Bağımsız ve keskin gözlemcilerin Gezi protestolarından başlayarak, yıllardır anlatmaya çalıştığı yıllardır dillerinde tüy bitercesine anlatmaya çalıştığı sistem gerçeği, nihayet bir yabancı düşüce kuruluşu tarafından tescillendi.
Bertelsmann Vakfı, iki yılda bir yayınladığı 'Dönüşüm Endeksi'nde (BTI), Erdoğan'ın bir 'sürekli devrim' formatında geri dönüş kapılarını bir bir kapatarak adım adım inşa ettiği düzenin adını koydu: Otokrasi. Araştırmada bunu ayrıca 'de facto (fiili) diktatörülük' olarak da ilan etti.
Bu saptamaların her bakımdan ciddiye alınacak yanı var, çünkü birtakım kabul görmüş kriterlerin süzgecinden geçip geçerlilik durumdalar.
Nedir otokrasi? İngilizce Wikipedia'ya göre şu:
"Tek bir şahıs veya parti olarak tanımlanan otokratın temsil ettiği bir yönetimin yüce ve mutlak iktidara sahip olduğu sistem. Bu otokratın kararları yasal sınırlamaların da, toplumsal denetim mekanizmalarından da muaftır - bunun istisnaları bir darbe veya kitlesel kalkışmadır."
Britannica Ansiklopledisi'nin tanımına göre ise otokrasi, 'İktidarın, bir diktatör veya bir güç odağı grubun, mesela bir cunta veya parti yönetimi, tek bir merkezde temerküzüdür. Bu merkezin varlığı, muhalefetin güç kullanımıyla ezilmesi ve yoğun muhalefete yol açacak sosyal gelişmelerin kısıtlanmasına dayanır. Merkezin iktidarı ne etkin denetimlere maruz kalır, ne de özgün yaptırımlara muhatap olur: O mutlak iktidardır... Otokratik yönetimin en belirgin biçimi, Totalitaryanizm'dir: Onu ötekilerden ayıran özellik, devlet iktidarını yurttaşlarına resmi ideolojiyi dayatmada kullanmasıdır.'
Bu tanımlamaların 2013'te işaret fişeğinin yakıldığı, ardından Erdoğan'ın kararlılıkla, eski baskıcı-zorba devlet güçlerini de yeni bir ittifakla etrafına toplayarak (kuşatılarak ve buna zorlanarak) adım adım ve bol entrika dozlu hamlelerle kurduğu, arka planı bulanık kısmi bir askeri kalkışmayı kullanıp hemen ardından bir referandumla kendince meşruiyet kazandırdığı mevcut düzeni ifade ettiğinden kuşku yok.
Kuşku götürmeyen daha pek çok başvuru kaynağı var: Medya ve ifade özgürlüğü yıllık raporları; insan hakları, yargı bağımsızlığı ve şeffaflık endeksleri...
Kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığını, adalet sisteminin çöktüğünü, denge-denetim sisteminin tamamen devre dışı bırakıldığını, öteden beri merkeziyetçilik saplantısı ile varlık sürdüren idari yapının mutlak merkeziyetçi bir limana yanaştığını bilmeyen kalmadı.
Buna bir de, Erdoğan'ın temsil ettiği teokrasi akıntısının devletin gözeneklerine işlemiş etkisini, ve bu eğilimin, bizzat Erdoğan'ın ittifak kurduğu yayılmacı (irredentist) aşırı milliyetçi kliklerin Türkiye'nin güney ve batısına doğru başlattığı durmak bilmez hamlelerini ve MHP kanadının öncülüğünde Kürt varlığını yerle bir etme kararlılığını ekleyin.
Devlet kurumlarının içinin boşaltılmasını ve medyanın onulmaz bir terbiyeden geçirilip Sovyet tarzı bir organik iktidar uzantısı haline getirilmişliğini de hatırda tutun.
Bu bileşke, bizlere Türkiye'nin 2013'ten bu yana izlediğimiz serüveninde, otokrasinin totaliter düzene ilerleyişinin yürek burkan kaçınılmazlığını da anlatıyor.
Yıllardır akıl, hafıza ve vicdan sahibi insanları hayret ve dehşete düşüren, çoğu lanetlenerek unutulan, ama asla sonu gelmeyen baskı, cinayet, tehdit, şiddet olaylarını tamamlanmasına ramak kalan bir diktatörlük mimarisinin içinde görmek kimileri için kolay, kimileri için zor. İkinciler, ne yazık ki, çoğunlukta: Önemli bir kısmı da ezberlerin, geçmişe dair özlemlerin hipnozunda.
Türk otokrasisi hızını ve kolaylıklarını, ona muhalefet edenlerin vizyonunu 1930'lar Türkiyesi'nin veya Soğuk Savaş'ın otokratik yapılarının ütopyasından kopamayanların, geleceğe dair yeni ve yaratıcı vizyonlar kuramama zaafına borçlu. Türkiye, iktidarı ve muhalefetiyle, zihinleri tutsak veya tembel olanların içinde birlikte debelendiği anakronik bir canlılar mezarlığı görünümünde; acıdır ama manzara böyle.
