Eglise”, Drogmans et Diplomates Européens Auprès La Porte Ottomane, Istanbul, ISIS, 2003, ss.235-256.
9) Emmanuel Timonius ve John Woodward, “An Account, or History, of the Procuring the Small Pox by Incision, or Inoculation; As It Has for Some Time Been Practised at Constantinople”, Philosophical Transactions (1683-1775), C.29, 1714-1716, ss.72-82.
Daha yeni Daha eski