Birkaç temel sabit dışında, belirsizlikler ve hesaplanması güç değişkenlerle yüklü bir tabloyla yüz yüzeyiz. Sonucu, mücadele halindeki tarafların eylemi, kabiliyet ve olanaklarıyla belirlenecek bir olasılıklar spektrumu önümüzde duruyor. Kapitalizm denen sistemi hafife almaktan daha aptalca ve uyuşturucu bir şey olamaz...
KORONA, KRİZ VE SOL
Kapitalizmin kendi çelişkileriyle çökeceği anlayışı, solda sanıldığından daha geniş etki alanına sahiptir. Reformizm, her kriz belirtisinin ardından, “işte bakın, çöktü, çöküyor” şarkısını terennüm eder. Karşı kutupta görünen volantarizmin karikatür türleri ise, aynı çöküş beklentisini bir “altın vuruşla” tamamına erdirmeyi hayal eder. Ve ikisi de aynı kapıya çıkar: Ne gerçek tarihi anlayan bir kavrayış (teori) ne de sistematik örgüt/eylem pratiği. Eylemsizlik ya da onca fedakârlığı heder eden kısır-eylemcilik. Edilgenlik ya da aynı kapıya çıkan verimsiz koşuşturmaca.
Korona krizi günlerinde soldaki tüm bu müktesebat sökün etti -yeniden!
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar.” (Marks – 18. Brumaire)
Bu aksiyom, ya “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, koşullara boşver” diye yorumlanıyor ya da “koşullar bizim adımıza tarihi yapar, eyleme boşver” biçiminde. İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor ne yazık ki.
Korona salgını bir kriz midir? Abes bir soru. Hem krizdir hem de kapitalizmin krizinin yıkıcı semptomlarından biridir. (bkz. F. Başkaya – Koronavirüs veya şeyleri yerli yerine koyabilmek! / Yeni Yaşam.) Kapitalizmin doğasına içkin durdurulamaz genişleme, büyüme, yayılma eğiliminin toplumsal yaşamı tüm boyutlarıyla yıkıma uğratmasının ötesinde, insan-doğa dengesini, tüm yaşam formlarının varlığını tehdit edecek düzeyde zorlamasının tezahürüdür Korona krizi.
Kabul etmeliyiz ki soru “çalışmadığımız yerden geldi”. Ekonomik ve politik krizler, devrimler, karşıdevrimler iyi kötü bildiğimiz şeylerdir. Küresel bir salgına karşı sosyalist sol ne yapabilir pek fikrimiz yok. Biraz da “ekonomi-politik”e fazlaca gark olmaktan bu; soru başka yerden geldiğinde bocalıyoruz. Belki de çözüm “sorun”un içinde gizli: Gark olduğumuz yerden başımızı kaldırıp bütünü görmeye çalışmak ve “gark olduğumuz” parçayı da bütünün içinde yerli yerine oturtabilmek… Üç beş yılda bir küresel salgınla karşılaşmadığımıza göre bir ölçüde bocalamak normal. Asıl soru şu: Yalınkat iktisadi ve politik analizin ötesinde, bütünsel bir sistem eleştirisinin neresindeyiz? Ve sistem hiç umulmadık bir yerden “lastik patlattığında” sözümüz-eylemimiz, ezberimizi aşıp yeni ufuklar açabiliyor mu?
“Tarih tekerrürden ibarettir” sözü galat-ı meşhurdur. Olaylar, koşullar tekerrür etmez, fakat temel eğilimler sanıldığından daha uzun ömürlüdür; farklı tarihsel sahnelerde karşımıza çıkan “tanıdık” refleksler tekerrür duygusunu pekiştirir. Tarih, verili koşulların titiz bir analiziyle ve salt görünenin değil, altındaki tarihsel derinlik ve bağlamın da gözetilmesiyle iyi kötü anlaşılabilir. Ve tarihe, neredeyse kural olarak, geleceği kestirebilme merakıyla bakılır.
Bildiğimiz krizler
Teşbihte hata olmaz diyerek “bildiğimiz” krizlere göz atalım.
1914-24 ve 1939-49 dönemleri savaş, devrim, karşıdevrim ve faşizmle karakterize büyük kriz yıllarıdır. 20. yüzyılın üçüncü büyük krizi ise (1989-91), bir çatışmadan çok sosyalizmin çözülüşüyle sonuçlandı.