Buradan çıkış var mı? Madem düzen bir otokrasidir, madem düzen, bir görüşe göre tek adam rejimi, bir başkasına göre parti devleti, bir başkasına göre polis devletidir; Kürtlere sorarsanız düpedüz bir faşizmdir hüküm süren (haksız oldukları öne sürülemez), kimilerine göre organize işlerde tecrübeli mafyatik milis yapıları, çete formasyonları devleti yeniden teşrif etmiştir, acaba buradan bir U dönüşü olabilir mi?
Görüntü hiçbir umut ışığı saçmıyor.
Tersine, gün be gün, iktidar geri kalan devlet içi ve çeperindeki yapıları kontrolü almak üzere adım adım ilerliyor. Tarih Vakfı'nın Ensar'a teslim edilmesi, yeni YÖK kanunu değişiklikleri, OHAL yetkilerinin valiliklere transferi, sarı basın kartlarının Saray'a bağlı bir dairenin yetkisine bağlanması, TBMM'nin muhalefet için bir 'soru panosu'na çevrilmesi vs. vs.
Öte yandan, COVID-19 krizinde bilimsel, bağımsız bir kaynak olarak iş yapmaya çalışan Türk Tabipleri Birliği'nin tehdit ve gözaltılara maruz kalması, derken açıkça Diyanet'in bir nefret söylemi numunesi olan eşcinselleri hedef gösteren hutbesi ardından bazı baroların kriminalize edilmesi, ötesinde partinin seçmen kitlesini Naziler gibi 'marazi muterizlere' karşı seferber etmeye kalkması bu kararlılığın son örnekleri.
Britannica ve Wikipedia, otokrasinin önde gelen örnekleri arasında Türkmenistan ve Azerbaycan'ı sayıyor. Erdoğan, Bahçeli, Perinçek ve onları destekleyen baskıcı çevrelerin istikameti, hiç şüpheniz olmasın, orasıdır. Ve bu gidişle, bu seyahat bu kaçınılmaz güzergahta bitecek gibi görünüyor. Çünkü Türkiye'deki kitle, bir bütün olarak, küçük bir Türk ve Kürt azınlık dışında, buna itirazkar görünmemektedir. Çünkü pusulası kayıptır, rehberi yoktur, hala fatalist ve şımarıktır. Bu, bir olgudur.
Peki soruya geri dönelim: Çıkış var mı? Bu konuda hala aşırı iyimserlik ve yanılsamalar var. Bunların başında, arada sırada gündeme gelen erken seçim tartışmaları geliyor. Son günlerde yine bu duyulur oldu, Erdoğan'ın 27 Nisan konuşmasının dörtte üçünün muhalefete yüklenme ve kutuplaşmayı derinleştirme olarak tezahürü, 'hazırlanıyor' yorumlarına yol açtı.
Otokratlar kaybedecekleri seçime girmezler. Erkene alacaklarsa, bu da kazanmalarını garanti ettikleri anda gelir. Eğer son tartışmalar Erdoğan'ın - aynen Aliyev gibi - kazanacağını garanti gördüğü bir erken seçimi konuşmayı amaçlıyorsa denilecek bir şey yok. Ama eğer bunlar yeni bir 'muhalefet momentumu' heyecanı yaratma amacı taşıyorsa, yanılgı büyüktür.
Unutulmasın - ki bunu her erken seçim tartışması gündeme atıldığı zaman hatırlamakta yarar var - otokrasi Türkiye'sinde 'erken seçim' TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birlikte yapılması anlamına gelir. Burada Erdoğan için önemli olan TBMM değil, ötekidir. Erdoğan, erken seçim ilan ettiği anda - hele bu ekonomik krizin ve virüsün bulanık konjonktüründe - anında bir dizi adayın karşısına çıkacağını bilmiyor mu? Babacan, Gül, Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Meral Akşener... Neden böyle bir risk alsın? İşler yolunda değil mi? Hele kriz varken, başa neden yeni belalar?
Soru budur. Otokratlar, yasal ve sosyolojik rejim sağlam olduğu sürece, üstelik bir de hile hurda imkanları elde varsa, seçimleri sadece bir iktidarı teyit formalitesine dönüştürürler. Hiç yorucu olmayan, rahatlatıcı ve sürekliliği garanti eden bir yöntem. O nedenle, seçimleri de bir çıkış olarak unutabiliriz.
Otokrasinin panzehiri var mı? Türkiye için pek çok bakımdan umutsuz vak'a diyebiliriz. Ne yazık ki öyle. Çünkü ülkenin otokrat lideri ve destekçileri, muhalefetin atıllığını fırsat bilerek etrafında muazzam bir silahlı güvenlik yapısı kurdu ve sosyolojik destek sağladı. Soylu olayının bu şekilde okunmasında da yarar var.
Ama her şey bitmiş değil. Her ne kadar Türkiye kendisini çok kutuplu ve virüsle enfekte, duyarsız bir dünyanın ortasında bulsa da, buradan yeni bir vizyon çıkabilir: Bunu da erkekler değil, ülkenin geleceğine dair kaygıyı daha derinde hisseden kadınlar ve her türlü dinsel ve köhne siyasi ideolojilerden bezmiş gençlerden bekleyeceğiz. Ama, bu çok uzun bir zaman alabilir. (YAVUZ BAYDAR)