Koronavirüs salgınının yaşattığı ekonomik sorunlara karşı alınan tedbirler açıklanırken bunlardan birisi de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başlattığı “Milli Dayanışma Kampanyası” oldu. Ancak “Biz Bize Yeteriz Türkiye’m” sloganıyla başlatılan söz konusu kampanyaya toplumdan beklenilen destek çıkmadı. Erdoğan’ın açıkladığı rakama göre şu ana kadar toplanan rakam yalnızca 1 milyar 800 milyon lira civarı.
Bağış yapanlara baktığımızdaysa daha çok kamu kurumları ve hükümete yakın işadamlarının verdiği meblağlar göze çarpıyor. Halkın verdiği destek ise neredeyse yok denecek kadar az.
Peki, Erdoğan’ın başlattığı kampanya toplum tarafından neden destek görmedi? Bu sorunun cevabını verenler sebep olarak güvensizlik, ekonomik kriz, kullanılan kutuplaştırıcı dil ve iktidarın muhalif belediyelere yaptığı baskıyı öne sürüyor.
Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ, kamu kurumlarının kampanyaya aktardığı paraları için “Sağ cepten sol cebe koyuyorlar” diyerek söze başlıyor. Kampanyanın başarısız olmasının birinci nedeninin güven sorunu olduğunu kaydeden Özdağ, Kızılay’da yaşananların, deprem vergileri için söylenen çelişkili sözlerin, para toplamayla ilgili bugüne kadar yapılan spekülasyonların bugün bu güvensizliği doğurduğunu belirterek şöyle konuşuyor:
“İktidara güvensizlik var. Türkiye’nin yönetildiği bizzat bu kurumlarına karşı güvensizlik var. Bir de millette para yok. İnsanlar zaten ciddi bir ekonomik kriz içindeydi. Korona salgını gelince kahvehanelerde, sinemalarda, tiyatrolarda, otellerde çalışan yüzbinlerce insan işsiz kaldı. Büyük çoğunluğu günlük yevmiye ve asgari ücrete çalışanlar şu an büyük sıkıntı içinde.”
Eski vekile göre diğer bir sorun ise halkın aynı şekilde Erdoğan’a karşı da ciddi bir güvensizlik hissi içinde olması. Cumhuriyetin kurulduğu günden beri herkesten vergi alındığını ve 18 yıldır AKP’nin ülkeyi yönettiğini hatırlatan Özdağ, “İnsanlar bıktılar. İnsanlar ‘benden para isteme, ben sana zaten cumhuriyet kurulduğundan beri para veriyorum’ diyor. Sen 18 yıldır ülkeyi yönetiyorsun. Sana da vergi veriyorum. 18 yıl sonra global olarak ihtiyacım oldu. Şu an 83 milyon vatandaşın paraya ihtiyacı oldu. İlk defa herkesin ihtiyacı oldu ama bugün devlet yok. İktidar yok. O yüzden millet bu zamana dek cebinden çıkanı bugün sorguluyor” diyerek iktidarın aynı zamanda muhalif belediyelere çıkarttığı engellemelerin de insanlarda öfkeye yol açtığını ekliyor .
CHP Kahramanmaraş Milletvekili Ali Öztunç ise Erdoğan’ın güvenirliğinin olmadığını bu yüzden insanların bağış yapmadığını söylüyor. İnsanların CHP’li belediyelere yardım yapmaya çalıştığını ama hükümetin çeşitli sıkıntılar çıkardığını buna rağmen belediyelerin yine de koli yardımı gibi şeylerle vatandaşa yardım etmeye çalıştığını ekliyor.
Bazı kampanyaları hatırlatan Öztunç, “Toplumda demek ki güvenirliği yok ki insanlar bağış yapmıyor artık. Geçmişte 15 Temmuz Şehitleri ve Gazileri için toplanan para, Beşiktaş saldırısı sonrası toplanan para, Deprem Vergisi… Bunların hepsi toplandı ama şu an kasada bize yardımı olacak hiçbir şey yok. Toplum da bunları görünce güvenmiyor. Hükümete yardım yapmıyor. ‘Biz bize yeteriz kampanyasına’ bakın yardım yapanlar kamu kurumları… Yani kamudan kamuya yardım gibi oldu. Toplumun ciddi bir katkısı olmadı” diyerek konuşmasını bitiriyor.