20. yüzyıl sosyalizmi ilk iki krizden güçlenerek çıktı. Birincisinden 1917 Ekim Devrimi, ikincisinden faşizmin yenilgisi, doğu Avrupa ve Balkanlar’ın büyük bölümünün sosyalist kampa katılımı, devamla Çin devrimi (1949) ve klasik sömürgeciliğin çöküşü doğdu. Durum budur; fakat görüneni kayda geçmekle yetinmek ve her şeyi görünenden ibaret sanmak yanıltıcıdır.
Dünya sosyalizmi I. Dünya Savaşına güçlü işçi hareketleri ve partilerle girdi. Fakat daha savaşın ilk günlerinde ana akım sosyalizmin (II. Enternasyonal) kof ve kapitalist sisteme yedeklenen bir yapı olduğu açığa çıktı. Çarlık, Osmanlı, Alman Kayzerliği ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları’nı tarihe gömen ağır krizden yalnızca Rusya’da sosyalist devrimle çıkılabildi. Almanya ve İtalya başta olmak üzere Batı Avrupa’daki devrimci hareketler yenilgiyle sonuçlandı. Kayzerliğin çekilip gitmesiyle sonuçlanan krizin iktidara getirdiği Sosyal Demokratlar, devrimi ilerletmek isteyen eski yoldaşlarının eylemini (Spartakistler) kanla boğmaktan çekinmediler. Lenin son ana dek Avrupa devrimini bekledi, fakat beklenen gelmedi. Bu tabloda sosyalist solda iki tartışma öne çıktı: Kapitalist sistemin çöküşün eşiğinde olduğu tespitinin yerinde olup olmadığı ve Komintern’in 21 koşulunun salt kabul edilmesinin, Avrupa’daki sol-komünist partilerin devrime önderlik etmelerine yetip yetmediği. Spekülatif tartışmalara girmeden iki temel olguyu saptayabiliriz: Kapitalist sistem, sürüklendiği ağır krize rağmen, yaşamak için gerekli esneklik ve enerjiyi sergilemeyi başardı ve bu “başarı” salt politik kabiliyetle değil, yaşamak için gerekli sistemik imkanlara sahip olmayla da ilgilidir. Örneğin krizin ve “kızıl tehdidin” karşısına İtalya’da, devamla Almanya’da faşizmi çıkardı ve komünistler bu saldırıyı püskürtemediler. 1927’de Çin’deki kalkışmalarda, 1936-39 İspanya İç Savaşı’nda yenildi komünistler. Söylemek canımızı yakıyor ama Komintern (1919-1943) başarısız bir örgüt olarak ömrünü tamamladı. Krizleri devrime dönüştüremedi, karşıdevrimin ve faşizmin saldırılarını püskürtemedi. Ezcümle krizden -kendiliğinden- devrim doğmadı ya da başka sözcüklerle krizlerin akıbetini mücadele belirledi.
Aynı tarihsel kesitte gerçekleşen Rusya ve Macaristan devrimlerinin akıbetleri neden farklı oldu? Bu soruyu salt sormak bile ekonomist, kaba-determinist paradigmayı yerle bir etmeye yeter: Rusya’da salt kriz yoktur, krizi değerlendirecek potansiyele sahip devrimci birikim de vardır. 1830’lardaki Dekambrist hareketten başlayarak, devrimci Rus aydın geleneğinden, devamla Narodniklerden beslenen ve Avrupa sosyalizminin klasik müktesebatından farklı şekillenerek Bolşeviklerde cisimleşen bir devrimci parti ve yanı sıra Lenin’in deyimiyle, “20. yüzyılın ilk çeyreğinde üç devrim deneyinden geçen işçi ve devrimci köylü hareketi” vardır: Krizi değerlendiren devrimci sınıflar ve özne bu zeminde başarılı oldu, ki bunlar da yetmeyebilirdi; Lenin’in yaratıcı ve etkili önderliği olmasaydı. Macaristan’da ise 1918 başlarında kitlesel olarak yeni kurulan KP’ye katılan sosyal demokratlardan oluşan Bela Kun önderliğindeki Komünist Parti, çöken imparatorluğun yıkıntıları üzerinde iktidara geldi ve ancak dört ay dayanabildi. Tam da Marks’ın dediği gibi; insanlar kendi tarihlerini kendileri yapıyorlar fakat keyiflerine göre değil, verili koşullara ve koşulları değerlendirebilme imkân ve kabiliyetlerine göre. Tarih şapkadan tavşan çıkartmıyor ve “koşullar” dediğimiz şeye salt kapitalizmin krizleri değil, onları değerlendirecek devrimci yapı ve sınıfların durumu, gücü, gelenek ve yetenekleri de dahildir.
2. Dünya Savaşı sonrası üzerinde uzun boylu durmaya gerek yok. Savaşı Kızıl Ordu kazandı ve Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan dışındaki doğu Avrupa ülkelerinde Kızıl Ordu kazandığı için komünistler de kazanmış sayıldı. Yunanistan, İtalya ve Fransa’daki sonuçlar ise azap yüklü bir soru işareti olarak kaldı Komünist Hareketin tarihinde. Krizin ağırlığı apaçık bir şeydir; fakat politika, partiler, halkların mücadele gelenekleri vb. bağlamında yapılacak bir tartışma, tıpkı birinci krizin sonunda olduğu gibi, ikincisinde de varılan sonuçları aynı berraklıkla açığa çıkarmaya yeter; burada bu kadarıyla yetinelim.
Değişkenlerle yüklü bir tablo
Şimdi de Korona kriziyle yüz yüzeyiz. Ne kıyaslamaktır muradımız ne de yersiz analojilerle avunmak. Fakat soru ortadadır: Krize hangi koşullarda giriyoruz? Salt sistem değil, krizden özgür ve eşit bir gelecek çıkarmaya soyunan sosyalist hareket ne durumda? Verili -öznel ve nesnel- tablodan nasıl sonuçlar çıkarabiliriz?
Önce çıkaramayacaklarımız: Ne sistem kendi çelişkileriyle çökecek ne de şapkadan tavşan çıkartan bir “altın vuruşla” mutlu yarınlar gelecek.
Kesin olan diğer olgu ise; 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki kriz döneminden farklı olarak, güçlü komünist parti ve ülkelerin yokluğu, devrimci işçi-emekçi hareketlerinin zayıflığı ve sosyalizmin prestijinin onarılamadığı koşullarda girdiğimizdir yeni dönemin krizlerine. (20 yüzyıl sosyalizmini çöküşe götüren zaaflar bir yana; tüm bu zaaflara rağmen küresel ölçekteki kapışmada taraf ve odak olan bir kuvvetin varlığına dikkat çekmektir muradımız.) Elbette tablo eksikliklerden ibaret değil; Korona krizinin öngününde dünya boydan boya isyanlarla sarsıldı ve bu son on yıldaki ikinci dalga. Ezcümle kapitalist sistemin krizini tespit edebilmek için koronavirüse ihtiyaç yoktu; silsile halinde gelişen kendiliğinden isyanlar krizin kuvvetli semptomlarıdır ya da A. Çubukçu’nun deyimiyle “devrimin biçimini aradığının” işaretidir.
Özcesi birkaç temel sabit dışında, belirsizlikler ve hesaplanması güç değişkenlerle yüklü bir tabloyla yüz yüzeyiz. Sonucu, mücadele halindeki tarafların eylemi, kabiliyet ve olanaklarıyla belirlenecek bir olasılıklar spektrumu önümüzde duruyor. Kapitalizm denen sistemi hafife almaktan daha aptalca ve uyuşturucu bir şey olamaz. Bu sistem I. Dünya Savaşı sonrasının yıkım ve devrimler tablosundan faşizm ve savaşla, kan ve barutla çıkmayı başardı. II. Dünya Savaşı’ndan ise, daha 1929 krizinin ardından dillendirdiği Keynesyen modelle, refah kapitalizmiyle. Sistem içi ölümcül rekabeti “kurala-kaideye bağlayan”, ABD önderliğinde hiyerarşik bir yapı inşa eden, NATO, BM, IMF, Dünya Bankası, yeni sömürgecilik-askeri darbeler, bölgesel savaşlarla o döneme uyum sağlayan bir sistem duruyor karşımızda. Elbette kapitalizm de şapkadan tavşan çıkarmadı; yalnızca koşulların elverdiği imkanları değerlendirmeyi başardı. Her iki savaştan en az hasarla çıkan ABD sermayesinin gücü -ki dünya kapitalizminin hanesine yazılıdır bu güç-, yıkılmış Avrupa’nın inşasında değerlenecek bir sermaye birikimi, bu genişleme döneminde emekçilerin durumunu iyileştirecek imkanların açığa çıkması, sosyalist kamp karşısında sistem içi rekabetten çok işbirliğini öne çıkaran zorunluluğa uyum sağlayabilmesi, kapitalizmin ömrünün “bir krizlik” olmadığını gösterdi. Başka sözcüklerle “esnemeyi” mümkün kılacak maddi-nesnel imkanlara sahip olmasa ve bu imkanları değerlendirecek politik kabiliyetten yoksun olsaydı çöker giderdi. Bunlara, dünya sosyalizminin tıkanışının yarattığı “imkânları” değerlendirme kabiliyetini de ekleyebiliriz. Fakat gelin görün ki, kapitalizm, verili imkanları değerlendirerek “şaha kalktığı” her atılımın ardından yeni ve daha büyük yıkımların koşullarını oluşturuyor; eski tabirle fasit daireyi genişleyen ölçeklerde tekrarlıyor. Kapitalist sistem 2008, 2019 derken şimdi de trilyonlarca dolara mal olan Korona kriziyle yüz yüze. Buradan Keynesyen modelin, sosyal devletin yenilenmiş bir versiyonuyla mı çıkılacak ve bunun imkanlarına sahip mi kapitalizm? Faşizm ve savaşlarla mı? Yoksa devrimlerle mi? Sistemin merkezinde ve çevresinde, şu veya bu ülkede ne(ler) olacak?