Boğaziçi Üniversite’nden sosyolog Bülent Küçük ise Türkiye’de bir sosyal sermaye biçimi olarak hayırseverlik kültürünün değişimine dikkat çekiyor. Bir süre önce TÜSEV’in hazırladığı Türkiye'de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik isimli araştırmasını değerlendiren Küçük, 2004’ten bu yana toplumda devletin kurumlarına yönelik yaşanan bir güven azalmasının söz konusu olduğunu söylüyor. Akademisyen Küçük, “Bu azalma olurken dini saiklerle yapılan hayırseverlik pratiklerinde de bir düşüş gözlemlenmektedir. Mesela zekât yüzde 57’den 2019’da 39’a, fitre 79’dan 58’e düşmüş. Bu sadece iktisadi faktörlerle açıklanamaz” diye anlatıyor. Küçük’ün aktardığına göre AK Parti, devlet kurumlarındaki etkisini artıp buradaki yerini tahkim ettikçe, sivil toplumu değersizleştirerek buradan çekilmekte; tabanı piyasa ekonomisine eklemlendikçe ise tabanındaki değerler ekonomisinde de bir dünyevileşme trendi arttırmış görünmektedir” diyor.
Devlet kurumlarına olan güvenin azalma nedenlerini “şeffaflıktan uzaklık, toplanan paraların nereye harcandığını bilinmemesi, o paraların şahsi çıkarlar için kullanıldığına dair şüphelerin artması” şeklinde sıralayan sosyolog Küçük şu tespitleri yapıyor:
“Demokratik olmayan toplumlarda kurumlara olan güven düştüğünde, sivil alanda kamusal yarar için angaje olma arzusunda da bir düşüş gözlenir. Bu zaten bilinen bir şey. İnsanların kurumlarda söz hakkı azaldıkça paralel oranda bu kurumlara olan güveni de azalır. Bu şartlarda insanlar hayırseverliklerini ilk ve doğrudan tanıdıkları kişi ve yapılara yaparlar. Bizzat bildikleri ve güvendikleri STK’lara doğrudan yardım yapmak suretiyle yönelim gösterirler. Özellikle devletin bizzat sebep olduğu mağduriyet durumlarında, mesela akademiden ihraç edilen akademisyenler örneğinde görüldüğü üzere akademisyenler sendikalar yolu ile dayanışma ağı kurabilmektedir. Bir de sınıflar ve statü grupları arası eşitsizliğin çok derinleşmediği ve adalet hissiyatının güçlü olduğu toplumlarda toplumsal dayanışma kültürü ve ruhu da görece yüksek olur.”
Son 10 yılda Türkiye’de sınıflar arası uçurumun derinleştiğini ve adaletsizlik duygusunun arttığı vurgusu yapan Küçük şöyle devam ediyor.
“Türkiye’de kentli İslami taban içinde de bu eşitsizliğin derinleştiğini görüyoruz: bir yandan gittikçe zenginleşen görece cılız bir grup, öbür yandan kent çeperlerine itilmiş ya da taşrada yaşayan, devletin, belediyelerin ve vakıfların çeşitli sosyal yardımlarıyla ayakta duran geleneksel AK parti tabanını oluşturan yoksul kesimler. Bir yandan bir grubun müsrif hayat şartları, öbür taraftan borçlanmış ve sosyal yardımlara mecbur edilmiş yoksul yığınlar... Yani, bu maddi ve simgesel eşitsizliğin bizatihi kendisi toplumun moral ekonomisini ve dayanışma ve yardımlaşma ruhunu sabote ediyor.”