Falcılığa soyunmayacaksak, üzerinde kendi tarihimizi de yapabileceğimiz koşullara bakabiliriz yalnızca; yani salt sistemin çöküş belirtilerine değil, kendi durumumuza da: Milyarlarca işçi, emekçinin özlemlerine, verili tabloda eşitlikçi-özgürlükçü-dayanışmacı yanıtlar geliştirme imkanlarının zorlanacağı yegâne kalkış noktası budur.
“Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği” zamanlarındayız. (Gramsci) “Tarihin durdurulamaz akışı yönünde dönüp duran şu meşhur tekerlek” bizi devrime götürmedi ve götürmeyecek; bilakis aklımızı, eylem ve irademizi felç etti bu anlayış. Devrimler düzenli bir akışın mutlu sona ulaşması değildir; “uçurumdan önceki son çıkışı haber veren alarm çanıdır”. Ve insanlar o çıkışa geçmişteki güzel zamanlardan gözlerini ayıramadan ve fakat onları geçmişe değil geleceğe fırlatan fırtınada kanat çırpan “tarih meleğinin” sürüklenmesi türünden bir hareketle yönelirler. (bkz. Walter Benjamin)
Milyonlarca emekçiden birinin, bir kamyon şoförünün, “Bizi Korona değil bu düzen öldürür!” haykırışı memleket vicdanının sesi olabiliyor ve Ali kıran baş kesen “soylu bakanı” açıklama yapmaya mecbur kılıyorsa, iradenin iyimserliği için bütün şartlara sahibiz demektir. Tam da bu iyimserlik hem koşullar hem de dağınıklığımız üzerinde tutkulu bir enerjiyle çalışmaya başlamalıdır: Sosyalizm bu gerçek hareketin adıdır; ölü formüllerin, kof iyimserliğin değil!
Dört başı mamur bir “koronayla mücadele programı” çıkarma yeterliliğinden yoksunuz. Yalnızca temel ilkeye dikkat çekebiliriz: Koronayla mücadelenin bütün gerekleri, bu iş için gerekli bütün kaynaklar emekçi insanlık lehine eşit ve adil şekilde değerlendirilmelidir. Sermayenin ve devletlerin bencil çıkarlarını değil; emekçilerin sağlığını, mutluluğunu ve yeryüzünde tüm canlıların uyumlu yaşayabildiği bir uygarlığı merkeze alan bir program: Çatışmanın ve saflaşmanın ekseni budur. 250-300 kişiden mürekkep yeryüzü oligarşisinin dört milyar insanın gelirini aşan servete sahip olduğu bir dünyada, “Kaynak nerede?” sorusu tamamen saçmadır; kaynağın nerede olduğu ve neresi için kullanılması gerektiği gayet açıktır. Zorlama, eylem, örgüt; hepsi bu eksenin gereklerine göre şekillenmelidir. Sosyalist ve/veya güvenilir sağlık-bilim kurullarının önereceği tedbirler -ki bu tedbirlerin sermayenin bencil çıkarlarıyla çatışması kaçınılmazdır- harfiyen yerine getirilmelidir. Ayak sürüyen devletlerin burnunu sürtecek eylem, örgütlenme, inisiyatiflerin önündeki yegâne program budur. Yaşamsal çıkarları, özlemleri bu programla kesişen herkesin “partisi” bu talepler manzumesidir bu süreçte; ve bu talepler için gelişecek gerçek harekete de sosyalist hareket denir. Gelecek ve ütopyaya giden yol buradan, böylesi uğraklardan geçer; anın gereklerine verilen isabetli devrimci yanıt(lar), bizatihi sosyalist hareketin ve sosyalizmin temel kurucu dinamiğidir. “Doğru halkayı” kavrayarak başlayan hareket; arınma, bilinçlenme, daha ileri eylem ve örgüt biçimlerine ulaşmanın yegâne kalkış noktasıdır.
Koşulları değiştirme uğraşı içinde kendimizi de değiştiririz ve bir noktadan başlamak zorundayız; herhangi bir noktadan değil, can alıcı halkadan! (NABİ KIMRAN - SENDİKA.ORG)
KORONA, KRİZ VE SOL
Kapitalizmin kendi çelişkileriyle çökeceği anlayışı, solda sanıldığından daha geniş etki alanına sahiptir. Reformizm, her kriz belirtisinin ardından, “işte bakın, çöktü, çöküyor” şarkısını terennüm eder. Karşı kutupta görünen volantarizmin karikatür türleri ise, aynı çöküş beklentisini bir “altın vuruşla” tamamına erdirmeyi hayal eder. Ve ikisi de aynı kapıya çıkar: Ne gerçek tarihi anlayan bir kavrayış (teori) ne de sistematik örgüt/eylem pratiği. Eylemsizlik ya da onca fedakârlığı heder eden kısır-eylemcilik. Edilgenlik ya da aynı kapıya çıkan verimsiz koşuşturmaca.
Korona krizi günlerinde soldaki tüm bu müktesebat sökün etti -yeniden!
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar.” (Marks – 18. Brumaire)
Bu aksiyom, ya “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, koşullara boşver” diye yorumlanıyor ya da “koşullar bizim adımıza tarihi yapar, eyleme boşver” biçiminde. İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor ne yazık ki.
Korona salgını bir kriz midir? Abes bir soru. Hem krizdir hem de kapitalizmin krizinin yıkıcı semptomlarından biridir. (bkz. F. Başkaya – Koronavirüs veya şeyleri yerli yerine koyabilmek! / Yeni Yaşam.) Kapitalizmin doğasına içkin durdurulamaz genişleme, büyüme, yayılma eğiliminin toplumsal yaşamı tüm boyutlarıyla yıkıma uğratmasının ötesinde, insan-doğa dengesini, tüm yaşam formlarının varlığını tehdit edecek düzeyde zorlamasının tezahürüdür Korona krizi.
Kabul etmeliyiz ki soru “çalışmadığımız yerden geldi”. Ekonomik ve politik krizler, devrimler, karşıdevrimler iyi kötü bildiğimiz şeylerdir. Küresel bir salgına karşı sosyalist sol ne yapabilir pek fikrimiz yok. Biraz da “ekonomi-politik”e fazlaca gark olmaktan bu; soru başka yerden geldiğinde bocalıyoruz. Belki de çözüm “sorun”un içinde gizli: Gark olduğumuz yerden başımızı kaldırıp bütünü görmeye çalışmak ve “gark olduğumuz” parçayı da bütünün içinde yerli yerine oturtabilmek… Üç beş yılda bir küresel salgınla karşılaşmadığımıza göre bir ölçüde bocalamak normal. Asıl soru şu: Yalınkat iktisadi ve politik analizin ötesinde, bütünsel bir sistem eleştirisinin neresindeyiz? Ve sistem hiç umulmadık bir yerden “lastik patlattığında” sözümüz-eylemimiz, ezberimizi aşıp yeni ufuklar açabiliyor mu?
“Tarih tekerrürden ibarettir” sözü galat-ı meşhurdur. Olaylar, koşullar tekerrür etmez, fakat temel eğilimler sanıldığından daha uzun ömürlüdür; farklı tarihsel sahnelerde karşımıza çıkan “tanıdık” refleksler tekerrür duygusunu pekiştirir. Tarih, verili koşulların titiz bir analiziyle ve salt görünenin değil, altındaki tarihsel derinlik ve bağlamın da gözetilmesiyle iyi kötü anlaşılabilir. Ve tarihe, neredeyse kural olarak, geleceği kestirebilme merakıyla bakılır.
Bildiğimiz krizler
Teşbihte hata olmaz diyerek “bildiğimiz” krizlere göz atalım.
1914-24 ve 1939-49 dönemleri savaş, devrim, karşıdevrim ve faşizmle karakterize büyük kriz yıllarıdır. 20. yüzyılın üçüncü büyük krizi ise (1989-91), bir çatışmadan çok sosyalizmin çözülüşüyle sonuçlandı.
20. yüzyıl sosyalizmi ilk iki krizden güçlenerek çıktı. Birincisinden 1917 Ekim Devrimi, ikincisinden faşizmin yenilgisi, doğu Avrupa ve Balkanlar’ın büyük bölümünün sosyalist kampa katılımı, devamla Çin devrimi (1949) ve klasik sömürgeciliğin çöküşü doğdu. Durum budur; fakat görüneni kayda geçmekle yetinmek ve her şeyi görünenden ibaret sanmak yanıltıcıdır.