Küçük’e göre geleneksel AKP tabanının çoğunluğu alt sınıflardan oluşuyor. Bu yoksullaştırılmış taban ötekine yardım yapma şartlarına sahip olmadığı gibi, sivil toplumda gönüllük temelinde kamusal yarar üretmekten ziyade, devletten ve başkaca kurumlardan yardım almaya itilmiş durumdalar. Çünkü aktif yurttaşlık ve sosyal sermaye genel bir toplumsal refahı ve sınıflar arasında görece bir eşitliği, güçlü ve güvenilir kurumları gerektirir. AKP’nin tabanındaysa bugün bir dünyevileşme sürecinin yaşandığına vurgu yapan Küçük, yorumunu şöyle bitiriyor:
“AK Parti tabanı kentlerin çeperlerinde ve taşrada, aktif yurttaşlık ve sosyal sermaye bilinçleri yeterince güçlenmemiş kesimlerden oluşuyor. Bu kitlelerin borçlanma, tüketim alışkanlarının dönüşmesi ve siyasi alandaki güçlerinin aşırı artmasının tersine işleyen iktisadi yoksullaşma ve başkalarının acılarına kayıtsız kalan ahlaki çürüme durumuna tanıklık ediyoruz. Böyle iklimlerde yardımlaşmadan ve dayanışmadan ziyade, toplumu sabote eden hınç ve nefret duygusu genişleyip derinleşmektedir. “
Rawest Araştırma Genel Müdürü Roj Esir Girasun ise kampanyaya destek bulunmamasında birinci etkenin şu anda yaşanan ekonomik kriz olduğunu söylüyor. İnsanların bu süreçte para vermek yerine zaten devletten destek beklediklerini kaydeden tecrübeli araştırmacı, “İnsanlarda devletin kendisine yardım yapacağına dair bir beklenti vardı. Bu diğer kampanyalar gibi değil. Mesela Şehit Aileleri kampanyasındaki gibi hamasi bir dil kullanılarak para toplanılacak bir kampanya değil bu kampanya. Bir de insanlar bu yardımı yaparken devlet gibi merkezi bir yere değil gerçek maddi durumunu bildiği akrabalarıyla veya dayanışma ağlarıyla hareket etmeye çalıştı” diyor.
Kampanyanın siyasi bir yere evirildiğini aktaran Girasun, bu siyasi üslubun da kampanyanın meşruiyet kazanmasına engel olduğunu vurgulayarak şunlara işaret ediyor:
“Aslında CHP’li belediyelerin yaptığı yardım AK Parti’nin büyük siyasal korkaklığını da gösterdi. Çünkü AK Parti’nin tulum şekilde oy aldığı, aralarında apolitik sağcılığın yüksek olduğu yoksul seçmenlerle CHP arasında bir ideolojik bağ engeli var. Ama yardım o engeli kaldırabilirdi. Bu yolla gayet etkili bir iletişim kurabilirsin. O yüzden onu durdurdular. Bağış kampanyası da onun devamı. Muhalifler iktidarı güçsüzleştirmeye çalıştı. İktidar muhalif belediyeleri durdurarak onların alan kazanmasına engel oldu. Durum o kadar krinimalleşti ki CHP’li belediyenin yardım toplaması artık bir özyönetim ilanı gibi nitelendiriliyor.”
AKP’ye yakınlığıyla bilinen Abdurrahman Dilipak ise bağış kampanyalarının baştan beri sağlıksız olduğunu söylüyor. Milli Piyango, 27 Mayıs alyans bağışlarını hatırlatan Dilipak, insanların artık kurumlar aracılığıyla bağış yapmama nedenlerini açıklarken “FETÖ bu anlamda bir kırılma noktası oldu. Yardım ettiğiniz dernek ve vakfa yardım etmek, üye olmak, o örgüte yardım ve yataklık etme anlamına geldi. Mallarına el de konuldu. 28 Şubat’ta Milli Görüşçüler ve MÜSİAD’ın başına gelmeyen kalmadı. 15 Temmuz sonrası FETÖ’ye bulaşanlar bu işten zararlı çıkınca sütten ağzı yananlar yoğurdu üfleyerek yemeye başladılar. İnsanlar oralardan maddi, ideolojik destek görürken, işler tersine dönünce yanlış bir iş yapmaktan korkmaya başladılar. Bu bazı tarikatlar için de aynı sonucu doğurdu. Bunun sonucu yardımları yaparken doğrudan ya da ismini gizleyerek yapmaya gitti” diyerek güvensizliğin ardında siyasi kuşkuların da yattığını öne sürüyor.
Erdoğan’ın ilan ettiği kampanyaya teveccüh edilmeme nedenini de açıklayan Dilipak, “Bu konuda bir polemik yaşandı. Erdoğan ve AK Partinin kampanyası gibi görenler ve AK Parti dışındakiler uzak durdu. AK Parti’yi destekleyenler, devlet de kendi kurumları ve iş verdiği müteahhit firmalardan, devletle işi e ilişkisi olan kurumlardan kaynak aktarma yoluna gitti böylece” diyerek sözlerini bitiriyor. (MAAZ İBRAHİMOĞLU, 28.04.2020)