Dünya sosyalizmi I. Dünya Savaşına güçlü işçi hareketleri ve partilerle girdi. Fakat daha savaşın ilk günlerinde ana akım sosyalizmin (II. Enternasyonal) kof ve kapitalist sisteme yedeklenen bir yapı olduğu açığa çıktı. Çarlık, Osmanlı, Alman Kayzerliği ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları’nı tarihe gömen ağır krizden yalnızca Rusya’da sosyalist devrimle çıkılabildi. Almanya ve İtalya başta olmak üzere Batı Avrupa’daki devrimci hareketler yenilgiyle sonuçlandı. Kayzerliğin çekilip gitmesiyle sonuçlanan krizin iktidara getirdiği Sosyal Demokratlar, devrimi ilerletmek isteyen eski yoldaşlarının eylemini (Spartakistler) kanla boğmaktan çekinmediler. Lenin son ana dek Avrupa devrimini bekledi, fakat beklenen gelmedi. Bu tabloda sosyalist solda iki tartışma öne çıktı: Kapitalist sistemin çöküşün eşiğinde olduğu tespitinin yerinde olup olmadığı ve Komintern’in 21 koşulunun salt kabul edilmesinin, Avrupa’daki sol-komünist partilerin devrime önderlik etmelerine yetip yetmediği. Spekülatif tartışmalara girmeden iki temel olguyu saptayabiliriz: Kapitalist sistem, sürüklendiği ağır krize rağmen, yaşamak için gerekli esneklik ve enerjiyi sergilemeyi başardı ve bu “başarı” salt politik kabiliyetle değil, yaşamak için gerekli sistemik imkanlara sahip olmayla da ilgilidir. Örneğin krizin ve “kızıl tehdidin” karşısına İtalya’da, devamla Almanya’da faşizmi çıkardı ve komünistler bu saldırıyı püskürtemediler. 1927’de Çin’deki kalkışmalarda, 1936-39 İspanya İç Savaşı’nda yenildi komünistler. Söylemek canımızı yakıyor ama Komintern (1919-1943) başarısız bir örgüt olarak ömrünü tamamladı. Krizleri devrime dönüştüremedi, karşıdevrimin ve faşizmin saldırılarını püskürtemedi. Ezcümle krizden -kendiliğinden- devrim doğmadı ya da başka sözcüklerle krizlerin akıbetini mücadele belirledi.
Aynı tarihsel kesitte gerçekleşen Rusya ve Macaristan devrimlerinin akıbetleri neden farklı oldu? Bu soruyu salt sormak bile ekonomist, kaba-determinist paradigmayı yerle bir etmeye yeter: Rusya’da salt kriz yoktur, krizi değerlendirecek potansiyele sahip devrimci birikim de vardır. 1830’lardaki Dekambrist hareketten başlayarak, devrimci Rus aydın geleneğinden, devamla Narodniklerden beslenen ve Avrupa sosyalizminin klasik müktesebatından farklı şekillenerek Bolşeviklerde cisimleşen bir devrimci parti ve yanı sıra Lenin’in deyimiyle, “20. yüzyılın ilk çeyreğinde üç devrim deneyinden geçen işçi ve devrimci köylü hareketi” vardır: Krizi değerlendiren devrimci sınıflar ve özne bu zeminde başarılı oldu, ki bunlar da yetmeyebilirdi; Lenin’in yaratıcı ve etkili önderliği olmasaydı. Macaristan’da ise 1918 başlarında kitlesel olarak yeni kurulan KP’ye katılan sosyal demokratlardan oluşan Bela Kun önderliğindeki Komünist Parti, çöken imparatorluğun yıkıntıları üzerinde iktidara geldi ve ancak dört ay dayanabildi. Tam da Marks’ın dediği gibi; insanlar kendi tarihlerini kendileri yapıyorlar fakat keyiflerine göre değil, verili koşullara ve koşulları değerlendirebilme imkân ve kabiliyetlerine göre. Tarih şapkadan tavşan çıkartmıyor ve “koşullar” dediğimiz şeye salt kapitalizmin krizleri değil, onları değerlendirecek devrimci yapı ve sınıfların durumu, gücü, gelenek ve yetenekleri de dahildir.
2. Dünya Savaşı sonrası üzerinde uzun boylu durmaya gerek yok. Savaşı Kızıl Ordu kazandı ve Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan dışındaki doğu Avrupa ülkelerinde Kızıl Ordu kazandığı için komünistler de kazanmış sayıldı. Yunanistan, İtalya ve Fransa’daki sonuçlar ise azap yüklü bir soru işareti olarak kaldı Komünist Hareketin tarihinde. Krizin ağırlığı apaçık bir şeydir; fakat politika, partiler, halkların mücadele gelenekleri vb. bağlamında yapılacak bir tartışma, tıpkı birinci krizin sonunda olduğu gibi, ikincisinde de varılan sonuçları aynı berraklıkla açığa çıkarmaya yeter; burada bu kadarıyla yetinelim.
Değişkenlerle yüklü bir tablo
Şimdi de Korona kriziyle yüz yüzeyiz. Ne kıyaslamaktır muradımız ne de yersiz analojilerle avunmak. Fakat soru ortadadır: Krize hangi koşullarda giriyoruz? Salt sistem değil, krizden özgür ve eşit bir gelecek çıkarmaya soyunan sosyalist hareket ne durumda? Verili -öznel ve nesnel- tablodan nasıl sonuçlar çıkarabiliriz?
Önce çıkaramayacaklarımız: Ne sistem kendi çelişkileriyle çökecek ne de şapkadan tavşan çıkartan bir “altın vuruşla” mutlu yarınlar gelecek.
Kesin olan diğer olgu ise; 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki kriz döneminden farklı olarak, güçlü komünist parti ve ülkelerin yokluğu, devrimci işçi-emekçi hareketlerinin zayıflığı ve sosyalizmin prestijinin onarılamadığı koşullarda girdiğimizdir yeni dönemin krizlerine. (20 yüzyıl sosyalizmini çöküşe götüren zaaflar bir yana; tüm bu zaaflara rağmen küresel ölçekteki kapışmada taraf ve odak olan bir kuvvetin varlığına dikkat çekmektir muradımız.) Elbette tablo eksikliklerden ibaret değil; Korona krizinin öngününde dünya boydan boya isyanlarla sarsıldı ve bu son on yıldaki ikinci dalga. Ezcümle kapitalist sistemin krizini tespit edebilmek için koronavirüse ihtiyaç yoktu; silsile halinde gelişen kendiliğinden isyanlar krizin kuvvetli semptomlarıdır ya da A. Çubukçu’nun deyimiyle “devrimin biçimini aradığının” işaretidir.
Özcesi birkaç temel sabit dışında, belirsizlikler ve hesaplanması güç değişkenlerle yüklü bir tabloyla yüz yüzeyiz. Sonucu, mücadele halindeki tarafların eylemi, kabiliyet ve olanaklarıyla belirlenecek bir olasılıklar spektrumu önümüzde duruyor. Kapitalizm denen sistemi hafife almaktan daha aptalca ve uyuşturucu bir şey olamaz. Bu sistem I. Dünya Savaşı sonrasının yıkım ve devrimler tablosundan faşizm ve savaşla, kan ve barutla çıkmayı başardı. II. Dünya Savaşı’ndan ise, daha 1929 krizinin ardından dillendirdiği Keynesyen modelle, refah kapitalizmiyle. Sistem içi ölümcül rekabeti “kurala-kaideye bağlayan”, ABD önderliğinde hiyerarşik bir yapı inşa eden, NATO, BM, IMF, Dünya Bankası, yeni sömürgecilik-askeri darbeler, bölgesel savaşlarla o döneme uyum sağlayan bir sistem duruyor karşımızda. Elbette kapitalizm de şapkadan tavşan çıkarmadı; yalnızca koşulların elverdiği imkanları değerlendirmeyi başardı. Her iki savaştan en az hasarla çıkan ABD sermayesinin gücü -ki dünya kapitalizminin hanesine yazılıdır bu güç-, yıkılmış Avrupa’nın inşasında değerlenecek bir sermaye birikimi, bu genişleme döneminde emekçilerin durumunu iyileştirecek imkanların açığa çıkması, sosyalist kamp karşısında sistem içi rekabetten çok işbirliğini öne çıkaran zorunluluğa uyum sağlayabilmesi, kapitalizmin ömrünün “bir krizlik” olmadığını gösterdi. Başka sözcüklerle “esnemeyi” mümkün kılacak maddi-nesnel imkanlara sahip olmasa ve bu imkanları değerlendirecek politik kabiliyetten yoksun olsaydı çöker giderdi. Bunlara, dünya sosyalizminin tıkanışının yarattığı “imkânları” değerlendirme kabiliyetini de ekleyebiliriz. Fakat gelin görün ki, kapitalizm, verili imkanları değerlendirerek “şaha kalktığı” her atılımın ardından yeni ve daha büyük yıkımların koşullarını oluşturuyor; eski tabirle fasit daireyi genişleyen ölçeklerde tekrarlıyor. Kapitalist sistem 2008, 2019 derken şimdi de trilyonlarca dolara mal olan Korona kriziyle yüz yüze. Buradan Keynesyen modelin, sosyal devletin yenilenmiş bir versiyonuyla mı çıkılacak ve bunun imkanlarına sahip mi kapitalizm? Faşizm ve savaşlarla mı? Yoksa devrimlerle mi? Sistemin merkezinde ve çevresinde, şu veya bu ülkede ne(ler) olacak?
Falcılığa soyunmayacaksak, üzerinde kendi tarihimizi de yapabileceğimiz koşullara bakabiliriz yalnızca; yani salt sistemin çöküş belirtilerine değil, kendi durumumuza da: Milyarlarca işçi, emekçinin özlemlerine, verili tabloda eşitlikçi-özgürlükçü-dayanışmacı yanıtlar geliştirme imkanlarının zorlanacağı yegâne kalkış noktası budur.
“Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği” zamanlarındayız. (Gramsci) “Tarihin durdurulamaz akışı yönünde dönüp duran şu meşhur tekerlek” bizi devrime götürmedi ve götürmeyecek; bilakis aklımızı, eylem ve irademizi felç etti bu anlayış. Devrimler düzenli bir akışın mutlu sona ulaşması değildir; “uçurumdan önceki son çıkışı haber veren alarm çanıdır”. Ve insanlar o çıkışa geçmişteki güzel zamanlardan gözlerini ayıramadan ve fakat onları geçmişe değil geleceğe fırlatan fırtınada kanat çırpan “tarih meleğinin” sürüklenmesi türünden bir hareketle yönelirler. (bkz. Walter Benjamin)
Milyonlarca emekçiden birinin, bir kamyon şoförünün, “Bizi Korona değil bu düzen öldürür!” haykırışı memleket vicdanının sesi olabiliyor ve Ali kıran baş kesen “soylu bakanı” açıklama yapmaya mecbur kılıyorsa, iradenin iyimserliği için bütün şartlara sahibiz demektir. Tam da bu iyimserlik hem koşullar hem de dağınıklığımız üzerinde tutkulu bir enerjiyle çalışmaya başlamalıdır: Sosyalizm bu gerçek hareketin adıdır; ölü formüllerin, kof iyimserliğin değil!
Dört başı mamur bir “koronayla mücadele programı” çıkarma yeterliliğinden yoksunuz. Yalnızca temel ilkeye dikkat çekebiliriz: Koronayla mücadelenin bütün gerekleri, bu iş için gerekli bütün kaynaklar emekçi insanlık lehine eşit ve adil şekilde değerlendirilmelidir. Sermayenin ve devletlerin bencil çıkarlarını değil; emekçilerin sağlığını, mutluluğunu ve yeryüzünde tüm canlıların uyumlu yaşayabildiği bir uygarlığı merkeze alan bir program: Çatışmanın ve saflaşmanın ekseni budur. 250-300 kişiden mürekkep yeryüzü oligarşisinin dört milyar insanın gelirini aşan servete sahip olduğu bir dünyada, “Kaynak nerede?” sorusu tamamen saçmadır; kaynağın nerede olduğu ve neresi için kullanılması gerektiği gayet açıktır. Zorlama, eylem, örgüt; hepsi bu eksenin gereklerine göre şekillenmelidir. Sosyalist ve/veya güvenilir sağlık-bilim kurullarının önereceği tedbirler -ki bu tedbirlerin sermayenin bencil çıkarlarıyla çatışması kaçınılmazdır- harfiyen yerine getirilmelidir. Ayak sürüyen devletlerin burnunu sürtecek eylem, örgütlenme, inisiyatiflerin önündeki yegâne program budur. Yaşamsal çıkarları, özlemleri bu programla kesişen herkesin “partisi” bu talepler manzumesidir bu süreçte; ve bu talepler için gelişecek gerçek harekete de sosyalist hareket denir. Gelecek ve ütopyaya giden yol buradan, böylesi uğraklardan geçer; anın gereklerine verilen isabetli devrimci yanıt(lar), bizatihi sosyalist hareketin ve sosyalizmin temel kurucu dinamiğidir. “Doğru halkayı” kavrayarak başlayan hareket; arınma, bilinçlenme, daha ileri eylem ve örgüt biçimlerine ulaşmanın yegâne kalkış noktasıdır.
Koşulları değiştirme uğraşı içinde kendimizi de değiştiririz ve bir noktadan başlamak zorundayız; herhangi bir noktadan değil, can alıcı halkadan! (NABİ KIMRAN - SENDİKA.ORG)